DİL HİKMETİN YOLUDUR: KESİN BİLGİ YOLUNDA DİLDE ÖZNE DEĞİŞİMİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Ekrem Demirli

    Suret söz kande buldu
    Kaçan söz ıssı oldu
    Surete kendi geldi
    Dil hikmetin yoludur
    Yunus Emre

    Giriş
    İnsanın düşünme-konuşma üzerinden tanımını yapmak felsefenin hareket noktasıdır. Bir yandan insanı dille ilişkisiyle tarife kalkarken aynı zamanda düşünmenin önündeki en büyük engelin dilden kaynaklanan sorunlar olduğunu biliriz. Bu durumda insan hem dile muhtaçtır hem de dile karşı mücadele vermekle zihnini yetkinleştirir. Dil dışımızdaki dünyayı bize taşıdığı kadar bize kim olduğumuzun bilgisini verir. Bu itibarla insan dilde doğar, dünya bize kendini dilde gösterir, dille taşınan değerler zihnimizi şekillendirir. Zihnimizin “‘a-priori’ bilgileri var mıdır yok mudur?” sorusu bir yana, zihnimiz dille binlerce yıllık insanlık hafızasının parçası hâline gelir. Bu itibarla bireyin dil karşısında iki durumu var: Birincisi insanın dile olan ihtiyacıdır. Dil olmasa düşünemezdik, her şeyden önce kimliğimiz teşekkül etmezdi. Bu kez dilde verili bulduğumuz dünyanın anlamı üzerinden esas ciddi sorun tebarüz eder: Dilin taşıdığı değerler insan için bir “mağara” hâline gelerek mücadele dilmesi gereken kuşkular ve bilgisizliklerin kaynağı olur. Gerçekte insanın en büyük ve en çetin mağarası dilidir. O zaman insanın zihnen yetkinleşmesi dille mücadelenin neticesidir.

    Zihnin yetkinleşme sürecinde dille mücadele etmek iki disiplinin yönteminin en önemli merhalesidir: Birincisi filozofların metafizik bilgiye ulaşma yöntemiyken ikincisi sufilerin zihni-ahlakı yetkinleşme yöntemleridir. Filozoflar burhani bilgiye ulaşabilmemiz için dilin üzerimizdeki etkilerinden sıyrılmamızı isterler. Haddizatında mantık eğitimi veya doğa bilimleri alanındaki eğitim dilimizi hakikate mutabık hâle getirmenin hazırlayıcısıdır. Buradaki ana nokta duyularımızın ve hayalimizin üzerimizdeki etkilerinden uzaklaşarak salt akli bilgilere varabilmektir.

    Bu süreçte şunu fark ederiz: Gerçekte neyi biliyoruz ve neyi bilgi zannediyoruz? İbn Sina “Cedelci ile safsatacı metafizikçinin bilgisine ortak olur.” derken kullandığımız dilin ortaya çıkardığı sorunlara ve dilin etkisinden kurtulmanın zaruretine dikkatimizi çeker. Burhani bilgiye ulaşabilmek için cedelci ve safsatacının bilgiyle kurduğu ilişkiyi bırakmamız gerekir. Bu ayrışmayı yapmadığımız sürece ise hakikatin tarihini konuşuruz sadece. Bu bakımdan kullandığımız dil hakikatin evi olsa bile gerçekte onu sınırlayan ve nihai hakikatten zihni uzak tutan engeldir.

    Müslüman düşünce içerisinde dilin zihnimizin üzerindeki etkilerini en iyi fark edenler sufiler oldu; belki tek fark eden sufiler idi demek daha doğru olabilir. Bu itibarla tasavvufu baştan sona bir dil terbiyesi ve muhasebesi şeklinde yorumlamak mümkündür. Sufilerin nefs terbiyesinde kullandıkları riyazet ve mücahede yöntemi dilin zihin üzerindeki etkilerini izaleyi amaçlar; riyakârlıktan kibre kadar birçok zaafımızı dille bize öğretilir. Dil toplumsal âdetleri ve kimlikleri bize yüklerken tasavvuf “âdetlerin etkisinden kurtulmak” hâline gelerek dille mücadeleyi bize öğretir. Zahitlik dilin değerler dünyasını değersiz görmek demektir. Bununla birlikte erken dönem tasavvufunda dil eleştirilerini okuyabileceğimiz metinler pek azdır. Bu meyanda birkaç söz ile hakikat karşısında dilin yetersizliğini anlatan görüşlerden başka malzeme bulamayız. İbnü’l-Arabi’yle gelişen metafizik düşünce eleştirileri sistematik hâle getirmekle birlikte geçmişi anlayabileceğimiz çerçeve ortaya koydu: Geçmişin dil eleştirisini bile İbnü’l-Arabi’nin dilinden öğrenmek durumundayız.

    Bu noktada ilk soru sudur: Acaba tasavvufta dil eleştirileri nasıl bir zeminde vücut buldu? İlk sufilerin önemli bir kısmı eğitimli insanlar değillerdi, fakat dil eleştirisine kaynaklık teşkil edebilecek cümleler önce bilgi anlayışına yönelik cümlelerdi. Kendilerinin ilgi göstermediği bilimleri yetersiz bularak görüşlerini anlatmaya başladılar. Dinî ilimlerde bilginin yetersizliği sorunu gerçekte hakikatin dile gelmez olmasının neticesi idi. Biz dilin verdiğini bırakarak hakikate gitmek zorundayız; sufilerin bilginin yetersizliğiyle ilgili görüşlerinin çıkış noktası burasıydı. Bilimlerde “kîl ü kal (denilirse, deriz; soru-cevap)” tasavvufta hakikatin yoksunluğunu anlatan bir duruma işaret ediyordu: Tasavvuf “soru-cevap” dönemine erdiğinde, gerçekte bitmişti. Meselenin ikinci yönü ise dildeki öznenin tespiti idi. Dildeki özne-yüklem bizim varlığı idrak edişimize göre değişir. Normal şartlarda insan kendi cümlelerinin öznesidir: Ben yaptım, gittim, bildim vs. Tasavvuf ise tam bu noktada gerçek öznenin idrakiyle dilimizin değişeceğini fark etti. O zaman şimdi kullandığımız dilimizin hakikat önünde perde ve engel olduğunu kabul ederek dikkatimizi dildeki hatalarımıza çekmeliyiz. Sufiler “Varlığın en büyük günahtır.” derken dildeki en büyük kusurumuza dikkatimizi çektiler: Ben demek! Dilin üzerimizdeki etkisinden kurtulmak toplum ve onun dayattığı değerlerden kurtulmak demektir. Bu durumda süluk süreci varlıktaki hakiki öznenin idrak edilmesiyle birlikte dilde öznenin yer değiştirmesiyle neticelenecektir. Sufiler bu yer değiştirmeyi genellikle edatlar üzerinden anlatarak “insana göre Tanrı bilmek” derecesinden “Tanrı’ya göre Tanrı’yı ve insanı bilmek” derecesine varmak istediler. Gerçekte bu konuşulan dilin tam anlamıyla değişmesi demekti.

    Önce insan Allah’a doğru seyreder. Bunun adı seyr-ilellah yani Allah’a doğru seyirdir. Burada bilginin ve talebin öznesi insan, nesnesi ise zihnimizin karşısında pasif şekilde duran Tanrı’dır. İnsan Allah’ı talep ederken -Tanrı bir şey yapmamaktadır- , O’na ulaşmak istemektedir, hatta O’nu sevdiğini düşünmektedir. Bu süreçte insan Allah hakkında bilginin-talebin öznesi olduğu gibi hareket ettiği nokta kendisi ve kendi dünyasıdır. Bu talebin neticesinde sahip olduğumuz bilgi Tanrı’nın varlığı bilgisidir. Biz Tanrı’yı bizi yaratan ilke olarak tanırız. Aramadaki ilke bulduğumuz hakkındaki bilginin keyfiyetini belirler: O’nun kemali sürekli bizi yaratmasında tezahür edecek, biz O’nu hep bize olan nimetleriyle öveceğiz. Bu anlatımda özne ben iken Tanrı benim parçam olarak dile gelir. Meselenin en önemli noktası burasıdır: Benim özne olduğum bir dünyaya mukabil Tanrı’nın benim var edenim olmasıdır. Bu bilgi neticesinde Tanrı hakkında sorumluluklarım bile ortaya çıkabilir. Bu kez öte dünya üzerinden benin varlığı tespit ve tahkim edilir. Bu noktaya kadar tasavvufun hakikate ulaşma yönteminden söz etmemiz için bir neden yok. Çünkü bütün bu süreçte Müslümanlar aynı kanaatlere sahiptir: Hepsi için Tanrı onların varlıklarının bir parçasıdır (fer), Tanrı onlar için ve onlara göre vardır. Buna insan biçimli Tanrı anlayışı dememiz yerindedir. Sufilerin “seyr-ilellah” dedikleri durum budur.

    Peki “Allah’a doğru” olan yolculuk bitecek midir? Daha doğrusu insanın Tanrı hakkındaki arayışı bir yerde karar kılacak mıdır, yoksa hep yolda mı olacağız? Sorunun cevabı hem evet hem hayır şeklinde verilebilir! İnsan sonsuz olan Tanrı hakkındaki arayışı bir noktada karar kılamaz. Allah sonsuzluktur ve insanın ulaşabileceği şey sadece bilgideki âcizliktir. Hz. Peygamber’in “Biz seni hakkıyla bilemedik.” şeklindeki duası buna işaret eder. O zaman şöyle bir soru ortaya çıkar: Din bilginin kemaline ulaşabileceğimiz metafizikçilere âcizliği mi gösteriyor? Bilgide yetersizliği savunmak belli bir yere kadar dine alan açabilir ancak nihai bilgiden söz etmediğimizde imanı temellendirmek mümkün olmayacaktır. Bu yönüyle sorunun ikinci cevabının evet olması lazımdır. Haddizatında zatında “Allah’ı bildim” veya “gördüm” şeklinde tasavvuf literatüründe ortaya çıkan ifadeler kesin bilginin anlatımıdır. O zaman şöyle bir paradoksa ulaşırız: Hem bilemeyiz hem biliriz; hem varamayız hem varırız.

    Allah hakkındaki arayışın “vuslat” ile neticelenmesi Müslüman âlimlerin büyük kısmına göre imkânsızdır. Mutezile kelamcıları ahiret hayatını da dâhil ederek Allah hakkındaki bilgimizin “nazari bilgi” seviyesini aşmayacağını söyledi. Ehl-i sünnet ahirette “Allah”ı görmeyi kabul ederek kesinlik için bir cevaz verdi. Sufiler ise hem dünya hem de ahiret yurdunda insanın hakikat bilgisinde ve Allah’a vuslatında kesinliği savunanlardır. Bununla birlikte sufilerden normatif geleneğe yakın duranlar daha temkinli hareket ederek “görmek, müşahede etmek” şeklindeki sözleri yorumlarlar. Allah hakkında kesin bilgiye dünya hayatında ulaşabileceğimizi söyleyenler ise vuslatı, Hakkı görmeyi “inaçtaki kesinlik” anlamında alarak Allah’a ulaşmamızı temellendirmek isterler. Meselenin ayrıntısı bir yana bizim için önemli olan nokta buradaki dildir: Bir insanın Tanrı’ya ulaşmasının neticesi dildeki yer değiştirmedir. Artık dilde özne ve asıl olan insanın yerini Tanrı alarak insanın bilgide “fer” hâline geldiği bir süreç ortaya çıkar. Bu durumda insan Allah’ı Allah ile bilir, hatta kendini de Allah ile bilir. “Eşyayı Allah ile bilmek” tabiri normal dilde bir paradokstur. Fakat tasavvuf iki seyir sürecini ayrıştırmak için bu paradoksu kabul etmek zorundadır: Allah’ı kendimize göre bilmek ile kendimizi Allah’a göre bilmek, mübtedi (başlayan) ile müntehinin (bitiren) Allah hakkındaki bilgisinin ifadesidir. Bu durumda ulaştığımız nihai hikmet ve marifet dile gelerek başka insanlara bir “suret” içinde anlatılır.

    Allah “Ben” Olursa Ben-Sen Kim Olabilir: Zamirler ve Allah-İnsan İlişkisi
    Bir sufi şöyle sormuştur: Allah hakkında kullanabileceğimiz en uygun/hakikate mutabık zamir hangisidir? Bu soru Tanrı’nın bilgimizdeki yerini tespitle ilgili olduğu kadar aynı zamanda O’nun hakkında konuşmamızın imkânını da soruşturmak demektir. Allah bizden ontolojik ve epistemolojik olarak “uzak” ve bize “gaib” ise o zaman O’nu üçüncü şahıs zamiriyle anlatmaktan başka çare yoktur. Bu zamir varlığını kabul etmekle birlikte kendisi hakkında bilgisizliğimize imkân veren bir zamirdir. Bu durumda sorunun cevabı açıktır: Tanrı hakkında en uygun zamir hüve, yani üçüncü tekil şahıs zamirdir: Burada bir zamir kullanmaktan söz etmiyoruz; bir durumdan ve irtibat tarzından söz ediyoruz. Tanrı bizim için bir hüviyet ise insana ve âleme “ben ve sen” diye konuşabileceğimiz göreceli bir yer bırakmış demektir. Öyle görünüyor ki Müslümanların büyük kısmı için Tanrı bir hüviyet, yani “O” zamiri ile işaret edilen meçhul hakikattir. Kelamcıların “şehadet ile gaybe istidlal” yöntemi için böyle bir bakış açısı gereklidir. Bazı sufiler meseleyi daha karmaşık hâle getirerek “Tanrı hakkındaki en uygun zamir “sen” zamiridir.” demişlerdir. İlk başta anlaşılır görünen ifade gerçekte hiç anlaşılır değildir: Tanrı’nın ‘sen’ olabilmesi için benim kim olmam gerekir? Ben “ben” isem öteki insan kim olacak? Böyle bir durumda insanın konuşması-idraki üçlü bir hâl alır: Görmediğimiz Tanrı’ya sen, kendimize ben, karşımızdakine ise “o” diyeceğiz. Sufilerin rıza ve tevekkül üzerinden yorumladıkları iyimser dünya görüşü Tanrı’nın “Sen”, yani gerçek muhatap olması anlayışı üzerine kuruludur. Tasavvuf tarihi hakkındaki okumalar şöyle bir tespite götürür: Herhangi bir konuda Bayezid-i Ekber sözünü söylememişse konu kapanmamış, İbnü’l-Arabi söz söylememişse yorum bağlanmamış demektir. Bayezid “Allah hakkındaki en doğru ve hakikate mutabık zamir ‘ene’ yani ben zamiridir.” dediğinde iş izah edilemez noktaya varır. Allah “Ben” ise o zaman soru şudur: Ben kimim? Bayezid böyle bir sorunun cevabını vermeyerek “şatahat ehli” sayılır: Sözü idrakimize sığmayanların imamı! İbnü’l-Arabi ise soruya ikna edici olmasa bile bir cevap arayarak metafizik geleneğin kurucusu olur. Ona göre sorunun gerçek cevabını dilin dışında bulana kadar söyleyeceğimiz şudur: Mutlak ve gerçek özne Allah iken biz sadece O’nun tecellisiyiz. Seyr ü süluk nihayete erdiğinde muamma çözülmüş olacaktır.