AŞK DERDİNE DERMAN ŞİİR VE MUSİKİDİR

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: M. Hakan Alvan & Türkan Alvan

    Geleneksel tıp, vücuttaki safra, kan (dem), balgam ve sevdadan ibaret dört sıvının (ahlât-ı erba,a) dengesiyle insan sağlığının dengelendiğini anlatır. Ahlât-ı erba,a, her insanın mizacında farklı oranlardadır. Osmanlı hekimleri bu yüzden, kendisine gelen hastanın mizacını tanımayı çok önemserdi. Çünkü mizacın bozulması anlamına gelen hastalık, bu sıvıların dengesizliğiyle alakalıdır. Mesela, solunum yolu hastalıklarının sebebi balgam; iç organı hastalıklarının sebebi safra; kalp ve damar hastalıklarının sebebi kan hıltındaki dengesizliktir. Fuzûlî, Sıhhat u Maraz adlı alegorik eserinde geleneksel tıp anlayışına göre ahlât-ı erba,ayı kişileştirilerek gönlün sıhhat bulmasını anlatmıştır. Modern tıpla az çok uyuşan bu yaklaşımda bizim asıl konumuz sevdadır. Hipokrat’ın benimsediği bu görüş humoral patoloji diye tanımlanır. Günümüzde psikiyatride karşılıksız aşk sendromu tanısıyla tedavi edilen hastalar vardır. Aşk hastalığına yol açan habbetü’s-sevdâ, habbetü’l-kalb, sevdâü’l-kalb, esvedü’l-kalb de denilen sevda/süveyda; kalbin ortasındaki kara bir noktadır. Tasavvuf düşüncesine göre bu nokta, insan aklının idrak yeridir; ilahî aşk, burada tecelli eder. Kalp ilahî tecellilerle her an değişim hâlindedir ve bu hâliyle akıldan üstündür. Kalplerde sadece murakabe ehlinin bildiği ilahî bir korunmuşluk vardır ki Allah onu kalplerde örtmüştür.
    Muhabbet kelimesinin kökü olan habb “tane, tohum, nokta” demektir ve muhabbet kalbin habbesinde (süveyda) karar kılmıştır. İnsanın göz bebeği de siyahtır ve muhabbet mahallidir, etrafındaki beyazlık ise Cenâb-ı Hakk’ın ru’yet mahallidir. Arşın bile etrafında döndüğü süveydayı; Erzurumlu İbrâhim Hakkı, Mârifetnâme’de şöyle tanımlar:

    “Kalbin ortasında süveydâ adı verilen siyah bir nokta vardır ki burası iç âlem güneşinin doğuş yeridir. O cihanın ruhu ve insan kalbinin arşıdır… Bu mücerret nokta, ilk akıl ve mükemmel ruh olan en büyük noktanın karşısında kâmil insanın aynasıdır. Bazı kalplere dolan akl-ı me’âd o noktanın eseridir. Rasulullah’ın (sav.) ‘Akıl kalpte nurdur.’ buyurması gibi bu iç âlem güneşinin müminlerin kalbine doğduğunu gösterir. Hayvani ruh uyuyup vücudun organları sakinleştiğinde uyanık olan ve rüya gören nokta süveydâdır. İnsan hakikati o sırdır, bu nokta mananın cevheridir. İç âlemin güneşi siyah noktaya dolar ve beyne yansır; insanın duyularını aydınlatır, organlarına hayat verir. Kalp Allah adının nüshasıdır sonsuz sırları taşır. Şu hâlde kendi gönlüne giren su ve toprağın yükünden kendini kurtarır. Onunla gönül sohbetlerine girilir, huzura ve saadete kavuşulur.”
    Aşk ateşi süveydâdadır. Süveydânın siyah oluşunun sebebi bu ateştir. Âşığın gönlü, sevda ateşinde yandıkça aşkın sırrı ortaya çıkar. İnsan âşık olunca bu karalık kalbi kaplar, insanı mecnun edermiş:
    Gerçi ki yanmakda dil ahker-i sûzân ile
    Lîk süveydâdadur âteş-i pinhân-ı aşk
    (Şeyhülislam Yahya)

    “Gerçi gönlüm yakıcı bir kor ile kavruluyor, ama aşk ateşi asıl süveydâda gizlidir.”

    Benzer gam-ı aşk âteşinün harkatıdur kim
    Göz nûrı gibidür dil-i âşıkda süveydâ
    (Behiştî)

    “Âşığın gönlünde süveyda gözünün nuru gibidir. Aşk derdinin
    ateşinde yanışıyla aynıdır.”

    Tartduk bu aşk cefâsın tâ erince ma’şûka
    Zirâ ki ol dost benüm derdümün devâsıdur
    (Yûnus Emre)

    “Bu aşk cefasını Sevgili’ye kavuşuncaya dek çektim. Tartınca bildim ki o Dost benim derdimin devasıdır, cefasını yine çekerim.”

    Klasik Türk Şiirinde Aşk Hastaları
    Klasik Türk şiirinde kara sevdaya tutulan âşığın hâllerinden bahseden sayısız beyit vardır. Divan şairi, âşığın kendisidir. Âşığı perişan eden, yemeden içmeden kesen sevda derdi, aslında âşığın dermanıdır. Âşık; sevgilisi için kanlı yaşlar döken, onulmaz yaralara düçar olmuş bir hastadır. Kendine ve etrafına zarar vermesin diye nasıl deliler zincire vurulursa aşkın mecnuna çevirdiği âşık da sevgilisinin saçının zincirine bağlanmıştır.

    Akıl hastaları eskiden darüşşifalarda tedavi edilmekteydi. Sevgili uğruna deli divane olan âşığın darüşşifası, sevgilinin dudaklarıdır. Gönül derdinin ilacı, panzehri (tiryak) olan sevgilinin dudakları hekimdir, bir busesiyle âşığı tedavi edebilir. Ancak sevgilinin dudağı mim gibidir, hatta yoktur. Bu şekilde âşığın vuslatı aslında hayaldir. Vuslat ümidini kaybeden âşık, sevgilisinin semtinde köpeklerle düşe kalka teselli bulur:

    Bu derd-i bî-devâdan ey halâsım isteyen hâzık
    İlâcın sor leb-i la,l-i şifâ-bahş-i nigârımdan
    (Seyyid Nigârî)

    “Ey beni bu çaresiz dertten kurtarmak isteyen usta hekim! Sen o ilacı resim gibi güzel sevgilimin şifa bahşeden la,l dudağından sor!”

    *
    Bir aceb dârü’ş-şifâdur kûy-i yâr
    Haste varan mübtelâsı hoş gelür
    (Bâkî)

    “Sevgilinin semti acayip bir hastanedir ki oraya şifa bulmaya giden hastalar derdinden zevk almaya
    başlar.”
    *
    Ten-i bî-câna müjen hançeri kim câna geçer
    Haste-i ‘aşka ecel şerbeti dermâna geçer
    (Avnî)

    “Cansız tenime sapladığın kirpiklerinin hançeri canıma işledi. Aşk hastasına ecel şerbeti şifa olurmuş.”
    *
    Bîmâr-ı gamım benden bîçâre tabîb el çek
    İtme emegün zâyi bana olan olmuşdur
    (Necâtî)

    “Ey doktor, beni bırak! Ben aşk derdiyle öyle çaresiz hastayım ki emeğin boşa gitmesin bana
    olanlar olmuş.”
    *
    Cünûn vâdîlerin hep devlet-i aşkında tayy etdim
    Hemân bir rehgüzârım düşmedik dârü’ş-şifâ kaldı
    (Nâbî)

    “Delilik vadilerini hep aşkının bahşettiği devlet sayesinde aştım. Bu aşk yolculuğunda uğramadığım bir tek hastane kaldı.”
    *
    Dehânum hokkasındandur devâsı derdünün dirsin
    Tabîbüm ben de bildüm haste-i hicrâna çâren yok
    (Şeyhülislam Yahya)

    “Ey doktorum, derdinin dermanı sevdiğinin hokka ağzında saklıdır, diyorsun. Anladım ki bu ayrılık
    acısı hastasına çare yok. Çünkü sevgiliyi
    öpmem imkânsız.”
    *
    Hasta-diller derdinin dermânı aşkullâhdur
    Şol gönüller sıdkının îmânı aşkullâhdur
    (Ümmî Sinân)

    “Hasta gönüllerin derdinin dermanı Allah aşkıdır. O gönüllerin sadakatinin imanı Allah aşkıdır.”

    Âşık, sapsarı yüzü, kan ağlayan gözleri, dert ve mihnetle incelip kıla dönmüş, dal harfi gibi iki büklüm bedeniyle; klasik Türk şiirinde türlü benzetmelerle tasvir edilir. Bazen yüreğini bağrı yanık laleye (gelincik) benzetir, aşk yolunda her türlü derde, hatta yok oluşa razıdır. Baharda aşkı depreşen âşığın bağrı ah ateşiyle yanık, gönlü kırgındır. Sevgilinin cevr ü cefası, naz ve işvesi, rakibin hileleri ve hasret acısıyla Mecnun’dan beter hâldedir. Ancak, âşığın derdinin dermanını tabipler bilemez. Yine de âşığın şiirlerde tabiple söyleşirken ondan psikolojik destek aldığı bir gerçektir. Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî’sindeki Padişah ile Cariye kıssasında; amansız hastalığa tutulan bir cariyenin derdini, hekim cariyenin nabzını kontrol ederek anlamıştır. Bu hikâyede aslında tasavvufi kavramlar sembolik olarak anlatılmıştır. Cariyeye âşık olan padişah ruhu, cariye nefsi, hekim insân-ı kâmil olan mürşidi, diğer hekimler sahte ve yetersiz şeyhleri, cariyenin âşık olduğu kuyumcu ise dünya zenginliklerinin sembolüdür. Klasik Türk şiirindeki hekim-aşk hastası ilişkisinde tedavi yöntemlerinden de bahsedilir:

    Künc-i belâda hâlini sor hasta dillerün
    Gel tabîb-i rûh cevâb al suâle çek
    (Helâkî)

    “Gel ruh doktoru, bela köşesinde aşk hastası gönüllerin hâlini, hatırını sor; onlara soru sor ki cevap versinler.”
    *
    Bilürsin nûr-ı dîdem tûtiyâya katılur cevher
    N’ola aglarsa hâk-i pâyüne çeşm-i güher-pâşum
    (Bâkî)

    “Bilirsin şifalı olsun diye inci ezilip tozu sürmenin içine katılır. Ey gözümün nuru sevgilim, semtinin toprağına karışan gözyaşlarım da boşa gitmiyor, o inciler gibi gözüme çektiğim şifalı sürme oluyor.”
    *
    Nabz-ı Aynî üzre sakın barmagun koma tabîb
    Barmagun kibritin anun nâr-ı şiryânı yakar
    (Karamanlı Aynî)

    “Ey doktor, sakın Aynî’nin nabzına parmağını koyma, onun ateş dolu atardamarı senin parmağını yakar.”
    *
    Şerbet-i la,lindeki hâsiyeti bilmem ve lîk
    Nişter gamzen aceb üstâd imiş kan almada
    (Nedîm)

    “Senin la,l dudağının şurubu nasıldır, bilmem, ama neşter bakışın kan almada epeyce üstatmış!”
    *
    Çâk görüp göğsümü kılam ilâcım tabîb
    Zâyi’ olur merhemin bende biter yâre yoh
    (Fuzûlî)

    “Ey doktor, aşk uğruna parça parça ettiğim göğsümü tedavi için uğraşma! Bitmez tükenmez yaralarıma merhem yetiştiremezsin, hem merhemin boşa gider.”
    *
    İsterse n’ola haste gönül yâre sarılmak
    Mecrûh olıcak lâzım olur yara sarılmak
    (Bâkî)

    “Aşk hastası gönlüm sevgiliye sarılsa şaşma! Yaralanan kişinin yarasının sarılması şarttır.”
    [Cinas sanatı var.]

    İbn Hazm aşk hastalığına düçar olanların acılardan zevk aldığını ve asla iyileşmek istemediğini anlatır Sevdâyî mizaçlı olan kişilerin benzinin rengi koyu renkli ve donuk olur; mizacı zayıf ve incedir. Damarları hafif ve ağır atar, devamlı kederli olur. Sevda maddesi ihtiyarlıkta ve sonbaharda fazlalaşır. Hekimler aşk hastalarını oğul otu (bâd-rengbûye), sığırgözü (mîs-behâr) çalı ardıcı (dîv-dâr) vb. türlü otlar, bin bir tür kuş eti, çiçek suları, özellikle eftimun (gelinsaçı) çiçeği ve kıymetli taşlar, özellikle yakut tozuyla tedavi etmeye çalışsa da aşk illetine tutulanların derdine çare, sadece sevgiliye vuslattır:

    Arak-rîz olsa ruhsârı tesellî-yâb olur hâtır
    Mücerrebdür hele âb-ı şükûfe def’-i sevdâya (Nâşid)

    “Sevgilinin yanağı terlese gönlüm teselli bulur. Zira sevdanın tedavisinde çiçek suyunun faydalı olduğu denenmiştir.”
    *
    Ağzı la,lin hokka yâkûtî müferrih lebleri
    Cevherî terkîb istersen leb-i dilber yeter
    (Bâkî)

    “Güzelin hokka gibi ağzı la,l taşı kırmızı; yakut terkibi ilaç ise dudaklarındır. Aşk derdine mücevherle tedavi istersen gönül alan sevgilinin dudaklarının şifası sana yeter.”

    Gerçekten Karasevdaya Tutulan Şairler
    Karasevdaya tutulan âşıklar sadece şiirlerde anlatılan hayalî kahramanlar değildir. Tezkirelerde de sevdâyî meşrep şairlerin hâllerine dair oldukça ilginç bilgilere rastlayabilirsiniz:

    Bursalı Celîlî (v.1577) başarılı bir şairken genç yaşta mecnun olmuştur. Ayda bir hamama gider; yalınayak, kısmen çıplak sokaklarda dolaşırmış. Genelde sokakta bir kenarda, evi önünde oturur, kimseyle konuşmaz, ama selamlaşırmış. Bazen uzun süre ortalıktan kaybolurmuş, hatta bir ara öldü diye ulufesi kesilmiş ve mirasını paylaşmışlar, sonra çıkagelmiş. Ara sıra Bursa Ulu Cami’ye gider, kışın elinde yelpaze, sarığında bir gül takıp gezermiş. Hüsrev ü Şirîn, Leyla vü Mecnûn, Hecrnâme, Meheknâme, Yusuf u Züleyha mesnevileriyle hamse sahibi olan Celîlî, Sultan Fatih adına Şehnâme Tercümesi de yazdı. Eserlerinin çoğunu cezbe hâlindeyken yazdığı bilinen Celîlî, mürettep bir Dîvân sahibidir. Hecrnâme mesnevisinde ise öykünün kahramanı Celîlî’nin kendisidir ve olgunlaşmak için manevi bir yolculuğa çıkar. Zühtten çevrili duvarlar ardındayken bir güzel şeklinde karşısına çıkan Hızır’a (as.) âşık olur. Bundan sonra başından geçenler anlatılır. Eserin sonunda Sevgili Celîlî’yi başkaları için terk eder, şair bu durumu kabullenir. Celîlî’nin şiirlerinde bazen şuh bir Yahudi veya Hristiyan güzeline de methiyeler vardır.

    Aydınlı Habîbî ve İznikli Halîlî (v.1485) de sevdâyî mizaçlı olduklarından uzun süre aşk derdiyle ağlayıp mecnun gibi gezmişlerdir. Halîlî’nin daha sonra aşk hasretiyle yaşadıklarından esinlenerek yazdığı Firkatnâme adlı eseri halk arasında çok sevilmiştir. Her iki şair de daha sonra ilahî aşka dönerek tasavvufa meyletmişler, Halîlî daha sonra şeyhlik mertebesine yükselmiştir. Yine Rumelili şairlerden Helâkî ve Nâlişî kalender-meşrep, coşkun âşıklardandı. Nerede bir güzel görse meftun olan bu şairler güzeller uğruna dayak yemeyi, sapsarı benizle hasta ve gönlü yaralı gezmeyi göze alacak kadar sadık âşıklardı. Işıklar Alevî zümresinden, Ehl-i Beyt’e ve On İki İmam’a gönül veren Helâkî’nin, bir güzel uğruna mahlası kaderi olmuş ve o dilberin sevgilisi tarafından helak edilmiştir. Yine aşk yüzünden mecnun olan şair Atûfî, sevdâyî-meşrebinden mütevellit daima aşk sarhoşu olarak gezen şair İshak yanında; Fatih’in hakkında idam fermanı vermesine rağmen güzel-cemal tutkusundan vazgeçmeyen vezir-i azam büyük divan şairi Ahmed Paşa’yı ve kadı şairlerden Meâlî’yi (v.1536) de zikretmeliyiz. Tezkiresinde birçok âşık şairden bahseden Âşık Çelebi’nin (v.1572) de aşka düşkünlüğünden ince hastalığa tutulup vefat ettiği söylenir.

    Evliyâ Çelebi, Germiyan beyi Yakub Han’ın aşka müptela olduğu sıralarda çöğür sazını icat ettiğini haber veriyor. Yine Akşemseddin’in torunu ve Yusuf ile Züleyha mesnevisinin sahibi Hamdullah Hamdi’nin oğlu Şems Çelebi (Şems-i Cihân); aşk derdine düştükten sonra yonkar adlı bir sazı icat edip âşıkâne şiirler söylemiştir.

    Fatih devri şairlerinden Pîr Dede Ömer Rûşenî (v.1486-87), gençliğinde Bursa’da Yeşil İmaret Medresesi müderrisi Çandarlı İbrahim Paşa’nın asistanıyken (mülazım); Gelincik Çarşısı tüccarlarından birinin oğlu olan Hızır Bâlî’ye yakınlık gösterir. Bazı kötü niyetli kişilerin dedikoduları şehre yayılınca; Dede Ömer Rûşenî çok üzülür ve 40 gün halvete girer. Dede Ömer Rûşenî, rüyasında gördüğü Hızır a.s.’ın işaretiyle Seyyid Yahya Şirvanî hazretlerine gidip intisap etmek için yol hazırlığına başlar. Rivayete göre, tıpkı Leyla ile Mecnun hikayesindeki gibi mecazi aşktan ilahî aşka geçen Dede Ömer Rûşenî’ye, bu kez talebesi Hızır Bâlî âşık olur. Ailesi çocuklarını aşk hastalığından kurtarmak için Dede Ömer Ruşenî’ye gelip “Oğlumuzu şerefli hizmetinizden ayırmayın, yanınıza alın.” derse de Dede Ömer Rûşenî bu teklifi kabul etmez ve “Ben asıl Hızır’ı buldum, onun nefesinden istifade ettim.” der.

    Yukarıdaki örneklerde klasik İslam toplumunda, özellikle bazı mutasavvıflar arasında yaygın olan cemâl-perestlik/mahbûb-perestlik diye adlandırabileceğimiz psikolojik bir durum söz konusudur. Bu mutasavvıfların cemal tutkunu olmasının asıl sebebi, tasavvufun aşk ve güzellik anlayışından kaynaklanır. Var olan her şeyde cemâl-i ilâhîyi seyretme mümkündür. Ancak bu mutasavvıflar cemâl-i ilâhînin en mükemmel hâlinin -cinsiyet ayrımı yapmadan- güzel yüzde tecelli ettiğini düşünürler. Bu güzelliğe karşı duyulan aşk, şehvetten ve hazlarından uzak, ilahî/ruhi kaynaklıdır.  Zira onlar nefslerini tezkiye ettikleri için bunda sakınca görmemişlerdir. Nitekim Hz. Peygamber, bir seferinde “Rabbimi rüyada genç ve güzel bir delikanlı suretinde (şabbü emred) gördüm.” buyurmuştur.

    Burada özellikle, Dede Ömer Rûşenî’nin yaşadığı yukarıdaki hadiseyi doğru anlamak gerekir. Dede Ömer’in, Hızır Bâlî adlı talebesinin güzel cemaline, aklına veya huyuna meftun olmasını, talebesinden cinsel fayda umduğu şeklinde yorumlamak, bu büyük zata iftira olur. Öncelikle Şeyh Rûşenî, eğer şâhidbâzlık gibi kötü bir niyete girip günah işleseydi, bunu kendisi çekinmeden anlatmazdı. Çünkü büyük günahı özendirecek şekilde anlatmak, ayrıca günahtır. Kaldı ki öyle olsaydı, çocuğun ailesi, oğullarını Dede Ömer Rûşenî’nin emrine vermek istemezdi.

    Ancak, güzelliğe tutkun olan bu tür mutasavvıflar, topluma kötü örnek olabilecekleri gerekçesiyle başka mutasavvıflar tarafından eleştirildiler. Mesela Şems-i Tebrîzî, sakıncalarına binaen mahbûb-perestlik konusunda daha tedbirli davranmıştır. Şöyle ki Şems-i Tebrîzî seyahati sırasında böyle bir şeyhe (Evhadüddin Kirmânî) rastlar. Şems-i Tebrîzî, nerede genç bir çocuk görse onun yüzünü temaşa etmekten kendini alamayan bu şeyhe tepki gösterir. Şeyh “Güzellerin yüzü ayna gibidir. Ben Allah’ı o aynada müşahede ediyorum.” deyince Şems-i Tebrîzî “Ey ahmak, mademki Allah’ı su ve toprak aynasında görüyorsun, niçin can ve gönül aynasına bakıp da kendini aramıyorsun?” diye karşı çıkmış. O vakit adam hemen secde edip günahlarının bağışlanmasını dilemiş.
    Aşk hastalarının yemeden içmeden kesildiği ve genellikle vereme yakalandığı herkesçe bilinir. Bu yüzden halk arasında verem “ince hastalık” olarak bilinir:

    Lokman u Aristo bulamaz derdüme derman
    Ben haste-yi aşkum ciğerümde veremüm var
    (Halim Giray Han)

    Faruk Nafiz Çamlıbel de Han Duvarları şiirinde Orta Anadolu’da yaptığı yolculuk boyunca Maraşlı Şeyhoğlu adlı derdinden verem olmuş bir âşığın izini han duvarlarında sürer. Çamlıbel, önce Niğde’de bir hanın duvarındaki şiiriyle tanıştığı bu âşık ile yol boyunca gönül bağı kurar. Ne var ki Araplıbeli’nden sonraki durağı İncesu’da bir handa Şeyhoğlu’nun dörtlüğüne rastlayınca Çamlıbel’in içi yanar:

    Garibim namıma Kerem diyorlar
    Aslı’mı el almış haram diyorlar
    Hastayım derdime verem diyorlar
    Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ım ben

    Şiirin sonunda Çamlıbel, tanımadan gönülden sevdiği bu Maraşlı âşığın aşk derdiyle ecel şerbetini içtiğini öğrenince hüznünü şöyle anlatıyor:

    Arabamız tutarken Erciyes’in yolunu:
    Hancı dedim, bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu’nu?
    Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende,
    Dedi: “Hana sağ indi, ölü çıktı geçende!”
    Yaşaran gözlerimde her şey artık değişti
    Bizim garip Şeyhoğlu buradan geçmemişti
    Gönlümü Maraşlının yaktı kara haberi
    (Faruk Nafiz Çamlıbel)

    Hekim Şairler ve Musikişinaslar
    Aşk hastalarının derdine deva bulmak için özellikle musiki ve şiirle çeşitli tedavi yöntemlerini uygulayan kimi hekimler, aynı zamanda iyi birer şair ve musikişinastırlar. Hekimlerin özellikle şiir ve musiki gibi güzel sanatlarla uğraşanları melankoli, karşılıksız aşk sendromu gibi ruhsal rahatsızlıklarla ilgilenirken hastalarıyla iletişim ve tedavide daha etkili olmuşlardır.

    Bunlardan aşk hastalarını tedavi ettiği bilinen en eski hekim, tabîb-i hâzık İbn Sînâ’dır (v.1037). Kendisi Eş-Şifâ ve En-Necât adlı eserlerinde darüşşifalarda uygulanan tedavilerde musiki makamlarının hangi rahatsızlıklara iyi geldiğini anlatırken özellikle büzürg makamının sevda hastalığına iyi geldiğinden bahsetmiştir. İbn Sînâ, nabız ritmi ile musiki arasındaki uyumdan bahsederken hekimlerin hastalarının nabzını takip edebilmeleri için mutlaka musiki ilmine vâkıf olmaları gerektiğine inanıyordu. Kendi anlattığı bir vakada Gürgân hükümdarı Kâbus Veşemkir’in yeğeninin nabzını yoklayarak düçar olduğu aşk hastalığını teşhis ve tedavi etmiştir. Gürgan’ın mahallelerini saymasını istediği genç hastanın nabzı sevdiği kızın mahallesinden bahsederken birden hızlanır. O zaman İbn Sînâ, “Bu genç, filan mahallede, filan evdeki filan kıza âşıktır, ilacı da o kıza kavuşmasıdır.” deyince genç utanıp yorganı başına çeker, teşhis doğrulanır.

    Tezkirelerde de şair olan hekimlerin aşk hastalarının derdini yakinen hissedip onların tedavi olması için elinden geleni yaptığına dair kayıtlar var. Tespit edebildiğimiz kadarıyla Cemaleddin Aksarayî (XIV.yy.), Ahmedî (v.1413), Ahmed-i Dâî (v.1427), Bedr-i Dilşâd (XV.yy.), Hacı Bayrâm-ı Velî’nin halifelerinden Pîr Akşemseddin (Şemsî) (v.1459), Harnâme şairi göz hekimi Şeyhî (v.1431), şair ve bestekâr hekim ve âlim Şükrullah Şirvanî (v.1488), Halîmî (v.1516), Ahî Ahmed Çelebi (v.1524), Hayreddin Hızır (v.1541), Şeyh Merkez Efendi (v.1551), Nidaî, Vesim Abbas (v.1761); Emir Çelebi (v.1638), Beşiktaşlı Şeyh Yahya Efendi (v.1570), II. Selim devri şair tabiplerinden Edirneli Sinanoğlu (Atâyî); tabîb-i hâzık Edirneli Sâfî, şair Yusuf Rahîkî, Karamanlı şair Subûtî, Baştabib Şifâyî, saray hekimi, şair ve iyi bir saz virtüözü olan Acemzâde Mustafa Emîrek, astrolog ve hekim Nasûhî, musikişinas ve hekim Salih el-Halebî (v.1669), şair Tabîbî, Ta’dîlü’l-Emzice adlı eserinde makamların tedaviye etkisinden de bahseden şair ve hekim Hasan Şuûrî (v.1694), Edirne Bîmârhânesi tabibi Atâ, şair ve hekim Kâtibzâde Mehmet Ref’î (v.1796), Bokratü’t-dehr Câlinusü’l-âsr tabîb-i mâhir feylesof Mirzâ Aka (1805-?), Yahudi asıllı Yahya Hâkî, Ali Çelebi (Hâlîs), Hekimbaşı Abdülazîz (Azîz) (v.1783), Devâyî, II. Selim devrinde Hekimbaşı Nidâyî el-Mevlevî, Hoca Nusret Ebûbekir (v.1796), tabîb-i hâzık Ayaşlı Şabân Şifâyî-i Hakîm (v.1704); Celvetî, Nakşibendî ve Bayramî olan ve Risâle-i Musıkî adlı eserinde özellikle ruhsal rahatsızlıkların müzikle tedavisine dikkat çeken şair ve musikişinas hekimbaşı Gevrekzâde Hâfız Hasan (v.1801); musiki, şiir ve resim sanatlarında hezârfen Şanizâde Ataullah (v.1826), şair ve edip tabiplerden Behçet Mustafa (v.1834), Hekimbaşı Abdülhakk Molla (v.1854) bunlar arasındadır.

    Yine Servet-i Fünûn şairi Cenab Şehabeddin (v.1934), musiki ile tedaviye dair bir eseri olan doktor Abdullah Cevdet (v.1932), Kilisli Sedat Pınar (d.1924-?), Behçet Aysan (v.1993), diş hekimi Ayten Uğuralp (v.2010) günümüzde Hüsrev Hatemî (d.1938) de yaşayan şair ve edip hekimlerimizdendir. Hekim bestekârlar içinde ise Mehmet Suphi Ezgi (v.1962), Osman Şevki Uludağ (v.1964), Selahattin İçli (v.2006), Ayhan Sökmen (v.2013), Şükrü Osman Şenozan (v.1957), Suat İ. Gürkan (v.1983), Refet Kayserilioğlu (v.2003), Ali Kemal Belviranlı (v.2003), İrfan Doğrusöz (v.2003), Abidin Gerçeker (d.1929), Ali Rıza Kural (d.1951), Teoman Önaldı (d.1936), Alaaddin Yavaşça (d.1926), Halit Ziya Konuralp (d.1927), Cahit Öney (d.1926), Ümit Mutlu, Aytekin Çolakoğlu (d.1945), Adnan Çoban, Abdullah Uysal, Murat Saim Tokaç sayılabilir.

    Aşk Hastalarının Musikiyle Tedavisi
    Musikiyle tedavi Türklerin tarihi kadar eskidir. Elinde kopuz vb. sazıyla hastaları tedavi eden baksı; İslam geleneğinde rolünü musikiden anlayan hekim ve tabiplere devretmiştir. Fârâbî, İbn Sînâ, Safiyyüddîn el-Urmevî’den (v.1294) sonra Osmanlı’da da hekimler, müzikologlar musiki nazariyatı yanında musikinin insanla olan ilişkisini incelemişlerdir. Musiki makamlarının insan psikolojisi üzerinde zamana ve mekâna göre tesiri vardır. İnsan mizacının yukarıda belirttiğimiz özelliklerine göre musiki makamlarıyla örtüşen özelliklerini bilen hekimler; fiziksel ve ruhsal hastalıkların tedavisinde makamlardan ve sazlardan istifade etmişler, bu hususta risaleler yazmışlardır.

    Karasevdaya tutulan âşıkların musikiyle tedavisi darüşşifalarda yaygın bir uygulamaydı. Evliyâ Çelebi, eşsiz Edirne Bîmârhânesi’ni ziyaretinde aşk hastalarının tedavisinde bin bir çeşit çiçek, kuş eti, baharatlar yanında musikinin nasıl uygulandığına şahit olur. Baharda nice genci mecnun eden dilberler, Edirne Bîmârhânesi’ni ziyaret edip âşıklarını seyredermiş. Evliyâ Çelebi o dilberlerin güzelliğini görünce “şifâdan me’yûs…dîvâne-misâl olup gözünün akı karasına ve yaşı sümüğüne ve tükrüğü balgamına ve balgamı salyasına karışup” bir an kendinin de bu tımarhaneye düşeceğini zanneder:

    “Bayezîd Han Camisi’nin dış büyük avlusu sağındaki İrem bağı içinde bir darüşşifası vardır… ilkbaharda cinnet mevsiminde Edirne’nin aşk denizi çukuruna düşmüş sevdazede âşıkları çoğalınca, hekimin emriyle bu tımarhaneye getirirler, altın ve gümüş yaldızlı zincirlerle boyunlarına zincir gerdanlıkları bağlayıp her aslan yatağında yatar gibi kükreyip yatarlar. Kimisi havuz ve şadırvanlara bakıp saçma sapan sözler ederler. Nicesi o kubbenin etrafında olan gül ü gülistan, bağ ve bostan reyhanistan içinde bülbüllerin yanık sesli nağmelerini deli biraderler dinleyip onlar da perdesiz ve ölçüsüz yüksek sesle bağırıp çağrışırlar. Bahar mevsiminde çiçek kısmından sim ü zerrîn, nebatî, deveboynu, müşk-i rûmî, yasemen, gül-i nesrin, şebboy, karanfil, reyhân, lâle, menekşe, erguvan, şakâyık, nergis, sünbül, buhûr-ı Meryem ve safran gibi çiçekleri hastalara verip güzel kokularından şifa bulurlar. Deli biraderlere bu çiçekleri verince kimini yerler kimini yerlere atarlar. Biraz akıllıları koklarlar…Özellikle bahar mevsiminde…Edirne şehrinin bütün dilberleri…tımarhaneye gelerek divanelerini seyran ederler…”

    “…Bayezîd Han, hastalara şifa, dertlilere deva, divanelerin ruhuna gıda olması ve sevdayı defetmesi için 10 adet hanende ve sazendelerden gulam-şâdî (şen şakrak köle) gibi 3 hanendei 1 neyzen, 1 kemanî, 1 mûsikârî, 1 santurî, 1 çengî,(166a)…1 udî tayin etmişti ki haftada üç kere gelip bu 10 adet hanende ve sazende üstatları hastalara ve deli biraderlere fasıl çalarlar… Gerçekten de musiki ilminde rast, nevâ, dügâh, segâh, çargâh, sûzinâk şifa veren makamlardı, ama zengüle makamı ile bûselik makamında rast karar olunsa insana hayat verir. Bütün makamlarda ve sazlarda ruha gıda vardır.”

    Edirne Bîmârhânesi, günümüzde Edirne Darüşşifa Müzesi hâline getirilmiştir. Bu müzede temsilî bir aşk hastasının tedavi edildiği oda da sergilenmektedir.

    Divan şairleri de musikinin karasevdalı âşıkların tedavisindeki tesirinin farkındaydılar. Sözün insan ruhuna tesiri musiki sayesinde artmaktadır. Bu nedenle şiirlerinde musiki makamlarının anlamlarını tevriyeli olarak sıkça kullanan şairler, aşk derdine makamlar yoluyla çare aramışlardır:

    Musiki tavsîfe sığmaz defter ü dîvânlara
    Haste-yi aşka aceb rûh-ı revândır musiki
    (Âdile Sultân)

    “Musikinin methi hiçbir kitaba sığmaz! Musiki, aşk hastasına can bağışlayan muhteşem bir şeydir.”
    *
    Bezm-i muhabbetde ben haste-i aşkı görür
    Mutrıb u neyzen hemân durmaz okur üfürür
    (Nev’izâde Atâyî)

    “Muhabbet meclisinde neyzen ve diğer sazendeler aşk hastası hâlimi görünce şifa bulayım diye okuyup üflemeye başlar. ”
    *
    Şifâ-sâz eyle ben pür-derde rûhefzâ imiş sâzun
    Al anı çengüne meclisde budur mutribâ kânûn

    Sadâsı bî-bedel nakşı güzel garrâ musâhibdür
    Gıdâ-yı rûhdur sâfî virür kalbe safâ kânûn
    (Zâtî)
    “Ey sazende, eline sazını al da hasta hâlime şifa ver; senin sazın cana can katıyor. Bezm meclisinin kanunu/sazı budur! Kanun sesi eşsiz, nakşı güzel, göz alıcı bir dosttur. Ruhun şifasıdır, kalbe safa verir. (Beyitteki gıda-yı ruh Şehzade Korkut’un icadı bir sazın da adıdır.)”
    *
    Bâkî dem urma seyr-i makâmât-ı aşkdan
    Geç âh u nâle nagmelerinden karâre gel
    (Bâkî)

    “Ey Bâkî, aşk makamlarının seyrini sürmeyi bırak. Ah vah nağmelerini bırak da karar perdesine gel.”
    *
    Sûz-ı dilden her kaçan âşık ki efgân eyleye
    Murg-ı mihri çarh tennûrında biryân eyleye
    (Emrî)

    “Âşık gönlündeki ateşten suzidil makamında ne vakit feryat etse güneşin kuşu ateşinde kebap olur. ”
    *
    Nagme-i şeh-nâza bogdurmuş niyâzı gâlibâ
    Nâle-i uşşâk birkaç perde pest olmış yine

    “Âşıkların uşşâk makamındaki feryadı yine birkaç pest perdeden sevgililer sultanının nazında (şehnaz makamında) niyazı kaybettirmiş.”
    *
    Nagme-i cân-gâh-ı sultânî Hüseynîler kanı
    Mutrıbâ sen aşka dâ’ir bir hevâ bilmez misin
    (Kânî)

    “Ey sazende, sen aşka dair bir nağme bilmez misin? Hüseynî makamında sultanların sevdiği nağmeler nerde? -Veya şehitler sultanı Hz. Hüseyin neslinin kanı gibi cana işleyen aşk eseri nağmeler var.”
    *
    Makâm-ı râhat-ı ervâha bestedir gûyâ
    Benim figânıma nisbetle nâle-i bîmâr
    (Sünbülzâde Vehbî)

    “Hastanın inlemeleri benim feryadımın yanında rahatülervah makamında bir bestedir.”

    Son olarak sözün sazla buluşmasıyla ortaya çıkan ve aşk derdine deva olacak bazı eserlere kulak verelim:

    Tâhirbûselik Beste:
    Dest-i sâkîden çekip câm-ı neşâtı Cem gibi
    Başladım ol şevk ile cûş u hurûşa yem gibi
    Vâsıfâ mecrûh-ı hicrânın onulmaz yarası
    Sarmadıkça yâri sîneye merhem gibi
    Güfte: Enderûnlu Vâsıf
    Beste: Küçük Mehmed Ağa
    *
    Segâh Şarkı:
    Olmaz ilâc sîne-yi sad-pâreme
    Güfte: Nâmık Kemâl
    Beste: Hacı Ârif Bey
    *
    Muhayyer Şarkı:
    “Devâ yokmuş neden bîmâr-ı aşka”
    Güfte:?
    Beste: Hacı Ârif Bey
    *
    Uşşâk Şarkı
    “Can hasta düşüp şiddet-i sevda-yı serimden”
    Güfte: Recâizâde M. Ekrem
    Beste: Sermüezzin Baha Bey
    *
    Ferahnâk İlahi:
    “Derd-i Hakk’a talib ol dermâna erem dersen”
    Güfte: Niyâzî-i Mısrî
    Beste: Zekâî Dede
    *
    Hicaz Şarkı:
    “Nabzım ele almakda ey tabîb çâre ne söyle”
    Güfte: Esadpaşazâde Said Bey
    Beste: Şeyh Ethem
    *
    Hicaz İlahi:
    “Müştâkım yâre yok mu bir çâre”
    Güfte: Visâlî
    Beste: Dr.Kenan Sayacı
    *

    Rast Şarkı:
    “Hicrân ile dil-hastayım ümid ile nâlân”
    Güfte: Faik Ali Ozansoy
    Beste: Sultan Vâhideddin
    *
    Dügâh İlahi
    “Yâ İlâhî âsitânın hastaya dâr-ı şifâ”
    Güfte: Mustafa Fenâyî Dede
    Beste: Zekaizâde Ahmed Irsoy
    *
    Karcığar Şarkı:
    “Hasta-yı gamdır şifâ ister gönül”
    Güfte: Leyla Saz
    Beste: Asdik Ağa
    *
    Acemaşîran Şarkı:
    “Biz ol âşıklarız kim dâğımız merhem kabul etmez”
    Güfte: Yahya Kemal
    Beste: Refik Fersan
    *
    Hicaz Şarkı:
    “El çek tabîb el çek yaram üstünden”
    Güfte: Erzurumlu Emrah
    Beste: Ali Şenozan
    *
    Tabîblerde ilaç yoktur yarama
    Aşk deyince ötesini arama
    Her nesnenin bir bitimi var ama
    Aşka hudut çizilmiyor Mihribân”
    Türkü (Güfte: Abdürrahim Karakoç)
    *
    Sinemde gizli yaramı kimse bilmiyor
    Hiçbir tabib şu yarama merhem olmuyor
    Boynu bükük bir garibim yüzüm gülmüyor
    Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen”
    Türkü (İcra: Neşet Ertaş)