CAM KIRIKLARI ÜZERİNDE; İSLAM, DİL VE HAKİKAT

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Paola García*

    Kelimeler gerçekliği kaçınılmaz şekilde perdeler ve yanlış yorumlar, fakat çelişkilidir ki gerçekliği tartışmak için zorunludurlar. Friedrich Nietzsche bu sorunu dilin “yasaması” olarak tanımlar ve onu, kendisi sayesinde kelimelerin kavramlar hâline geldiği süreç olarak tarif eder; bu bağlamda kelimeler “az veya çok birbirine benzer sayısız örneğe… asla eşit olmayan ve bu yüzden tümüyle eşitsiz olan bu örneklere uymak”1Hallaq, Wael, Sharī’a: Practice, Theory, Transformations. New York: Cambridge University Press, 2009, 1. durumundadır. Nietzsche gayet zekice, kelimeleri yaşam ve özgürlüğün engelleri olarak anlamıştı. İnsan dili ve buna eşlik eden “hakikat” takıntımız varoluşun sahih, deneysel ve dolayımsız kavranışına set çeker. Kelimeler özgün düşünceyi ve duyu deneyimini aksatarak içsel ve dışsal gerçeklikleri bilmeyi tehir eder. Şu hâlde hakikat nedir? Nietzsche’ye göre o;

    “hareketli bir metaforlar, mecaz-ı mürseller güruhudur ve insanbiçimciliktir; kısacası, şiirsel ve retorik bakımından yoğunlaştırılmış, aktarılmış ve uzun süre kullanımın ardından bir halka sabit, kanonik ve bağlayıcı gibi görünen insan ilişkileri toplamıdır. Hakikatler yanılsama olduklarını unuttuğumuz yanılsamalardır; eski püskü metaforlardır onlar, hissi güçlerini yitirmiş ve paralardır, kabartmaları kaybolmuş, artık para olarak değil metal olarak görülen paralar.”2Friedrich Nietzsche, Truth and Lies from an Extra Moral Sense, http://faculty.uml.edu/enelson/truth&lies.htm.

    Dil bizleri keyfî şekilde ön belirlenmiş “kavramlar” dünyasında tutsak eden bir hapishanedir; şiir ve müzik istisna, tabii eğer müzik bir dil sayılırsa. Sürüde var olmak için, diye açıklar Nietzsche, insanlar mutlaka “hakikat” hakkında bir uzlaşıma varmalıdır. “Hakikate yönelik” bu “şaşırtıcı dürtü” şeyleri geleneksel törelere göre tayin etmede ısrar eder:

    “…böylece bu andan itibaren hakikat vaz edilmiş sayılır. Yani, şeyler için tek biçimli bir geçerlilik ve bağlayıcı bir tayin icat edilmiştir, ayrıca dilin bu yasaması aynı şekilde hakikatin ilk yasalarını da vaz eder. Doğruyla yalan arasındaki karşıtlık ilk defa burada ortaya çıkar. Yalancı, gerçek olmayan bir şeyin gerçek gibi görünmesi için bu geçerlilik tayinlerini, yani kelimeleri kullanan kişidir. ‘Ben zenginim.’ der mesela, oysa onun durumu için uygun olan tayin ‘fakir’ olmasıdır. O, keyfî ikameler ve hatta adları tersine çevirme aracılığıyla sabit uzlaşıları kötüye kullanır.”3 A.g.y.

    Nietzsche’ye göre dil, şeyleri sadece ifade uygunluğu üzerinden tayin eden, yanıltıcı bir gösterendir. Kelime bize bir kavramı işaret eder, başka bir şeyi değil. Yani dil, deneyim ve gerçekliği uygun olduğu veçhile iletme yeteneğinde değildir, bilakis aslında deneyim ve gerçekliği derinden çarpıtır. Gelgelelim bu kavram ve kategoriler bir kez yaratıldığında artık bağlayıcı hakikatler olarak kabul edilir.4Bkz. Friedrich Nietzsche, Truth and Lies from an Extra Moral Sense, http://faculty.uml.edu/enelson/truth&lies.htm. Dil kavramları denetim altında tutar, böylece insan deneyimini önemli ölçüde şekillendirir ve aynı şekilde gerçekliğimizi belirler/sınırlar. Wael Hallaq’ın zekice yazdığı gibi, eğer “kavramlar dil tarafından tanımlanmışsa, o hâlde dil yalnızca, kavramları sınırlayan çerçeve (yabana atılmayacak başarı) olmayıp ayrıca onları denetleyen bir şeydir”.5Hallaq, Wael, Sharī’a, 2.

    Bugün yüklü, çok yönlü ve tartışmalara konu olan bir dünya olarak; sayısız şeyi farklı insanlar için simgeleyen bir dünya olarak İslam’a dair anlamlı bir tartışmaya girişmeden önce çözülemez dil sorununa mutlaka işaret edilmelidir. İslam araştırmaları da benzer şekilde hem araştırmacılar hem halk tarafından derinden yanlış anlaşılmış terimler ve kavramlar aracılığıyla popülerleşmiş bir alandır.6Köküne kadar sömürgeciliğe gömülmüş, ayrıca bu sömürgecilikten sorumlu olan “İslam Araştırmaları” çatısı altında toplanan akademik alanların özündeki sorunlar hakkında ayrıntılı bir tartışmayı buraya dâhil etmek imkânsızdır. Sömürge güçleri yerlileri … Continue reading Beri yandan Arapçanın, Kur’an dilinin İngilizceye veya diğer Batı dillerine hakkıyla çevrilmesinin imkânsızlığı işleri biraz daha karıştırır. Arapçada her bir kelimenin, genellikle İngilizce veya diğer Avrupa dillerindeki (sözde) denklerine indirgenemez olan birden çok anlam ve derinlik katmanı vardır. Kelimeler, diğer etkenlerin yanı sıra, uyandırdıkları duygular ve hizmet ettikleri amaç ve hayal üzerinden salkım gibi düzenlenmiştir. Kelimeler ayrıca karşılıklı bağlantı hâlindedir, birbirlerine ve geniş ölçüde anlam türetmeye bağlıdır. Buna ilaveten her kelime çok boyutludur ve birden çok değere sahiptir; kelime canlıdır ve tüm canlılar gibi karşılıklı etkileşime girer, dönüşür ve “gerçeklik”in deneyimsel katmanlarıyla7Iris Murdoch’un bilgece değindiği gibi, deneyimin katmanları vardır. Bkz. Metaphysics as a Guide to Morals. Londra: Chatto and Windus, 1992. temas ettiğinde dönüştürülür. İngilizceyse nispeten daha serttir, Arapçadaki şiirsel ve metaforik uçuşlara kabiliyeti yoktur; sistematik olarak farklı olan yollarda iş görür İngilizce. İngilizcede (ve birçok Batı dilinde) bilhassa, kelimelerin (ve dolayısıyla kavramların) anlamı geniş ölçüde sabittir. Bu dilbilimsel katılık kelimelerin, kendini açtığı şekliyle gerçekliği tüm zenginliğiyle algılamaktan, anlamaktan ve deneyimlemekten bizleri alıkoyan at gözlükleri hâline gelmesine neden olur. Beri yandan bu sorun İngilizceye has olmayıp evrensel bir sorundur, çünkü diller asla birbirlerine göre oranlanamaz.

    Anlambilimsel ve deneyimsel açıdan yanlış olan çeviri sorunu, bizden tüm yönleriyle uzaklaştırılmış olan ve bize dilimiz, deneyimimiz tarafından kaçınılamaz şekilde dayatılmış sınırlardan dolayı hakkıyla kavranamaz olan gerçekler, deneyimler ve topluluklar söz konusu olduğunda özellikle belirginleşir. Mesela إخلاص (ihlâs) kelimesini ele alalım. İhlâs yüksek ahlaki değerlerdendir. Bu kelime genellikle yalın şekilde “samimiyet” (sincerity) kelimesiyle karşılanır, oysa bundan daha fazlasıdır. İhlâs samimiyet anlamına gelir, ama samimi adanmayı, sadık bağlılığı, samimi meyli, açık yürekliliği, açık sözlülüğü, sadakati, doğruluğu, dürüstlüğü, tabiiyeti, saflığı ve masumluğu da ifade eder. Ha-le-sa köküyle ilişkili olan ve bu kökten türetilmiş kelimeler ayırma ve ayrı tutma anlamına gelir (daha düşük seviyeli güdüleri daha yüksek olanlardan ayırmak mesela.) Bir çaba olarak ihlâs ömür boyu süren bir süreçtir. O, yaptıklarımızı yapma nedeni ve onları doğru nedenlerle yapma bakımından temiz olmak demektir. Bu da, kişinin yaptığı şeyin nedeni bakımından kendini kandırmasıyla değil doğru bir niyete sahip olmayla bağlantılıdır. İhlâs yine yapılan işleri, asli olarak dışsal nedenler veya ödüllerin dürtmesiyle değil içten içe tümüyle ikna olunduğu için yapmakla da ilişkilidir. Başka deyişle ihlâs kendine karşı samimi ve temiz olmayı, dolayısıyla her zaman eylemlerde temiz ve samimi olmayı gerektirir.

    Arapçayı bilmek, konuşmak ve yaşamak tümüyle farklı bir evren kavrayışı gerektirir ve dolayısıyla farklı bir gerçekliği; geniş, bütünlüklü, zengin ve içsel olarak bağlantılı bir gerçekliği tezahür ettirir. Bu gerçeklik bizim parçalara ayrılmış ve parçalara ayıran Batılı dünya görüşümüzden bambaşkadır, parçalara ayırma kısmen dilin sonucudur.

    Cam Kırıkları Üzerinde; Modernite Öncesi İslam
    Modernite öncesi İslam’ı ve Şeriatını modern liberal çerçevemizden açıklamak aynı şekilde birçok açıdan, en başta epistemolojik bakımdan oldukça sorunludur. Bu sorun dile rağmen ve dilden bağımsızca ortaya çıkar. Şöyle ki Arapça konuşanlar bile, maalesef hepsi de yanıltıcı ve kopuk olan liberal düşüncenin, seküler akıl yürütme ve dünya kavrayışının küresel hâkimiyetinin meydan okuyuşla yüzleşiyorlar şimdilerde. Bugün birçok Müslüman’ın ve gayrimüslimin Şeriattan (ve hatta İslam’dan) anladığı şeyle modernite öncesi Müslümanların içinde yaşadıkları Şeriat merkezli gerçekliğin çok az bağlantısı var. Modernite öncesinin Şeriatı, “Müslüman” ve benzeri kimlik yaftalarını önemsemeyen bir halk topluluğu tarafından -tartışılmıyor bilakis- uygulanıyordu. Onlar basitçe Müslüman’dılar. Bildiğimiz şekliyle siyasal ve siyasallaşmış kimlik belirleme çağından uzun zaman önceydi.

    “Müslüman”, “Hristiyan”, “seküler” ve “dindar” gibi bugünlerde ebedîymiş gibi görünen kategoriler ve yapılar aksine tam anlamıyla moderndir ve bunların, atfedildikleri çağlarda ve topraklarda hiçbir gerçekliği yoktur.8Bu makalede açıklanamayacak alakalı bir konu da kişiyi “Öteki”nin tarihini araştırmaya iten saik üzerine düşünmenin ve bunu sorgulamanın önemidir. Mesela böyle araştırmaların, bilinçli veya bilinçsiz olarak, iktidar stratejilerine hizmet etme gibi asli bir tehlikesi vardır; … Continue reading Bu terim ve tasnifleri anakronistik ve yüzeysel biçimde geriye yansıtarak kullanmak maalesef kaçınılamaz olsa da bizim bu terimleri yalnızca tartışmayı, anlamayı ve araştırmayı kolaylaştırmak için kullandığımızı kabul etmek önemlidir. Şeriatı tatbik eden topluluklar kurulmuştu, bunlar yaşamı ve kendilerini “moderniteyi ve onun Batılı dilbilim geleneklerini üreten şu maddi ve gayri maddi kültürlerden kavramsal, toplumsal ve kültürel olarak geniş ölçüde farklı yol ve tarzda”9Hallaq, Wael, Sharī’a. New York: Cambridge University Press, 2009, 1.düşünüyorlardı.

    Bizim modern dünyamızla modernite öncesi İslam arasındaki en bariz uyuşmazlıklar bunların hukuk sistemlerindeki çarpıcı farklılıklarda bulunur. Modern dünyada, hukuk mesleğini dolduran hâkim ve avukatlar devletçe düzenlenmiş hukuk eğitiminin mahsulleridir. Hukuk mesleğinin mensupları, devletin karmaşık iktidar makinesinin bütünleyici bir parçası olan bu kişiler devlet dâhilinde ve devlet için iş yaparlar, eylerler. Eğer hukuku icra etmek istiyorlarsa devlet belgeli hukuk okullarına girmeli ve devletin hazırlayıp şart koştuğu sınavları geçmeliler. Mezun olduklarında mesleki yaşamları tümden olmasa da ağırlıklı olarak devlet aygıtı ve onun kendi kendine yürürlüğe soktuğu yasalar etrafında döner; bizzat devletin gücünden daha yüksek hiçbir güç bu yasaların yerini alamaz. Akla gelen her varoluşsal ve mesleki düzeyde devlete tabi olan bu yasalar özünde devletin araçlarıdır.

    Böylesi bir gerçeklik modernite öncesi İslam topraklarında hayal bile edilemezdi, çünkü o dönemde hukuki etkinlerle uğraşanlar bugün devlet olarak bildiğimiz şeyin merkezî, bürokratik, aşırı baskın erişimi, denetimi ve yetkesine benzer veya bunlarla kıyaslanabilir hiçbir şeyin gücüne tabi değildi, bu güç tarafından düzene sokulmuyordu.10Hallaq, Wael, An Introduction to Islamic Law. New York: Cambridge University Press, 2009, 7. O günün hukukçuları karmaşık bir metodoloji ve ilkeler aracılığıyla Tanrı’nın hukukunu keşfetmeye ve ona itaat etmeye çalışıyorlardı. Bu hukuk, bağımsız şekilde doğanın gözlemlenmesiyle de onaylanabilecek Kur’an ayetlerinden türetilmiştir ve hiçbir insan onu yerinden edemediği gibi ona karşı gelemez. Modern Batı’nın “hukuk” anlayışı, geriye doğru Şeriat dünyasına yansıtılan bu anlayış “İslam hukuku” olarak bilene gelen şeyin özü ve amaçları hakkındaki sistematik karmaşanın çoğundan sorumludur.

    Oryantalist hukuk araştırmalarında yer alan ve Kur’an’daki “hukuk”un doğasını anlayamamaktan doğan önemli, temel sorun Şeriatın tam anlamıyla yanlış anlaşılması ve bu konudaki derin karmaşayla sonuçlanmıştır. Klasik hukuk oryantalizmi Kur’an’a bir yasal kod muamelesi yapar; mantıksal olarak Kur’an kendi doğasına özsel açıdan yabancı ölçütleri karşılamaz. Bu temel yanlış anlamalardan dolayı, önemli miktardaki ana akım âlimi “İslam hukuku”nu aşağı dereceli, hayal kırıklığı yaratan, akıl dışı, kusurlu ve batıl bir şey olarak yargılamış ve reddetmiştir.

    Bu sorunu aydınlatan örneklerden biri Kur’an’a yönelik tipik, oryantalist şu suçlamadır; “Kur’an ve sünnet beraberce kapsayıcı bir kanun oluşturmaz. Bunlar oldukça geniş bir menzile yayılmış farklı konular hakkındaki bölük pörçük kararlar derlemesidir; bırakın sağlam bir hukuki külliyat sunmayı, bir hukuk sisteminin çıplak iskeletini bile neredeyse ihtiva etmezler.”11Noel Coulson, Conflicts and Tensions in Islamic Jurisprudence. Chicago, 1969, 4. Bu muhtelif akademisyenlerin bir alışkanlık hâlinde unuttukları şey görünüşe göre, Kur’an’ın asla modern bir yasal kod olma niyetinin olmamasıdır. Kur’an’ın amacı “denetim ve disiplin altına alma; modern hukukun ve onu kullanan devletin en belirgin bu iki görevi” değildir. “Aksine Müslüman düşüncesinde hukukun amacı barış içinde yaşamayı teşvik etmektir; önce kendinle barış hâlinde ve ikinci olarak toplumda ve toplumla barış hâlinde yaşamak. Bu hukuk kişinin, yapabileceği ölçüde ve olacağı her yerde doğru işler yapmasını teklif eder.”12Hallaq, Wael, An Introduction to Islamic Law, 19.

    Kur’an’da “yasa/hukuk” evrenin düzenini, Yaratıcının vaz ettiği “Yol”u imler. Özünde doğanın yolu olan bu “Yol”u izlemek insanlığın ve diğer mahlukatın refahını yükseltir. Onu bozmaksa budalalıktır, çünkü bu durum çok geçmeden tam da bizim varlığımızı sürdürmemizi sağlayan çevrenin tahribiyle ve dolayısıyla öz-yıkımla sonuçlanacaktır. O hâlde doğayı gözetmek son derece akıllıcadır ve hiçbir surette özgecil, mantıksız ve ilkel bir hırs değildir. Bu aslında özgeciliğin ve naifliğin karşıtıdır, çünkü nihayetinde insan Yasayı takip ederek kendi türünün geleceğini korur.

    Şeriatın uygun olmayan bir “hukuk” olduğunu, çünkü ahlaki olanla hukuki olanı ayırdığını öne süren yaygın suçlama da aynı şekilde epistemolojik açıdan güvenilmezdir. Bu iddia, olguyu değerden ayıran pozitivist, modern hukukun nihai ve en muazzam model olduğunu dillendiren yanlış ve sorunlu varsayıma dayanır. Söz konusu varsayım, temelde ahlaki olmayan bu hukuk sisteminin olağan prototip olduğunu, en yüksek ve en iyi sistem olduğunu, ayrıca tüm insanların kendisiyle yargılanması, kendisine can atması gereken bir sistem olduğunu öne süren, dile dökülmemiş, şiddet içeren ve sömürgeci uzlaşıma yaslanır. Buna göre, tüm sistemler (ve halklar) kendi ölçütlerine göre değil onlara seküler, liberal modernite tarafından dayatılan ölçütlere göre yargılanmalıdır. Bu, ağır boyutları olan epistemolojik bir hatadır, çünkü yargılamayı gerçekleştiren bu sistemden farklı olan her şeyin, herhangi türden bir çözümleme yapılmaksızın ve bu diğer sistemleri, kendilerine (seküler) liberalizmin dayattığı ölçülere tabi kılmak yerine kendi ölçütleriyle “değerlendirme”13Yine bununla alakalı hayati ve fazlasıyla sıkıntılı bir mesele de kişinin eserine ve onun küresel güç ve hâkimiyet yapılarında oynadığı role dair öz-bilincin yokluğudur; aynı şekilde buna, kişinin kendi sisteminden farklı olan ve çoğunca onun “araştırma” nesneleri … Continue reading zahmetine hiç girilmeksizin de facto ve a priori değersiz saymak demektir.

    Bu liberal “uzlaşı” yalnızca epistemolojik açıdan sorunlu olmakla kalmaz; o ayrıca, şiddetin en kötü biçimlerinden biri olarak, diğerlerine kim olduklarını, kendilerini nasıl tanımlamaları gerektiğini, neyi arzulamaları gerektiğini söyleme şeklindeki küstahlığın zirvesi olduğu için ahlaki açıdan da kınanmalıdır. Hukukla uğraşan oryantalistlerin önemli bir bölümünün varsayımları, soruları, kuramları ve çıkarımları kusurludur, tam da bunlar temelden yanlış kavrayışa, epistemolojik lütuf tavrına ve öz-bilincin tümden yokluğuna ve görmezden gelinmesine dayandıkları için. Bu türden hatanın başta gelen örneği Kur’an’ın, kavramsal ve ahlak temelli terimlerdeki “yasa koyucu” rolünü değerlendirmedeki başarısızlıktır; zira Kur’an’da “ahlak arketip olduğu için, hukuk asli olarak bundan türemiş bir ahlak kategorisiydi”.14A.g.e., 244. Wael Hallaq’ın açıkladığı gibi, Kur’an’ın hukuki rolünü anlamak için onun, “ayrılmaz bir parça olarak, ayrıca Kur’ani hukuk kavrayışının ve söylemsel pratiğin zarfı olarak”15A.g.e., 259. ahlaki mesajını ve yapısını anlamak esastır.

    * Columbia Üniversitesi



    1 Hallaq, Wael, Sharī’a: Practice, Theory, Transformations. New York: Cambridge University Press, 2009, 1.
    2 Friedrich Nietzsche, Truth and Lies from an Extra Moral Sense, http://faculty.uml.edu/enelson/truth&lies.htm.
    3 A.g.y.
    4 Bkz. Friedrich Nietzsche, Truth and Lies from an Extra Moral Sense, http://faculty.uml.edu/enelson/truth&lies.htm.
    5 Hallaq, Wael, Sharī’a, 2.
    6 Köküne kadar sömürgeciliğe gömülmüş, ayrıca bu sömürgecilikten sorumlu olan “İslam Araştırmaları” çatısı altında toplanan akademik alanların özündeki sorunlar hakkında ayrıntılı bir tartışmayı buraya dâhil etmek imkânsızdır. Sömürge güçleri yerlileri denetim altına almak ve onlara boyun eğdirmek için onların yaşamlarının her boyutu, özellikle “yasaları” hakkındaki bilgiye ihtiyaç duydular. “Bilgi, yakınlığın üzerine yükselmek, kendiliğin ötesine, yabancının ve uzağın alanına geçmek demektir. Böylesi bilginin nesnesi doğası gereği derin tetkike açık olacaktır… Böyle bir şeyin bu türden bilgisine sahip olmak da ona hâkim olmak, onun üzerinde yetke sahibi olmaktır. Üstelik yetke burada, ‘bizim’ için ‘ondan’ -Doğu memleketinden- özerkliğin yadsınması demektir, çünkü biz onu biliyoruzdur ve o da, bir anlamda, bizim onu bildiğimiz şekilde mevcuttur”. Said, Edward, Orientalism. New York: Penguin Books, 1991, 32.
    7 Iris Murdoch’un bilgece değindiği gibi, deneyimin katmanları vardır. Bkz. Metaphysics as a Guide to Morals. Londra: Chatto and Windus, 1992.
    8 Bu makalede açıklanamayacak alakalı bir konu da kişiyi “Öteki”nin tarihini araştırmaya iten saik üzerine düşünmenin ve bunu sorgulamanın önemidir. Mesela böyle araştırmaların, bilinçli veya bilinçsiz olarak, iktidar stratejilerine hizmet etme gibi asli bir tehlikesi vardır; “Ötekini yargılamak veya daha da kötüsü ona talimat vermek ve hükmetmek için tarih yazmak temel etik sakıncalar doğuran bir düşünce yapısına dâhil olmaktır. Eğer biz tarih yazıyorsak ve onu kendimiz için yazıyorsak… bu, kendisinden bir şeyler öğrenilsin içindir. Tarih üzerine düşünmenin etik açısından meşru kılınabilir başkaca nedeni yoktur.” Hallaq, Wael, “On Orientalism, Self-Consciousness and History,” 439.
    9 Hallaq, Wael, Sharī’a. New York: Cambridge University Press, 2009, 1.
    10 Hallaq, Wael, An Introduction to Islamic Law. New York: Cambridge University Press, 2009, 7.
    11 Noel Coulson, Conflicts and Tensions in Islamic Jurisprudence. Chicago, 1969, 4.
    12 Hallaq, Wael, An Introduction to Islamic Law, 19.
    13 Yine bununla alakalı hayati ve fazlasıyla sıkıntılı bir mesele de kişinin eserine ve onun küresel güç ve hâkimiyet yapılarında oynadığı role dair öz-bilincin yokluğudur; aynı şekilde buna, kişinin kendi sisteminden farklı olan ve çoğunca onun “araştırma” nesneleri üzerinde denetim ve iktidar sahibi olan, değerlendirmenin, parçalara ayırıp sınıflandırmanın ahlak dışılığı eşlik eder: “…Hermeneutik öz-bilinç, ayrıca ondaki hâkimiyet ve karmaşıklıkların, güç ve şiddetin doğrularıyla yüz yüze kalmak ahlaki, ilmî tutuma kendini kaptırmakla kastedilen şeye asli olarak bağlıdır… Avrupa-Amerika’daki tüm akademisyenler, ister katılsınlar ister katılmasınlar, [sömürgeciliği] üreten kurumsal, toplumsal, tarihsel, psikolojik ve dilbilimsel yapılara gömülüdür… Kişinin bir âlim olarak ve, umut ediyoruz ki, bu yapılarda düşünen, tefekkür eden biri olarak oynadığı role dair bilinçsizliğini sürdürmesi hem ilmî hem de ahlaki bakış açısından yersizdir… Eğer… âlimlerin, âlim olarak, bir ahlaki yaşama rehberlik etmeleri gerekiyorsa eserlerinin tüm bütünselliğiyle bu yaşamın, ayrıca onun güç ‘stratejileri’ndeki yerinin ve imalarının bilincinde olması gerekir”. Hallaq, Wael. “On Orientalism, Self-Consciousness and History.” Islamic Law and Society 18, no. 3/4 (2011): 387-439, 438-39.
    14 A.g.e., 244.
    15 A.g.e., 259.