ABDELFATTAH KİLİTO İLE DİL VE EDEBİYAT ÜZERİNE

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Samet Yalçın & Kadir Filiz

    1945 yılında Fas’ın Rabat şehrinde doğan Abdelfattah Kilito, Rabat Üniversitesi Edebiyat Fakültesi mezunudur. Doktorasını 1982 yılında Sorbonne’da Hemedânî ve Harîrî üzerine yazdığı tezle tamamlamıştır. 1968’den beri Rabat V. Muhammed Üniversitesi’nde ders veren Kilito Bordeaux, Sorbonne, Princeton ve Harvard Üniversiteleri ile Collège de France gibi birçok Avrupa ve Amerikan üniversitesinde misafir profesörlük yapmıştır. Arap klasiklerinden Abel Gance filmlerine, Donna Leon’un dedektiflerinden çizgi romanlara kadar geniş bir yelpazede yazılar kaleme alan Kilito’nun Fransız işgali altındaki Fas’ta yetişen bir gencin portresini çizdiği La querelle des images (Suretlerin Münakaşası) isimli bir hikâye kitabı da bulunmaktadır. Arapça ve Fransızca yazan Kilito’nun eserlerinin sayısı 17’ye ulaşmıştır. En bilinen eserleri arasında Araplar ve Hikâye Anlatma Sanatı, Âdem’in Dili, Dilimi Konuşmayacaksın, Yazar ve İkizleri: Klasik Arap Kültürü Üzerine Denemeler, Göz ve İğne: “Binbir Gece Masalları” Üzerine Denemeler sayılabilir. Poétique ve Studia Islamica dergilerine de yazılar yazan Kilito 1989’da Fas Büyük Ödülü’ne, 1996’da Atlas Ödülü ile Fransız Akademi Ödülü’ne ve 2006’da Sultan Kuveys Ödülü’ne layık görülmüştür. Eserleri İngilizce, Fransızca, Almanca, İspanyolca, İtalyanca ve Yunancaya tercüme edilmiştir. Bu önemli düşünür ve edebiyat eleştirmeninin eserlerini Türkçede de görmeyi temenni ediyor ve sizi Kilito’yla baş başa bırakıyoruz.

    Sayın Kilito, yazdıklarınızın arka planında tarihsel bir tecrübe olarak, “evinizde” başka bir dili konuşmak durumunda kalmaktan bahsediyorsunuz. Mülakatınızın yayınlanacağı bu dergi de başka bir evde “kendi” dilini konuşma çabası. (Hatta derginin ismi bile Morgenland kelimesinin literal çevirisi olan Sabah Ülkesi). Bir tarafta “kendi evinde” başkasının dilini konuşuyor olmak, diğer yandaysa “başka bir evde” kendi dilinle kalmak var. Ev ve dil ilişkisini nasıl düşünüyorsunuz?

    Ev esasında terk ettiğimiz yerdir. Terk ettiğimiz için ev, ev olur. Ancak nereye gidersek gidelim onu yanımızda götürürüz. Evden uzak olsak da daima evde yaşarız. Bir başka deyişle, evle meskûn oluruz. Zaten evi unuttuğunuzda öyle ya da böyle oraya döndürülürsünüz.

    1945 yılında Rabat’ta, Fransız işgaline karşı direniş hareketlerinin oldukça yoğun olduğu bir dönemde dünyaya geldiniz. Souffles (daha sonraları Souffles/Anfas) dergisinin çıkmaya başladığı 1960’lı yılların ortaları, yaklaşık olarak sizin de üniversitedeki öğrencilik yıllarınıza denk düşüyor. Souffles dergisini bir çıkış noktası olarak alıp tarihsel tecrübeyi de es geçmeden soracak olursak, Fas’taki ve daha geniş bir çerçevede Mağrip’teki edebî hareketleri nasıl değerlendiriyorsunuz? 60’lı ve 70’li yıllardaki entelektüel iklim nasıldı?

    Medrese eğitimi aldıktan sonra öğretimin çift dilli icra edildiği bir okula kaydoldum, ancak bilimsel derslerde Fransızcanın baskınlığı vardı. Öte yandan, o zamanlar, Arapçanın baskın olduğu okullar da vardı. İşte bu sebeple, iki farklı eğitim ve iki edebiyat dili edinmiş oldum, aslında iki edebiyat edinmiştim, birinde Arapça diğerinde Fransızca ifade ediyordum. Bazıları gözünü Paris’e dikmişti, diğerleri de Kahire’ye. Bu durumun sonuçları günümüzde hâlâ hissedilir, sadece Fas’ta değil, bütün Mağrip ülkelerinde. 1960’lı yıllarda, Arapça yazmayı düşlesem de üniversitede Fransız edebiyatı derslerini takip ettim. Size çelişkili gelebilir fakat bu seçimi yapmamın sebebi, Arapçada daha iyi yazmaktı, en azından ben öyle düşünüyorum. Modern Fas edebiyatı henüz genç bir edebiyat. Bu sebeple, o zamanlar için gerçekten bir edebî hareketten bahsetmek mümkün değil. Yayınlar çok nadir yapılırdı ve bunlara hiç sıkılmadan dudak bükerdik. Bütün dikkatimizi Fransa’daki yayınlara yöneltmiştik, özellikle de Sartre ve Camus’nün yazdıklarına ve Marksist-Leninist ekolün tezgâhından geçmiş kişilerin yayınlarına. Fakat, edebiyat tarihimizdeki en kritik tarihler 1969-1970 arasıdır: Roland Barthes, Rabat Edebiyat Fakültesi’nde ders veriyordu ve Rabat’ta kalması büyük etki yaratmıştı. Onun sayesinde sadece yapısalcılığa değil, psikanalize, tema eleştirisine ve sosyolojiye de ilgi duymaya başladık. Communications, Poétique, Tel Quel gibi dergileri okuyorduk. Yeni Roman olgusunu tartışıyorduk, edebiyat yaklaşımını yenilemeyi arzuluyorduk ve Godard ile Truffaut’nun filmlerini izliyorduk. Sıra dışı zamanlardı bunlar, büyük bir entelektüel coşkunluğu beraberinde getirmişti. Mutlaka okunması gereken çok fazla kitap vardı.

    Hem bir yazar, hem de bir akademisyensiniz; hem Arapça, hem de Fransızca yazıyorsunuz. Fakat bunlar sizin eserlerinizi tanıtmaya yeterli değil. Eserlerinizi nasıl tanıtırsınız?

    Hem Arapça hem Fransızca yazıyorum çünkü her iki dilde de eğitim aldım. Resmiyette Fransız edebiyatı hocasıyım, ancak yabancı ülkelerde bir konferans ya da seminere davet edildiğimde bunun maksadı Arap edebiyatından bahsetmek oluyor ve genelde Fransızca ya da İngilizce konuşuyorum. Makalelerim de üniversitelerde yaptığım konuşmaların ürünü. Bu konuşmalar, beni davet eden meslektaşlarımın ve hedef kitlenin amaçlarına göre Arapça yahut Fransızca yayınlanıyor. Bununla birlikte, gün gelir analiz ederim diye, hikâyelerimi özellikle Fransızca yazıyorum.

    La Langue d’Adam (Âdem’in Dili) eserinizde dilin bitkiler, hayvanlar, felekler ve dünya gibi diğer şeylerle birlikte ortaya çıktığını söylüyorsunuz. Dil sizce canlı bir varlık mıdır? Dilin diğer varlıklarla ilişkisi nedir? Kısacası, dil sizin için ne ifade eder?

    La Langue d’Adam, büyük oranda bazı “başlangıç” mitlerinin bir analizi. Ata binen ilk insan kimdi? İlk kimin saçları beyazladı? Kim ilk Arapça konuştu? Bu zaviyeden, hicri 4. yüzyıldan bir bilge olan Abû Hilal al-‘Askarî, İlkler Kitabı’nı (Kitâb al-awâ’il) yazdı. Ben de elimden geldiğince yorumcuların dil ve Âdem’in Dilleri hakkında söylediklerini bir araya getirmeye çalıştım. Böylece Âdem’in dize yazan ilk insan olduğunu öğrendim ve buna gerçekten şaşırdım.

    Çok genel bir soru ama yine de sormak istiyoruz. Allah Âdem’e esmayı öğretti ayetini (Bakara Suresi 2/31) nasıl anlamışlar ve siz nasıl anlıyorsunuz?

    Bu ayet, Kur’an’ın en gizemli ayetlerinden biri. Tanrıyı ve melekleri bir araya getiren bir sahneyi, bir tartışmayı anlatıyor. Melekler, insanın yaratılmasına karşıdırlar, çünkü yeryüzünde fesat çıkaracağını ve kan dökeceğini düşünürler. Bununla birlikte, ilahî iradenin sağlam temeline de itimat ederler. İşte tam bu sahnede “isimler” sorunu işlenir. Hangi isimler? Yorumculara göre bütün varlıkların isimleri, hem de bütün dillerde. Diller buradan türer, her dil ilahî kaynaklıdır, başlangıçta diller cennetten çıkmadır. Pek tabii bu anlayış da herkesi tatmin edecek yapıda.

    Âdem’in Dili kitabınızda, dünyadaki en eski şiir olarak Hz. Âdem’e atfedilen bir şiirden bahsediyorsunuz. Oğlunu kaybetmenin acısıyla söylenmiş bu şiirin Arap geleneğindeki ilk ağıt (risâ) olduğu söyleniyor. Bu bakımdan kayıp ve dil, şiir ve unutma arasında bir ilişki olduğunu düşünüyor musunuz?

    Şiir, unutmaya karşı mücadele girişimidir. En eski Arap şiiri Mu’allaqât, geride yalnızca izleri kalan metruk bir konağa ağıtla başlıyorsa bu bir tesadüf değil, çünkü burada tükenen bir hafıza metaforu var. Şiir, geçmişin onca zahmetle yeniden inşasıdır. Ancak unutma da illa olumsuz bir şey değil, unutma sayesinde tekrara düşmeyiz ve özgün bir yaratım mümkün olur. Arap şairler bunu biliyorlardı, ezberledikleri şiirleri unutuyorlardı ya da unutturuyorlardı.

    Modernleşme sonrası Arap yazarlarındaki çevrilme beklentisi ile yazmayı şöyle tarif ediyorsunuz: “Modern zamanlardaki bizler için en temel değişim, okuma (ve yazma) sürecine her zaman potansiyel bir tercümenin, diğer dillere aktarım imkânının eşlik etmesidir. Bu durum kadim zamanlarda yaşayanlar için bir mevzu değildi”. Benzer bir tecrübe Türk edebiyatında da mevcut. Avrupa dışında kalan modern edebiyatlar hep bir “geri kalmışlık hissi” veya baskınlık ilişkisi ile mi doğuyor?

    Ne Aristoteles ne İbn Rüşd tercüme edilme derdinde değildi. “Ev”lerinin konforunda olmanın rahatlığını yaşıyorlardı. Klasik dönemde Araplar tercüme yapıyorlardı ancak tercüme edilme fikri akıllarına gelmemişti. Günümüzde bir Arap yazar tercüme edilmemişse yoktur. Burada herhangi bir dili kastetmiyorum, mümkünse bir Avrupa dilini ve hatta İngilizce ya da Fransızcayı kastediyorum. Ancak bu sayede dikkatimizi çekiyor ve hatta ancak bu sayede onu kendi dilinde okuyoruz. Bu olgu kuşkusuz Arap dünyasıyla da sınırlı değil. Roger Caillois Fransızcaya tercüme ettikten sonra Borges kendi ülkesi Arjantin’de tanınmaya başladı. Bu koşullarda birçok Arap yazarın Avrupa’ya göç etme arzusu anlaşılabilir. Derme çatma sallarıyla denize açılıyorlar ve azgın sularda şanslarını denemek istiyorlar.

    Araplar ve Hikâye Anlatma Sanatı ve Âdem’in Dili kitaplarınız çok dilliliği daha kucaklayıcıyken, bizim kanaatimizce Lan Tatakallama Lügati (Dilimi Konuşmayacaksın/Thou Shall Not Speak My Language) kitabınız daha keskin ve eleştirel bir tona sahip. Eserlerinizde bu değişimi nasıl anlamalıyız?

    Bu kitabın başlangıç noktası belki de Fransız bir Arap olan Charles Pellat’nın bir tespitiydi; 1953 yılında Arap edebiyatının derin bir sıkıntı soluduğunu yazmıştı. Ona göre bunun bir istisnası Câhiz’in eserleriydi ki yaşamının büyük kısmını bu eserler için harcamıştı. Bu tespit bende büyük bir sarsıntı yaratmıştı. Arap edebiyatında “bizim” için gurur kaynağı olan her şey “başkalarının” gözünde sıkıntılı olacaktı. 1855’te Paris’te yayınlanan es-Sâk’ale’s-sâk fîmâ hüve’l-fâryâk (Bacak Bacak Üstüne ya da Ağaçtaki Kaplumbağa/La Jambe sur la jambe) kitabının yazarı Ahmed Faris eş-Şidyak, Fransa ve İngiltere’ye ziyareti esnasında bunu acı içinde hissetmişti. Victoria ve III. Napoléon hükümdarlıklarına düzdüğü methiyeler havada kalmıştı. Hepsi bu değil: “Frenklerin lisanını talim eden” soylu Türkler de Arap şiirine dudak büküyorlardı, bu salgın hastalığın tüm Arap edebiyatlarını vurması da çok gecikmeyecekti. Bu duruma içerlemişti ancak tarihin akışından da kaçış yoktu, dolayısıyla Avrupa edebiyatına meyletmekten ve bu edebiyatın türlerini, biçimlerini ve konuşma tarzlarını benimsemekten başka çaresi kalmamıştı.

    Araplar ve Hikâye Anlatma Sanatı kitabınızda belirttiğiniz üzere klasik edebiyatta orijinalliğin yolu taklitten ve zaten var olan bir tarzın kemale erdirilmesinden geçiyor. Şöyle diyorsunuz: ”… şunu akılda tutmamız gerekir ki taklit Arap şiirinin temelidir, bilhassa da mu’arada formunda… Orijinallik çoğunlukla eklenen küçük bir ayrıntıyla, temadaki ufak bir değişiklikle bizi şaşırtan küçük bir oyunla ortaya çıkar…” Klasik edebiyat ile modern edebiyat arasında özellikle de orijinallik ve öznellik bakımından nasıl bir fark görüyorsunuz? Klasik Arap edebiyatında yazar nerede duruyordu? Yazarın bir “öznelliği” var mıydı?

    Mu’arada bir taklit biçimidir, bununla birlikte rekabet fikrini de içerir, hatta seleften daha iyisini ortaya koyma düşüncesi de vardır. İşte bu rekabet bazen yeniliğin ortaya çıkmasına sebep olur. Mu’arada, klasik Arap şiirinin merkezinde yer alır. Şiir her şeyden önce bir sanat olduğundan şairin öznelliği de şiirin konumlandığı türe bağlıdır; methiye mi, hiciv mi, ağıt mı vs.? Aşklarını andığında bunu nasîb türü adına yapar. Öznelliğini belirleyen türdür, bir uzlaşım öznelliği. Konuşan şair değil, türdür. Kendini ifade etmesi değil, her bir şiir türünün kurallarına katı şekilde riayet etmesi beklenir.

    Bu soruyla bağlantılı olarak aklımıza şöyle bir soru da geliyor: İslam dünyasının velut bir yazarı olarak İbnü’l Arabî, Fusûsü’l-Hikem’i kastederek “Kitap bana rüyada verildi, bu kitabı açıkla dendi.” diyor. Bu tarz ifadelerin yalnızca İbnü’l Arabî ile de sınırlı olmadığını biliyoruz. Bir şekilde kitap yazarın dışında kalan bir kaynağa atıfla yazılmaya başlanıyor. Bu durumda kitap kimin kitabı oluyor?

    Kadim yazarlar genelde büyük bir şahsiyetin buyurmasıyla yazdıklarını söylerler. El-Harîrî’nin Makamât eserinin mukaddimesinde bunu görürüz. Peygamber modelinde kaynağını buluyormuş gibi gözüken İbnü’l Arabî de bu kuraldan müstesna değil. Fusûsü’l-Hikem eserinde peygamberi şahsen rüyasında gördüğünü söyler. Peygamber ona bir kitap gösterir ve muhtevasını yaymasını emreder. İbnü’l Arabî de kendini kitabın alıcısı ve ileticisi olarak sunar. Kendi ifadesini kullanacak olursak bir “vâris”tir. Bu konu üzerine düşündüğümüzde mirasın bir mu’ârada biçimi olduğunu görürüz: Zamanında bir selefe ait olan bir şeyi elde ederiz.

    Klasik edebiyatta sıkça edebî türlerin birbirine girdiğini ya da edebî türler arasındaki ayrımların keskin olmadığını görüyoruz. Aynı şekilde sizin eserlerinizde de soğuk akılla yazan analitik bir üsluptan ziyade hikâye anlatır gibi eleştiri yapan bir üslup okuyoruz. Üslup ve edebî türler meselesini siz nasıl görüyorsunuz?

    Genel okura hitap etmeye çalışıyorum. Söylemi çeşitlendirmenin ve arasöz sanatını icra etmenin münasip karşılandığını klasik yazarlardan öğrendim. Bir anekdot bir denemeyi kurtarabilir, ancak söylemek istediğimiz şeyleri bir potada eriten bir anekdotu da her gün bulamıyoruz.

    Abbasiler döneminde başlayan çeviri hareketi İslam dünyasında Arapça felsefe denen şeyi ortaya çıkardı ve sonucunda kendine özgü bir felsefi düşünce doğdu. Modernleşme sonrasında da Avrupalı düşünürler çevrilmeye başlandı fakat 9. ve 12. yüzyıllardaki gibi orijinal bir felsefi düşüncenin doğuşundan bahsedemiyoruz. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

    Bildiğimiz üzere tercüme hareketini başlatan Abbasi Devleti’ydi ve bu faaliyet için çok iyi koşullar sağlamışlardı. Bu bakımdan, al-Mansûr ve al-Ma’mûn gibi halifelerin rolleri belirleyicidir. Bunun yanında, Arap felsefesinin tesis edilmesinin yüzyılları aldığını unutmayalım. Muazzam eserler ortaya koyan Arap edebiyatına nispetle 20. yüzyılda Arap dünyasındaki felsefe üretimi görece sönüktü. Arapların modern dünyaya büyük ölçüde edebiyat ve sinema eserleri sayesinde katıldığını düşünenlerle aynı fikirdeyim ben.

    Klasik İslam/Arap düşüncesinde dil genellikle hakikate ulaşmada bir araç olarak görülüyor (her ne kadar bazı istisnai figürler olsa da). 20. yüzyıl Avrupa düşüncesinde dilin bu konumu değişti ve dil hakikatin ve düşüncenin bir koşulu, açıldığı yer hâline geldi. Bu dönüşümü nasıl değerlendiriyorsunuz?

    Dil, varlığın meskenidir; zaman geçtikçe bunun farkına daha iyi varıyoruz. Bu konuda, Faslı felsefeci Abdessalam Benabdelali’nin çalışmaları dikkate değer. Tercüme, onun ilgi alanlarından biri, Fransızca yayınlanan eserleri de bunu gösteriyor zaten: Sur la traduction (Çeviri Üzerine) ve Hospitalité de l’étranger (Yabancının Misafirperverliği).