LİSAN-I LÂL YA DA DİLİ KÜSTÜRMEK

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Selman Bayer

    Dil kavramın ilk çağrıştırdığı iki anlamıyla da kendinde bir varlıktır. Hem sosyo-ekonomik hem de ontolojik anlamda bir değer ifade eder. İnsanın bu dünyadaki saltanatının menşei de, meşruiyeti de, tahkiyesi de dille mümkün olabilmiştir. Bu anlamda dil hayattır. Thales su hayattır derken bütün hayatın kaynağı olarak suyu işaret etmektedir. Dilin de en az su kadar hayatın kaynağı olduğu aşikârdır. Kutsal kitaplara göre dünya dille başlar. O dille kendisini geliştiren modern düşüncelerse yine dilin sağladığı düşünce zemininin genişliği neticesinde dilin bir milat olarak varlığına şüpheyle yaklaşabilir, yaklaşmaktadır. Örneğin araştırmacılar, dilin tarihini dünyanın varoluşundan çok daha geç tarihlere nispet etmekte fazlasıyla müddeidirler. Hayatın sırrı olan benliğin; yani insanın tabi olduğu ya da aştığı kendiliğin ifadesi olan “ben”in henüz 9000 yıllık bir geçmişi olduğundan dem vurulur. Araştırmacılar insanın ben demeye 9000 yıl önce başladığını iddia eder. Buradan da benliğin, insanın dünyada eylemeye başlamasından çok sonra ama dilin icat edilişinin hem ilk aşamalarında keşfedildiğini anlamamızı isterler. Yani dil insana kendini ifade edebilme kabiliyeti sağlarken, beraberinde kendisini diğerlerinden ayrı görebilmenin sırrını da öğretmektedir. Modern araştırmacıların teorisini bir zemin olarak kabul etsek dahi dilin bizi dönüştürecek derecede kudretli ve kendi hususiyetleri olan bir varlık olduğunu kabul etmemiz icap eder. Yani, başta iddia ettiğimiz gibi dil insanla mukayyet olmakla birlikte insandan bağımsız bir varlıktır.

    Dil insana hasredilmiş bir servet olarak varlıktır. İnsan onunla insan olur, tarihi kurar, dünyayı ve kendini anlamlandırır. Hem yatay hem de dikey düzlemde iletişime geçer, pazarlık eder ve saçmalar. Semavi dinlerin ya da Darwinci görüşün temsilcisi olmanız pek fark etmez, bu anlamda. İkisi de bir başlangıcı ilzam etmektedir. Semavi dinler ya da geleneksel yaklaşım dilin verili ya da bahşedilen bir alet olarak insanı teçhiz ettiğini iddia ederken de bir başlangıçla mukayettir. Modern anlayış da belli bir evrimin neticesinde dille donanan insanın da insanlığını dille başlatır. Böylece dil, bizatihi insanı insan yapan, ondaki manayı, serveti, gücü, iktidarı ve tabii ki yalan dolanı mümkün hâle getiren bir sermaye olarak var ola gelmektedir.

    İnsanın bu dünyadaki varoluşunun en temel hususiyeti dil olabilir. Tanrısıyla ya da düşmanıyla iletişime onunla geçer. Tarihini onunla yazar, gündelik hayatını onunla devam ettirir. Medeniyeti kurarken de, oyuna muhtaç olduğu bir kesimi kandırmaya niyetlendiğinde de onunla eyler. Yalnızca gündelik hayatın içerisindeki bağlamları ve bağlantıları sıhhatli bir şekilde temin edebilecek araç olarak değil bizatihi o hayatı tezyin ve tazyik eden kuvve olarak da hayatımızın en anlamlı parçasıdır.

    Tabiri caizse su kadar hayatiyetin devamını temin eden bir unsurdur. Edebiyattan, hendeseye, müzikten, ticarete, gündelik hayatın alelade bir karesinden tarihin durduğu ana kadar her an her yerde varlığıyla kaim ya da varlığına muhtaç olduğumuz kaynaktır. Çeliğin Zülfikar’a dönmesiyle birtakım kelimelerin Şehzade Mustafa Mersiyesine dönüşmesi arasındaki süreç aynıdır. Bir tohumun Frenk gülüne evrilmesindeki mucize neyse su kasidesinin asırlar sonra da aynı heyecanı, duygulanımı ve tahassürü yaşatmasındaki icaz odur. Dil de en az su kadar hayat kaynağıdır ve sahip olduğu simya hemen hemen aynıdır.

    Elbette su ile farkı vardır. Su insandan bağımsızdır. İnsanın düşüncesinin dahi ulaşamadığı bir okyanus dibinde de tatlı ya da tuzlu hayatına devam edebilir. O suyu bilmek, tahayyül ya da tasavvur etmekse insanın düşüncesinde, muhayyilesinde mümkündür. Dilin sudan ayrı olarak insanla mukayyet bir mekâna, zemine, paradigmaya ihtiyacı vardır. Lakin dil insandan bağımsız olarak değerlendirilemez. İnsan yoksa dil de yoktur. Dilin insanla mukayyet olması bu demektir. Lakin insanla mukayyet olması insanın emrinde, tahakkümünde, tasallutunda olduğu anlamına da gelmemektedir. Gerçi insan yüzyıllardan beri var ola gelen ve farklı yaklaşımlara göre bir mahluk, elçi, halife, canlı ya da hayvan olarak henüz kendisine bile hâkim olamamışken kendi dışında bir şeye hâkim olabilmesi de ayrıca paradoks içermektedir elbette. Lakin tahakkümü hâkimiyetin ruhsatsız ve icazetsiz hâli olarak okur, yorumlarsak insanın kendi tarihi boyunca bir diğerinden, ailesine, tabiattan, dile kadar her şeye tahakküm etme çabası da bir vakıa olarak ortadadır.

    İnsanın bir diğerine, topluma, tabiata, tarihe, düşünceye ve hâliyle dile olan hâkimiyeti ya da tahakkümü bütün bir tarihin konusudur elbette. Lakin bu yazının çerçevesi hem buna müsaade etmez hem konusu itibarıyla doğrudan taalluk eden bir alan değildir.

    Bu yazıda kısmen de olsa yapmaya çalışacağımız şey dilin doğasına yönelik körlük ve bu körlükle birlikte azan mütehakkim tavra dair not düşmek olacaktır.

    Dünya tarihi boyunca sorumluluk sahibi tek varlık olarak insanı önceliyor olmamız çoğu zaman bir yanlış anlamayı da beraberinde getiriyor. Özellikle modern dönemle birlikte insanın hümanist bir anlayış çerçevesinde yeniden tarif edilmesi onun hikâyesinde yan rol üstlenen bütün unsurların acımasızca nesneleştiği ya da öyle görülmeye mahkûm kılındığı bir süreci de beraberinde getirdi. Hâliyle insan tek sorumlu varlık olarak kendisini her türlü müdahaleye yetkin ve ruhsatlı olarak telakki edince birçok hayati unsur bir tahakkümün altında dönüşmeye mecbur bırakıldı. Elbette burada insanın kendisini konumlayış ve tarif biçiminin büyük rolü var. İnsan kendisinde olmayan ama var olduğuna fazlasıyla inandırıldığı bir kudret vehmiyle bu sorumluluğu suistimal etmesinin ve kendisini dünyanın ve içindekilerin tek sahibi olarak görmesinin neticesinde bu role büründü.

    İnsanın varlığını ve hikâyesini borçlu olduğu dil de bu süreçten kurtulamadı elbette. Çok daha spekülatif olması ve iletişim olanaklarının ziyadesiyle çeşitlendiği bir çağda dile dair duyarlığın körelmesi neticesinde pek hissedilmese de en az kuzeydeki buzulların erimesi ya da dünyanın çölleşmesi kadar mühim bir tehlikeyle karşı karşıya olduğumuz aşikârdır.

    Elbette dil, tarihte birçok defa insanoğlunun müdahalesine muhatap olmuş, topyekûn bir toplumun ya da kültürün değişimini temin etmek düşüncesiyle ölümcül darbelere maruz kalmıştır. Ne tesadüftür ki, bu müdahalelerin çoğu, İran’da, Rusya’da, Yunanistan’da ya da Türkiye’de olduğu gibi, insanın kendi sorumluluğunu kendi kutsallığı ve dokunulmazlığıyla bir arada değerlendirdiği modern dönemde olmuştur. Siyasi rejimlerin, çoğu zaman birbirinden etkilenerek masa başında tasavvur ettiği ve niyetlendiği toplum mühendisliğinin en mühim aşamalarından biri olarak dile yüklenilmiştir. Oysa, başta da izah edilmeye çalışıldığı gibi kendi kuralları, geleneği ve temayülüne sadık bir varlık olarak dilin yapısı bu tür teşebbüslere pek müsait değildir. Doldurma usulüyle denize yapılan bir şehrin önünde sonunda doğa tarafından geri alınması gibi bir takım köşeli ve sentetik hendesi faaliyetlerle dile biçilen donun da dar geleceği ve dikişlerinden söküleceği muhakkaktır.

    Dilin serpilmesi ve ölmesi doğal bir yolla mümkündür. O dili kullanan insanın tarih sahnesinden çekilmesiyle birlikte o da çekilecektir, çekilmektedir. Onun haricinde gündelik hayatın öyle ya da böyle devam ettiği her toplulukta dil ister devlet eliyle isterse de belli birtakım elitlerin görece titizliğiyle olsun maruz kaldığı her müdahaleyi püskürtecektir. Aldığı darbeler ne kadar ölümcül olursa olsun, gündelik hayat devam ediyorsa o da hayatın bütün ideolojik, entelektüel ve hendesi yüklerinden bağımsız bir şekilde yalnızca yaşamaya gayret eden insanların kayıtsızlığında, bütün asabiyesi ve varlığıyla, yaşamaya devam edecektir.

    Buna, dilin sırrı, bağışıklık sistemi diyebiliriz. Fıkralarda, türkülerde, manilerde, hatıratlarda, alışveriş notlarında, tapu sicilinde, mahkeme kayıtlarında, gündelik dedikodularda, deyimlerde en otantik hâliyle yaşamaya devam eden bu sır, bu sistem sayesinde dil hayat bulmakta, hayatta kalmaktadır. Gündelik hayatın, hiçbir sanatın, edebiyatın, fennin ya da siyasetin tam anlamıyla sirayet edemediği, nüfuz edemediği menfezlerinde şerbetlenmekte, kuvvet bulmaktadır. Nihayetinde sesle yazıyla kavuştuğunda ete kemiğe bürünmesi, bir varlığı kuşanması kuvveden fiile geçişidir. Dil, hâlin iktizasınca kuşandığı zırh, kıyafet, kostümle birlikte, hukukun, edebiyatın ya da topyekûn kültürün dili olur. Lakin beraberinde getirdiği hususiyetleri, özünü aynıyla muhafaza eder. Bağışıklık sistemi derken kastettiğimiz tam da bu özüdür.

    Dil içinde bulunduğu toplumun hâletiruhiyesiyle kuşanır. Teknik de olsa, edebî de olsa, resmî de olsa büründüğü hâlin hemen berisinde bu hâletiruhiye öylece durur. Mesela, “karı” ifadesi Türk kültürünün içerisinde mana bulan bir ifadedir, modernleşip şehirlileştikçe bu ifadenin yerini çok daha uygun kelimelere bıraktığına şahit oluruz. Kadın haklarına dair bilinçlenmenin haklı bir şekilde yükseldiği bir ortamda bu ifadeye yönelik mütehakkim tutumu görmezden gelemeyiz. İfadenin seyri insanın seyriyle paraleldir. Bir köylünün, yüksek kültür terbiyesi almış bir şehirli gibi konuşmasını bekleyemeyiz elbette. O köylünün bütün akreditasyon süreçlerini hızlandırılmış bir şekilde atlayıp şehrin kıyafeti ve kisvesine büründüğünde dilinin de bu hızlı değişime ayak uydurmasını da bekleyemeyiz. Diğer yandan ekonomik, hukuki ve sosyolojik olarak devletin sorumluluğunda olan bu hastalıklı şehirleşme sürecinin bütün yükünü de dile yükleyemeyiz. Yani bizatihi bütün süreçleri atlayarak köyden şehre gelmiş mutant bir vatandaşın ve onun güvenli bir şehirleşme yaşayabileceği ortamı temin edememiş devletin suçunu dile yükleyemeyiz. “Karı” ifadesinin, kendi otantisitesinde yaşamasının hak olduğunu, mesela hukuktaki kullanımıyla da aynıyla yaşayan bir ifadenin farklı kullanımlara açık doğallığını reddedemeyiz.

    Aynı şekilde müthiş yoğun ve kaotik bir modernleşmeye maruz kaldığımız bugünlerde örnekleri çoğaltabiliriz. Milliyetçiliğin hem mikro hem de makro düzeyde aynı anda hem teşvik hem de tedip edilmeye çalışıldığı günlerden geçiyoruz. Türkiye özelinde konuşmak gerekirse Türk ifadesinin cumhuriyet tarihi boyunca ifade ettiği manalar, resmî ideolojinin ona yüklediği birtakım yükler, bu yüklere dair süregelen tartışmalar, siyasi, ekonomik ve sosyolojik olarak karşılaşılan başarısızlıkların neticesinde ortaya çıkan farklı milliyetçi itirazlar hemen herkesin malumudur. Türk ifadesinin bütün bu tartışmaların ötesinde kurucu unsurun, teamülün ve ezberin neticesinde var olagelen kimlikler üstü manasının da bu süreçte yıprandığı ya da özellikle yıpratıldığı aşikâr. Bu anlamda bütün tartışmaların ötesinde teknik ya da gündelik alanlardaki Türk ifadesinin de bu tartışma iklimine kurban edilmesi yine yukarıdaki örnekte olduğu gibi doğrudan dilin doğasına dair tahakküm arzusunun bir uzantısı.

    Son olarak edebî bir metinde, metnin bağlamı gereği es geçilen birtakım hürmet kurallarının, deyimleşen ifadelerin yine memleketteki siyasi ve sosyolojik atmosferin uzantısı olan tamamıyla softa bir takıntının neticesinde dayatılması da aynı minvalde değerlendirilebilir. Örneğin “allahtan” ifadesinin baş harfinin büyük mü, küçük mü yazılacağı gibi tartışmalar.

    Bu tip örnekler çoğaltılabilir elbette. Burada verilen örnekler, Türkiye’de ve Türkçede cari olan farklı hassasiyetlerin itirazları olarak verilmiştir. Elbette ki çok daha zenginleştirilebilir ve daha manidar örneklerle güçlendirilebilir. Lakin temel tartışmamız bu kavramlara, ifadelere yönelik farklı anlam, çağrışım iddialarını tartışmaktan ziyade dilin kendisi üzerine düşünmek olduğu için daha düşük profilli gitmenin uygun olacağı kanaatindeyiz. Örneklerin meramımızı anlatıyor olması yeterlidir.

    Bu yazının temel iddiası dilin tam da bu tip tartışmalardan dolayı yara alıyor olmasıdır. Bugün dilin bu tip itirazlar neticesinde maruz kaldığı taarruz tam da bağışıklık sistemine yöneliktir. Bu taarruz, geçmişteki örneklerinde olduğu gibi resmî otoritenin ya da kendi kurallarını ve teamülünü oluşturmuş birtakım elitlerin değil, resmî ideolojiyle ya da birtakım kültürel elitlerle farklı seviye ve içeriklerde iletişimini sürdürse de kendi başına hareket eden anarşist bir kitlenin taarruzudur. Tehlike arz etmesi ve dili daha önceki tahakküm girişimlerinde çok daha güçlü bir şekilde tehdit etmesi de tam bu husustan dolayıdır.

    Bu anarşinin beslendiği, yayıldığı alan elbette ki bütün varoluşumuzu altüst eden hatta topyekûn siyaseti, sosyolojiyi, akademiyi ve gündelik hayatı önüne katıp dönüşmeye dönüştürmeye zorlayan bir katalizör olan sosyal medyadır.

    Sosyal medyanın kural tanımazlığı, sivilliği, kolay ulaşılabilir olması neticesinde her türlü butik, lokal düşünce, tez, ideoloji eskisinden çok daha güçlü artık. Bütün bu fraksiyonlar, her ne kadar ulus devletin, büyük anlatıların, yaygın ve müddei ideolojilerin gölgesinde ve desteğinde ya da açtığı alanla hâlen akrabalık bağları olsa da doğrudan gündelik hayatın kisvesine bürünmüş; ondan yana görünen ya da olan kaotik bir kitlenin temsilciliğiyle rahatlıkla sesini duyurabilmekte ve kamuoyu oluşturabilmekte.

    Farklı meslek birliklerinin, butik ideolojilerin, irili ufaklı menfaat gruplarının, romantik çetelerin ya da kültürel haricîlerin bir anda dolayıma sokabileceği itirazların, bu itirazlarla oluşturulan metinlerin, gözden geçirilen dil kurallarının, parçalanan bir imlanın ve her mahallenin kendi kılavuzunu oluşturmasına varacak derecede kamplaşmaya teşvik edilecek bir bölünmenin ortasındayız. Hülasa dilin tabiatı ve bağışıklık sisteminin yavaş yavaş çökertildiği bir dönemdeyiz.

    Oysa dil bir varlık olarak kendine yetebilendir. Durmuş Hocaoğlu “Konuşma ve düşünme bir ve aynı şeydir; konuşma sesli düşünmedir, düşünme ise, sessiz konuşma”dır derken haklıdır. Dil sesten, yazıdan önce de vardır. Lakin doğal yollarla çoğalmak, zenginleşmek ve ete kemiğe bürünmek için insana ihtiyaç duyar. Elbette ki kendi kuralları, tabiatı ve teamüllerini yok etmeden yapar bunu. Sıradan bir iletişim aracına, ideolojik aygıta ya da bir propaganda canavarına dönüştürülmesine müsaade etmez. Sloterdijk “Kendi kendini ifade eden ‘sözü’ öldürmek isteyen kişi, en ölümcül aldanmacanın kurbanıdır.” derken bunu kastetmektedir.

    Dil insanın evinde misafir ya da geçici olarak mukim de olsa nihayetinde kendi gardırobuna sahiptir. Tarihî hüviyeti bu gardırobu zenginleştirir ve insanın, toplumun ve kültürün muhtelif hâllerine uygun anlamları burada biriktirir. Nihayetinde zamanla hangi anlamı nerede kuşanacağına dair öz bilinci yine bu tarihî hüviyeti sayesinde kazanır. Dilin gardırobunun geniş olması, farklı hâllerde kuşanacağı farklı anlamlarından soyunmasını da makul düzeyde tutar. Kendi çağının, dünyasının, zihniyetinin içinde hapis hayatı yaşayan insanın düşeceği ilk tuzak da buradadır. Dilin doğasının gereği olan bu soyunmaya tahammül edemeyen her mahkûm kendince uydurduğu bir çağrışım tekeliyle dil felç etmeye kalkar. Felç edilen her kelime insanın kendi şen karanlığına giden patikayı loş tutabilmesinin önündeki engel olarak yeter. İnsanın bunu fark etmesi çoğu zaman bir ömür alır.

    Dilin günahı, hatası, cinsiyeti, ideolojisi, inancı olmaz. Dil günahı da, hatayı da, cinsiyeti ya da cinsiyetsizliği de, ideolojiyi, inancı ya da inançsızlığı da barındırır, onları ifade edecek kavramları, kelimeleri, çağrışımları, kökleri ve ihtimalleri her daim bünyesinde barındırır. Öyle ki insan dile cinayet işlemekten çok cinayeti anlatmak, küfre girmekten çok küfrü tarif etmek, ideolojik bir körleşmeye maruz kalmaktan çok ideolojinin körleştirici etkilerini anlatmak istediğinde ihtiyaç duyar. Dil düşüncenin ileri karakolu, uyarıcısıdır. Buna dair bir rahatsızlık körlüğün ve tahammülsüzlüğün göstergesidir ve dilin doğasına, bağışıklık sistemine kastetmektir.

    Dilin bağışıklık sistemi çöktüğünde bizatihi insan hedef hâline gelmiş demektir. Jack Ellul’un dediği gibi “Dil çok merkezli, akış hâlinde, hatırlatıcı ve mitolojik olma özelliğini yitirir.” böylece insanı bir köksüzlüğe, tek anlamlılığa ve tarihsizliğe mahkûm eder.

    Hülasası, ister kadınlar gibi yalnızca bir kesimin haklarına yönelik isyankâr bir tavırla, ister kendi mahfazasına hapsettiği ve soluğunu kestiği kutsala yönelik hastalıklı titizliğiyle, isterse kimliğinin ya da aidiyetinin yalnızca bir veçhesini temsil edebilecek kadar dar bir hazneye sahip etnisitesiyle olsun dile şaşılıkla yaklaşmaya çalışan her insan kaybetmeye mahkûmdur. Dil yalnızca tarif eder, tahakküm etmez. Birine bilim adamı dendiğinde onun cinsiyetine değil ilmine işaret etmektedir. Türk düşüncesi dendiğinde düşüncenin Türk coğrafyasında ve Türk iklimindeki karşılığı kastedilmektedir. Ya da bir metinde “allahtan” ifadesi geçtiğinde bunun teolojik bir iddiadan ziyade insani bir teslimiyeti ve hâli işaret ettiği her aklıselimin malumudur.

    Burada dilin kendi kurallarında üretilen bir kelimeden ziyade o dile bakıştaki şaşılığın, körlüğün ya da o bakışı bir halüsinasyona muhatap kılacak derecede hastalıklı hâle getiren psikolojinin tartışılması gerekir. Diğeri boşa kürek çekmekten ve insan var oldukça yaşamaya devam edecek olan dile kastetmekten başka bir mana ifade etmez. Bunun da akıbeti bellidir.