DUNS SCOTUS; VARLIĞIN TEK ANLAMLILIĞI, MODERN FELSEFE VE TEOLOJİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Philip Tonner*

    Orta Çağ’ın İskoçyalı filozofu John Duns Scotus (1266-1308) son yüzyılda hem felsefe hem teoloji çevrelerinde yeni bir ilgiye nail oluyor. Bu ilgide Martin Heidegger (1889-1976) ve Gilles Deleuze’ün (1925-1995) payı hiç de azımsanacak derecede değildir. İki filozof da sırasıyla yirminci yüzyılın başlarına ve ortalarına tarihlenen felsefe maceralarının şekillenme döneminde Scotus düşüncesiyle yoğun biçimde meşgul olmuştur.

    Yirminci yüzyıl fenomenoloji ve varoluşçuluk tarihinin merkezî simalarından olan Heidegger, doktora sonrası öğretim üyesi yeterlilik çalışmasını (1915/16) o dönemde Scotus’a isnat edilen bir metin hakkında yazmıştı. Gilles Deleuze ise Scotus’u Batı felsefesindeki “gizli tek anlamlılık tarihi” şeklinde tasvir ettiği geleneğin ilk siması olarak görür.1 Bu geleneğin kökleri Antik dönem metafiziğinde olsa da Deleuze’e göre bu yaklaşım asıl olarak Scotus’tan Baruch Spinoza’ya (1632-1677), Friedrich Nietzsche’ye (1844-1900), Heidegger’e ve nihayet kendi eserine geçmiştir. Heidegger için kendi Scotus okumasında esas olan nokta Scotus’un haecceitas kavramıdır. Bu kavram Heidegger’in, Scotus bir yandan en soyut felsefi eserlere dönebilirken aynı anda “gerçek yaşam”ın fazlasıyla yakınına gelebilmiştir, demesine yol açacaktır. Yine aynı kavram sayesinde Heidegger, insani bireyleşmenin kendine özgü niteliği olarak gördüğü ve “ölüme-doğru-varlık” dediği bir tekillik ve yinelenemezlik ilkesini geliştirebilecektir.

    Deleuze’e göre kendi felsefi gelişimi için hayati önemde olan tam da Duns Scotus’un varlığın tek anlamlılığı tezidir; bu tez, hem Tanrı’ya hem de yaratılmışlara yüklenebilir tek anlamlı bir varlık kavramı ortaya koyar. Deleuze’ün tek anlamlılığa ilgisi mutlak içkinlik ilkesine, yani tek bir gerçekliğin kendine aşkın hiçbir şey olmaksızın var olduğunu düşünen ilkeye dayalı bir metafizik kurma kaygısından doğar. Doğrusunu söylemek gerekirse Deleuze’ün görüşünde “Felsefe ontolojiyle birleşir, fakat ontoloji de varlığın tek anlamlılığıyla birleşir”.

    Orta Çağlarda filozoflar ve teologlar varlık kavramını kuşatan tartışmaya fazlasıyla ilgi gösteriyorlardı. Duns Scotus’un geliştirdiği şekliyle, varlığın tek anlamlılığı öğretisiyle insanın Tanrı’ya dair doğal bilgiye (vahiyden bağımsız Tanrı bilgisine) sahip oluşunu entelektüel açıdan güvenceye alma hedeflenmişti. Tanrı’ya dair böylesi bir doğal bilgi güvenceye alınmasaydı agnostik, hatta ateist bir yaklaşımı benimsemek meşrulaşırdı. Scotus’un da yer aldığı on üçüncü yüzyıl tartışmalarının arka zemininde “varlık” kavramının tek anlamlı veya analojik bir yapıda olduğunu dillendiren görüşler bulunur. Varlığın analojik olarak yüklendiğini savunan öğreti, her ikisi de istenmeyen mefhumlar olan iki karşıt mefhum arasındaki orta noktada durmayı ifade eder. İstenmeyen bu iki görüşten biri varlığın tek anlamlılığı görüşüdür. Bu görüşe göre varlığın tek bir anlamı olması gerekir. İstenmeyen diğer görüşe, yani varlığın çok anlamlılığını savunan görüşe göre “varlık” teriminin birden fazla ve birbiriyle ilişkisiz anlamları vardır. Teizm için tek anlamlılıktaki sorun şudur; eğer varlık terimi tek anlamlıysa o hâlde o, tüm örneklerinde aynı anlamı taşıyacaktır. Bu da gayet sorunlu olarak Tanrı’nın, yarattıklarıyla aynı tarzda var olduğunu ima edebilir. Peki, eğer durum buysa Tanrı’nın hangi anlamda yarattıklarına aşkın olduğunu söyleyebiliriz? Beri yandan, eğer varlık çok anlamlıysa şu hâlde varlık teriminin kullanımları arasında ortak olacak herhangi bir ortak anlam söz konusu değildir. Bu durumda yine gayet sorunlu şekilde, “varlık” teriminin tek bir türdeş tanımı olamayacaktır. Dolayısıyla burada, Tanrı’nın varoluşunun tümden bilinemez olması gibi bir tehlike vardır; Tanrı’nın var olduğunu söylememize yarayacak terimleri bile tanımlayamayız. Hem tek anlamlılığın hem de çok anlamlılığın nihai tehlikesi ateizmdir.

    Buna karşın analoji öğretisine göre “varlık” teriminin birbirinden farklı ancak birbiriyle ilişkili anlamları vardır. Varlık kavramının asli ve uygun anlamıyla Tanrı’ya, ikincil ve ilk anlama bağlı olarak yaratılmışlara yüklenebileceği iddia edilmiştir. Bu görüşte varlığın tek bir asli anlamı vardır ve varlığın bununla ilişkili olan birden çoklu anlamları analoji yoluyla bir kılınır. Analoji tek anlamlılıkla çok anlamlılık arasındaki münasip dengeye erişir. O, Tanrı’nın bir yandan yarattıklarına aşkın olmasını teminat altına alırken aynı zamanda O’nun varoluşu hakkında meşru şekilde konuşma imkânı sunar. Analoji öğretisi Tanrı’ya dair doğal bilgimizi (yaratılmışlardan türettiğimiz bilgiyi; Tanrı’nın varlığı Tanrı’ya göredir, tıpkı insanın varlığının insana göre olması gibi”) güvenceye alacaktır. Tanrı’nın aşkın gerçekliği hakkındaki bilgimizin temeli yaratılmış gerçeklik hakkındaki bilgimizle kurulan analojidir (“Tanrı’nın bilgeliği Tanrı’ya göredir, bizim bilgeliğimiz bize göre.”) Analoji aracılığıyla kurulan bu entelektüel bağlantıyı çok anlamlılık öğretisi aracılığıyla kurmak mümkün değildir, çünkü çok anlamlılıkta varlık teriminin ortak bir tanımı yoktur. Analoji öğretisinin öne sürdüğü üzere, tek anlamlılıktaki sorun ise bu yaklaşımın Tanrı’yla yaratılmışlar arasındaki mesafeyi bozması ve böylece bir analoji ihtiyacını tümden ortadan kaldırmasıdır. Tek anlamlılıktaki sorunlu nokta bu öğretinin Tanrı’yı yaratılmış gerçekliğin parçası olarak ele almasıdır.

    Scotus ihtilaflı biçimde bu ortodoksiyi kırmıştır. O, kavramsal düzeyde, asli tek anlamlı bir varlık mefhumu olmaksızın herhangi bir analojik tasavvurun mümkün olamayacağını iddia eder. Yani analojiyi entelektüel açıdan başarıyla yürürlüğe sokmak için varlık teriminin en az iki kullanımı arasındaki anlam benzerliğinin bir örneğine sahip olmak gerekir. Aksi takdirde farklı şeylerin varlığını analoji yoluyla ilişkilendirmeye geçemeyiz. Scotus analoji öğretisini reddetmez, fakat yokluğa veya “yok olmaklığa” karşıtlık üzerinden soyut şekilde anlaşılmış, temel bir varlık mefhumunun olması gerektiğini iddia eder; yani tüm şeyler “[var]dır”, yoksa “[var] değildir” değil. Varlığın bu tek anlamlılığı, diye iddia eder Scotus, metafiziksel düzeyde değil mantıksal düzeydedir. Scotus metafiziksel analoji öğretisini temellendirmek için gerçekliği uygunca tarif etmeye sığınır.

    Scotus ve diğer Orta Çağ filozofları Tanrı’nın doğasıyla ve O’nun yarattıklarına aşkınlığıyla ilgiliyken Deleuze felsefesi Tanrı’nın varlığı sorununa hemen hemen kayıtsızdır. Bu bağlamda Deleuze Scotus’la, aşağı yukarı her zaman teolojik kaygıları mevcut olan Heidegger’in önerdiği yoldan bambaşka bir yolda meşgul olmayı önerir. Scotus’un varlığın tek anlamlılığı kavramıyla belki de en son, 2014’te Aristoteles Cemiyetinde yaptığı başkanlık konuşmasıyla Adrian Moore meşgul olmuştur. Moore burada varlığın tek anlamlılığını “düşünmenin” dahi nasıl mümkün olduğunu soruşturan Deleuzecü problematiği toparlamıştır. Tanrıtanımaz bir içkinlik felsefesine inanarak tek anlamlılığı düşünmek ilk elde “yaşamı onaylayan ve hayalperest olmayan” bir düşüncedir.

    Şimdi, John Duns Scotus’la çağdaş iştigalimizi ve ona yönelik ilgimizi belirli bir bağlama yerleştirmeyi denememe müsaade edin. Böyle bir şeye girişmek geniş kapsamlı bir girişim olsa da yirminci ve yirmi birinci yüzyıllarda Scotus düşüncesinin etkisi altında olan iki geniş kümeyi ayırt etmek mümkündür; bunlar felsefi ve teolojik alanlardır. Ayrıca Scotus’un felsefe alanındaki etkisini zaman zaman kullanışlı bir ayrım olan analitik felsefe ve kıta felsefesi ayrımına göre bir kez daha bölmek de mümkündür.

    Analitik felsefede Scotus’un varlığın tek anlamlılığı öğretisi oldukça belirgin hâle gelmiştir. Filozof Peter Van Inwagen çağdaş analitik felsefenin varlık görüşü olarak değerlendirdiği şeyi şu şekilde özetlemiştir; i) varlık bir etkinlik değildir (varlık, yürümek veya uyumak gibi varlıkların yaptığı bir şey değildir), ii) varlık ve varoluş aynı şeydir, iii) varlık ve varoluş tek anlamlıdır; varoluş kavramı, neye yüklenirse yüklensin ve kendisine ne yüklenirse yüklensin, aynı anlama sahiptir. Belki farklı varlık türleri olabilir (somut ve soyut gibi mesela) ancak onlar aynı anlamda var olurlar. Somut şeylerle soyut şeyler arasındaki fark onların var olma tarzında değil özgülüklerinde ve doğalarındadır. iv) varlığın veya varoluşun tek anlamlılığı birinci derece yüklemler mantığındaki işaretle gösterim dilinde yer alan varoluş belirticiler tarafından gösterilebilir; “Burada şöyle bir x vardır.” (Ǝx) türünden ifadelerde olduğu gibi. Buradaki hayati nokta varlığın veya varoluşun tek anlamlı olarak görülmesidir, çünkü içkin bir bakış açısını muhafaza eden bu kanaattir. Bu durumun sonuçlarından biri de teistlerin dengesiz yakalanıp savunmaya geçmek durumunda kalmalarıdır; şayet varoluşun her şeye yüklenebilen tek bir anlamı varsa şeylerin varlık imkânları için aşkın, metafiziksel bir üstün varlık görünüşe göre çok uzaktır.

    Kıta felsefesine gelince zaten takdim ettiğimiz iki filozofu dikkate almalıyız; Martin Heidegger ve Gilles Deleuze. Önce Heidegger’i ele alalım. Yukarıda anıldığı gibi Heidegger doktora sonrası öğretim üyesi yeterlilik çalışmasını (Yüksek Doktora tezini) Scotus üzerine yazmıştır. Eser Die Kategorien-und Bedeutungslehre des Duns Scotus (Duns Scotus’un Kategoriler ve Anlam Öğretisi) adını taşır. Erken dönemine ait bu metninde Heidegger Grammatica speculativa adını taşıyan bir Orta Çağ eserine, yirminci yüzyılın başlarında bile hâlâ yanlışlıkla Scotus’a isnat edilen bu esere dikkat çekici ölçüde odaklanmıştır. Tarihsel araştırmalar sonunda Grammatica speculativa adlı eserin aslında Erfurtlu Thomas’a; hakkında on dördüncü yüzyılın ilk çeyreğinde faaliyet gösterdiğinden başka çok az şey bildiğimiz bu simaya ait olduğu gösterilmiştir. Thomas geç Orta Çağ spekülatif gramercilerin (Modistae) en etkili üyesiydi ve onun De modis significandi adıyla da bilinen Grammatica speculativa eseri bu düşünce okulu için geleneksel ders kitabı olmuştu.

    Spekülatif gramercilerin tasarılarının merkezinde kelimeler, kavramlar ve şeyler arasında “koşut bir ilişki” bulunduğunu dillendiren fikir yer alır. Bu yaklaşım ilk elde görececilik karşıtı ve psikolojizm karşıtıdır. Bu görüşü şu şekilde düşünebiliriz; spekülatif gramercilere göre şeylerin [var] olma yolu insanın onlar hakkında nasıl düşünebileceğini belirler. İnsan düşüncesi de insan dilini belirler. Yani insan dilleri evrensel “düşünce biçimleri”ni ve bu düşünce biçimleriyse şeylerin var olma tarzını yansıtır. İnsan dilleri nihai gramer ilkelerine uymak zorundadır, dolayısıyla spekülatif gramercilerin tasarıları dillerin bu nihai yapılarının incelenmesidir. Genç Heidegger spekülatif gramercilere ait bu Orta Çağ felsefi tasarısıyla fenomenolojinin kurucusu Edmund Husserl’in (1900/1901 tarihli, 2 ciltlik abidevi çalışması Logische Untersuchungen [Mantık Soruşturmaları] geçenlerde yayımlandı) en muasır psikolojizm karşıtı eseri arasında bir süreklilik görmüştü.

    Gilles Deleuze’e dönersek, Deleuze’ün, Duns Scotus’un varlığın tek anlamlılığı öğretisini kuramsal bakımdan modern bilime uygun olan bir metafizik (bir gerçeklik izahı) geliştirme tasarısının bir parçası olarak nasıl radikalleştirdiği Alan Badiou’nun kendisine şükran duymamız gereken gayretleri sayesinde artık gayet iyi biliniyor. Yine burada da bazı durumlar bilgilendirici olacaktır. Martin Heidegger’in erken dönem eserinden itibaren kıta Avrupası filozofları arasında ontoloji sorunlarına yönelik muazzam bir yeni ilgi ortaya çıkmıştır. (Bu yazıdaki amaçlarımız bakımından ontolojiyi, metafiziğin varlık kavramına odaklanan parçası olarak düşünebiliriz.) Deleuze’e göre son tahlilde ontolojiyle felsefe bir ve aynı şeydir.

    Deleuze’ün gözden geçirilmiş tek anlamlılık versiyonu Duns Scotus ve Heidegger’in eserleri kadar Spinoza ve Nietzsche’nin yazılarına da ciddi şekilde borçludur. Spinoza’nın görüşüne göre evrende iki (ruh ve madde) veya üç (ruh, madde ve Tanrı) değil tek bir töz vardır. O hâlde varlık mutlaka tek anlamlı olmak zorundadır, çünkü gerçeklikte bu tek tözün dışında veya ötesinde hiçbir şey yoktur. Yani her şey tek töze içkin olmalıdır; Deleuze de kendini Scotus’tan Spinoza’ya ve ondan Nietzsche ve Heidegger’e uzanan tek anlamlılığın bu “gizli tarihinin” mirasçısı olarak görüyordu. Aslına bakılırsa Deleuze’ün tasarısını, Heidegger’in varlık ve varlıklar arasında koyduğu (yine Heidegger’in “ontolojik farklılık” dediği) farklılık izahını bizzat Deleuze tarafından bu izahın zorunlu sonucu gibi görülen şeye doğru itme tasarısı olarak okumak mümkündür. Söz konusu sonuç tek anlamlının bizzat farklılığa ait bir şey olarak tanımlanmasıdır. Gerçekten de, filozof ve Deleuze felsefesi uzmanı Dan Smith Deleuze’ün erken dönem büyük eseri Différence et Répétition’u (1968, Fark ve Tekrar) Heidegger’in erken dönem büyük eseri Sein und Zeit’a (1927, Varlık ve Zaman) verilmiş doğrudan bir yanıt olarak okur; bu okumada fark varlığa ve tekrar zamana tekabül eder. Nihayetinde Deleuze’ün görüşüne göre yalnızca tek anlamlı bir ontoloji modern felsefe için modern bilime uygun bir metafizik ve doğru felsefi bir varlık kavramı tedarik edebilir.

    Şimdi, modern zamanlardaki Scotus ilgisinin diğer geniş küresine dönelim. Radikal Ortodoksi denilen çağdaş teolojik hareket John Duns Scotus’un çalışmalarını her zaman olduğu gibi yine son zamanlarda tartışıyor. Radikal Ortodoksi (Radikal Ortodoks teologlar tarafından) “çağdaş akademik teolojideki en etkili teoloji hareketi” şeklinde tanımlanıyor. Bu yaklaşımın öncüsü olan John Milbank gibi düşünürler yeni bir teolojik emniyet hâli diye tarif edilen ruh hâlinde yaşıyorlar. Bu teologlar teolojiyi (bu zamana kadar böyle yapmamış olsa da) insani dünyanın bütünüyle meşgul olan bir şey olarak düşünüyorlar. Onlar aynı zamanda seküler modernitenin bir soy kütüğünü sunmayla da ilgililer. Sekülerlik tarafsız bir alan olmak bir yana, diye iddia ediyor Radikal Ortodoksi, bir ideoloji olarak yaratılmak durumundaydı. İşte tam da bu bağlamda Duns Scotus’un katkıları okunasıdır. Yani Scotus, ortada henüz bir “sekülerlik”in olmadığı Orta Çağ genel uzlaşısından uzaklaşmayı temsil eden temel sima olarak görülmelidir. Milbank’e bakılırsa sekülerlik gerçekten de bir Hristiyan heretizmidir; o, aksi gibi görünse de, eşitlikçi bir tarafsızlık alanı olmayıp “teolojinin ideolojik olarak çarpıtılması”dır.

    Yüksek Orta Çağlar Avrupa’sında, on beşinci yüzyılın başlarına kadar din ve teoloji (eğitime bağlı olarak değişik derelerce) tüm yaşamı dolduruyordu. Martin Heidegger yüz yıl önce (yüksek doktora tezinin kitap olarak basıldığı versiyonun yazar notunda) en çok da Aziz Thomas Aquinas’la (1225-74) ilişkilendirilen ve tüm varlıkların kendi varlıkları için Tanrı’nın varlığından pay aldığını, ayrıca gerçekliğin analojik varlık kavramı üzerinden anlaşılması gerektiğini dillendiren metafiziksel yaklaşımın Orta Çağlarda olağanüstü bir kaynak olarak yaşadığını öne sürer. Yani bu dinî, metafiziksel bakış Orta Çağ insanının “yaşam biçimi”ni ifade eder. Bu bakış açısından bakıldığında ortada hiçbir seküler alanın bulunmayışı gayet önemlidir. Var olan her şey kendi varoluşu için aşkın bir tanrısal varlıktan pay alır ve varlığın en az iki anlamı vardır; yaratılmış (sonlu) ve yaratılmamış (sonsuz) varlık.

    Çağdaş Radikal Ortodoksinin bakış açısıyla Scotus’a yüklenen suçlama şudur; Scotus metafiziği Tanrı’nın aşkınlığını ve tüm varlıkların O’nun varlığından pay aldığını (yani analojik varlık görüşünü) dillendiren bir noktadan uzaklaştırıp aşkınlığı tümden ortadan kaldıran ve dolayısıyla sekülerliğin entelektüel imkânını (yani tek anlamlı varlık görüşü) açan bir noktaya doğru çekerek yeniden değerlendirmiştir. Ezcümle Scotus, bu harekete mensup düşünürlerce, felsefenin teolojiden kopartılma tohumlarını ekmekle suçlanmıştır. Scotus’u izlersek varlık, kendi varoluşu için bir başkasına bağlı olup olmadığı sorusu ortaya çıkmaksızın, kendi içkinliği üzerinden düşünülebilir. Duns Scotus’un varlığın tek anlamlılığı öğretisi seküler modernitenin ve Deleuze gibi düşünürlerin yolunu hazırlamıştır.

    Görünüşe göre Scotus’un yazgısı hem etkileyici hem ihtilaflı olarak kalmaktır. O hayattayken hem felsefesinin hem de teolojisinin bir sonucu olarak görüş ayrılıklarına yol açmıştı ve hâlâ açıyor. Orta Çağ’da onun öylesine kötü bir şöhreti vardı ki Paris’te teoloji profesörü olan Jean de Pouilly onu (1309’da, ölümünden bir yıl sonra) sapkın olarak kınamıştı. Scotus düşüncesiyle uğraşmak hem analitik felsefe hem kıta felsefesi okurları için olduğu kadar teoloji öğrencileri için de bir mecburiyettir. Onun eserleri, Platon ve Aristoteles’le birlikte, varlık kavramının etrafında şekillenen tartışmalarda gelecek kuşaklar için asli referans noktası olarak kalacaktır. Scotus okurlarından biri, yani Gilles Deleuze şöyle bir karara varır; “En başından beri yalnızca bir ontolojik varsayım vardır; Varlık tek anlamlıdır. En başından beri tek bir ontoloji vardır; varlığa tek bir anlam veren Duns Scotus ontolojisi”.

    * Glasgow Üniversitesi

     



    1. 1 Editörün notu: Makale boyunca İngilizce “univocity/univocal” kavramlarını Türkçede sırasıyla “tek anlamlılık” ve “tek anlamlı” ifadeleriyle karşıladık. Türkçede zaman zaman bu kavramlar “tek seslilik/tek sesli” şeklinde tercüme edilse de kavramda ses yerine anlamın mevzu bahis olmasından dolayı “tek anlamlılık” şeklinde çevrilmiştir.