17. YÜZYILDA OSMANLI KUDÜS’ÜNDEN BİR PORTRE: EFSANEVİ ŞEYH MUHAMMED B. MUHAMMED EL-HALÎLÎ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Ali Qleibo

    On sekizinci yüzyılın ilk on yılında Osmanlı’nın uzak eyaletlerinde düzensizlik hâkimdi; nitekim bu dönemde Osmanlı ordusunun dikkati dışarıdaki savaşlardaydı. Eşkıyalar, yol kesen haydutlar ve yağmacı Bedeviler köyleri, kentleri ve Filistin’den Mekke’ye yol alan hac kervanlarını dehşete düşürüyorlar, yağmalıyorlardı. Bu teröre alışmış ürkek Kudüslülere ancak şehir surlarının ardına çekilmek kalıyordu. Gece bütün kapılar kapanırdı; Herod Kapısı hariç. Bu kapı Arapçada Bâbü’s-sâhire adıyla bilinir ve sehira fiilinden gelen bu ad kelimesi kelimesine “gece geç saatte girme kapısı” anlamına gelir. O dönemlerde, tam olarak MS 1711’de efsanevi Şeyh Muhammed el-Halîlî gayet mühim bir adım atar ve Herod Kapısı dışında bulunan bağında bir yıl içinde ilk kasrı (saray benzeri malikane) inşa eder. O böylece müstahkem şehir surlarının güvenliğinden çıkıp önde gelen bir teolog ve sufi şeyh olarak sahip olduğu büyük dinî saygınlık tarafından korunan açık sahraya geçerek tehlikeli bir adım atmış olur.

    Şafii fıkıh ekolünün baş müftüsü olarak verilen otorite, Kadirî tarikatı şeyhi olarak taşıdığı itibar ve kervanları Mekke kadar uzaklara ulaşan bir tüccar olarak sahip olduğu büyük variyet onun Kudüs surları dışında yaşama şeklindeki öncü girişimine izin vermiştir. O 1714’lerde öylesine yüksek bir konuma erişmiştir ki geniş ailesini, Bâbü’s-Silsile’nin (Zincir Kapısı) hemen yanında, Mescid-i Aksâ’ya çok yakın ve Medresetü’l-Belediyye’de bulunan konutlarından çıkarıp Herod Kapısı dışındaki, ilk olarak kendisinin bir kasr, bir malikane inşa ettiği şu yaşaması zor sahraya yerleştirebilmiştir. Kudüslülerin şehir surlarına sığındığı bir dönemde Şeyhin peş peşe gelen Osmanlı mutasarrıfları sayesinde tehlikeyle alay edecek cesareti, variyeti ve siyasal bağlantıları vardı.
    Babam 1892’de, Şeyh Muhammed’in kızıyla kardeşi Yahya’nın oğlu arasındaki evlilikten, bu kuzenler arası evlilikten gelme torun olarak Kasru’ş-Şeyh’te (Şeyhin Malikanesi) doğdu. Babam geniş bir aileyle birlikte 1922’ye kadar, yani Britanyalıların günümüzde üzerinde Rockefeller Müzesi bulunan bu topraklara el koyduğu tarihe kadar anılan malikanede yaşadı. Tarihin bir cilvesi olarak, el-Halîlî’nin öncü adımının ardından burada inşa edilen on yedinci ve on sekizinci asır malikanelerinden yalnızca “Kasru’l-Halîlî” (el-Halîlî’nin Malikanesi) ayaktadır.

    Hanefi okulunun (devletin resmî fıkıh mezhebi) müftüsü ve soylu aileler topluluğunun başı (nakîbüleşraf) olan Hasan Abdüllatif el-Hüseynî’nin yazdığı toplumsal kayıt da aynı şekilde ilginçtir. Kendisinin Kudüs Ayanının Biyografileri (Terâcimü a‘yâni’l-Kuds) kitabında zengin tüccarların, Osmanlı mutasarrıfının ve yüksek mülki idarecilerin sessizce geçiştirildiğini görünce şaşırıyoruz. Yalnızca şerif olan âlimler bu kitaba dâhil edilmeye layık görülmüştür. Biyografiler tarih yazıcılarının döneme dair ufkunu yansıtır; dinî işlevlerin, teolojik başarıların ve doğum-ölüm tarihlerinin özet mahiyetindeki sıralanışı alegorik ve oldukça şatafatlı bir belagatle süslenmiştir.

    Şeyh el-Halîlî’nin ölümünden yetmiş yıl sonra yazdığı Kudüs Ayanının Biyografileri kitabında yazar, “hakikat”i bilen ve sufi terminolojiye göre Tanrı’yla bağlantıya geçen (mekşûfün ‘anhü’l-hıcâb; kendisinden perdeler kaldırılmış kişi), mitsel, kutsal bir adamın konumu aktarır. Şeyhin eşsiz bilgisi ve Tanrı sevgisini aktaran birçok sembolik anlatı içinden yazar el-Halîlî’nin Hızır’la karşılaşmasını anlatır. Tanrı’nın evrensel bir temsilcisi, özel görevlisi olan Hızır’la Kur’an’a göre Mûsâ peygamber de karşılaşmış ayrıca büyük sufi İbnü’l-Arabî de çok kez onun aracılığıyla Tanrı’yla bağlantı kurmuştur. Hızır’ın Şeyh el-Halîlî’ye zuhur etmesi Tanrı’nın takdisi ve inayetinin işaretidir. Sufi alegorik metaforlar ve dinî simgeler bu biyografiyi, yalnızca büyük bir âlim, bir teolog olarak değil aynı zamanda manevi bilgiyle yanıp kül olmuş bir sufi olarak el-Halîlî’nin yüksek mevkisini gösteren bir işaret hâline getirir. Mescid-i Aksâ’nın batı yönündeki alt avlusunda bulunan el-Eşrefiyye medresesine gömülmesi; ayrıca onun hoş, rengarenk sırmalı elbisesinin, asasının ve yeşil sarığının Müslüman Müzesinde bulunması bir şerif, âlim ve sufi Tanrı aşığı olarak yüce kişiliğini kanıtlar.

    Müslüman Kudüs’ün toplumsal tarihine yönelik giderek artan ilgi ve Şeyh el-Halîlî vakfiyesinin izahlı bir şekilde Dr. İshak el-Hüseynî ile Dr. Ebu’l-Leyl tarafından yayımlanması el-Halîlî’nin bilgeliğine ve maddi variyetine oldukça büyük bir ilgiyi çekti. Çağdaş araştırmacılar onun Kudüs’e vakfettiği geniş bağışlar listesinden çoğunlukla etkilenmişlerdir; ilk olarak bir halk kütüphanesi bağışlamıştır, ardından sayısız mal mülk, kendisinin yazdığı elyazmaları ve kitaplarının sayımı da içeren, aslında tüm variyetini sıraladığı bir vakfiye gelir. Kendisini, muazzam bir Kudüslü şahsiyet olarak 1695’te doğan, yerli ve mitolojik bir sima olarak tanıtan on sekizinci yüzyıl biyografisi ana kaynak hâline gelmiştir.

    Biyografik anlatılar tarih bilgimizi zenginleştirir. Öte yandan modern biyografi yazarları dinî sufi tarih yazımının maskelerine, aklileştirmelerine ve idealleştirmelerine kaptırıp giderler ve metni nesnel bir veriymiş gibi eleştiriye tabi tutmaksızın yeniden üretirler. Onlar geniş ölçüde, malumat kaynakları olarak bu on sekizinci yüzyıl biyografisine dayanırlar ve bu kaynaktaki verileri şeriat mahkemelerinin engin arşiv verileriyle karşılaştırmazlar; oysa bu arşivlerde on üçüncü yüzyıldan beri çeşitli görevlerin ve aile variyetlerinin kayıtları da yer alır. Şeyhin neslinden gelenlere dair aile anlatıları bile görmezden gelinmiştir.

    Modern biyografilerde Şeyh el-Halîlî bir gecede Kudüs’te üne ve variyete kavuşan karanlık bir göçmen olarak efsanevi mevkisine erişirken, benim kendi arşiv çalışmalarım onun gayet köklü ve iyi durumdaki Kudüslü Şeyhler soyundan geldiğini gösteriyor. Varlıklı bir ailede doğan Şeyh okuması için Ezher’e gönderilirken kardeşi Yahya da aile işlerini yönetmiştir. Abdüllatif el-Hüseynî’nin on sekizinci yüzyıl biyografisi Şeyh el-Halîlî’nin manevi yükselişini maddi terimlerle tarif eden böyle bir sufi alegorisidir; buradaki anlatı onu, Tanrı’nın cömertliğini örneklercesine paçavralar içinden zenginliğe yükselmiş bir şahsiyet olarak gösterir. Daha sonraki tarihçiler bu sembolik anlatıyı yanlış yorumlamış ve onu lafzi olarak okumuşlardır. Üstelik onun adı da modern Filistinlilerin bakış açısına göre yorumlanmıştır, zira yirminci yüzyılda “Halîlî” ifadesi El-Halil şehrinden olan birine gönderme yapar sadece. Gelgelelim “Halîl” Tanrı’nın dostu, yani Halîlullah olan Hz. İbrâhim’in bu lakabından gelmedir ve İbrâhim burada gömülü olduğundan şehir bu adı almıştır. Modern coğrafi, demografik bağlamı göz önüne aldığımızda Tanrı’nın dostu, Halîlullah şeklindeki bu dinî lakap tasavvufi bağlamın dışında önemini yitirir.

    Meseleyi daha karışık hâle getiren bir durum da erken dönem Osmanlı kayıtlarında birçok kez el-Halîlî adından önce “Şeyh” ifadesinin gelmesidir. Modern araştırmacı Muhammed Ghosheh vakfedilen şeylere dair yazdığı incelemesinde düzensiz emlak mülkiyeti vakalarını alıntılar, bu vakalarda aynı ev tekrar tekrar bağışlanmış görünür. Söz konusu ev, kendi özel evini ilk defa MS 1570’te bağışlayan Şeyh Şemseddin Muhammed el-Halîlî’nin evidir. Aynı ev 1679’da Şeyh Emin el-Halîlî tarafından ikinci kez bağışlanmıştır. Daha sonra 1862’de Ömer Tahbub Efendi evi üçüncü kez bağışlamıştır. Aynı evin birçok kez bağışlanması meselesi bir yana (ki bu durum 6 Haziran 1858 Türk toprak reformundan önce Kudüs’teki özel vakıflar, bağışlar ve özel toprakların kiralanmasındaki sorunu gözler önüne serer) kayıtlar Şeyh Muhammed el-Halîlî’nin, ataları kuşaklar boyunca Kudüs’te yaşamış ve Şeyh lakabını almış bir aileden geldiğini kanıtlar. Dolayısıyla, Şeyh Muhammed’in el-Halîl şehrinden gelme fakir bir göçmen olup daha sonra Kudüs’te meşhur olduğunu dillendiren modern algı tümüyle hatalıdır.

    Benzer şekilde, modern biyografi yazarları Müslüman mahkemelerindeki arşivlere aşina olmadıkları için, şeyhin ulema ve bilgili teologlar olan ataları tarafından yazılan birçok elyazmasını da yanlışlıkla kendisine isnat etmişlerdir. Arşive dayalı karşılıklı referansların yokluğunda, Kudüs ve el-Halîl Tarihi yazarı Şeyh Şemseddin Muhammed el-Halîlî yine meşhur bir şeyh olan Muhammed b. Muhammed el-Halîlî’yle iç içe geçirilmiştir. Ayrıca Kudüs’ün faziletlerini anlatan kitap da bu Muhammed b. Muhammed el-Halîlî’ye isnat edilmiştir. Her ne kadar arşiv sayesinde Şemseddin’in yukarıda tartışılan aileden gelme bir ön ad olduğunu en başından beri bilsek de Şemseddin adının bir yüceltme lakabı olduğu zannedilir. 1756’da Ahmed b. Şerefüddin el-Halîlî tarafından kaleme alınan Kudüs’ün Kurulum Tarihi kitabı el-Halîlî ailesinin eğitimli aileler geleneğine sahip olduğunu gösterir. Bu arada, şeyhin bağışlarından yararlananlardan biri olarak Müslüman mahkemesi kayıtlarında benim adım da “Muhammed Ali Yahya” olarak geçer ve bunu et-Temîmî el-Halîlî ifadeleri izler. “Qleibo” parantez içinde bir takma ad olarak eklenmiştir. Aynı şekilde Şeyh el-Halîlî de Temîm ed-Dârî’nin soyundan gelir; biyografilerde sıklıkla gözden kaçırılan bu durum onun şerif olma durumunu izah eder.

    Temimî el-Halîlî, Hz. Muhammed’in ashabından olan Temîm ed-Dârî’nin ataları olan Arap kabilesidir. Öte yandan piskopos Bet Cibrîn’in Kudüs’te Müslüman olan ilk Hristiyan olduğu düşünülür. Geleneksel tarih yazıcılarına göre o, Mekke’ye seyahat etmiş, burada Müslüman olmuş ve Muhammed peygamberle birlikte başlıca savaşlara katılmıştır.

    Tıpkı piskopos Bet Cibrîn gibi Temîm ed-Dârî’nin de Müslüman tarihçilerin muhafaza etmediği Grekçe bir Hristiyan ismi olsa gerek. Biz ancak onun Müslüman Arap adını, Temîm b. Evs ed-Dârî’yi biliyoruz; onun şeceresi Arap soyluların soy kütüğündeki geleneksel kavramlar mucibince Arap yarımadasındaki derin köklere dayanıyor. Tüm İslam dünyasından Arap olan ve olmayan çok sayıda kabile kendi soylarını bu Arap kabilesinden, el-Halîlîlerden türetmiştir. Bu kabilelere Arap ve Fars dünyasına yayılan birçok kabile dâhildir; el-Meclî, Şabâne, el-Kasravî, el-Hamiye, Mücâhid, el-Hayyâl el-Mehâsinî, et-Temîmî el-Halîlî, aynı zamanda el-Halîlî olarak da bilinen et-Temîmî ed-Dârî vs.

    Kudüs’ün toplumsal tarihine dair bilgimiz yetersizdir. Bu bilginin kodlanması mevcut toplumsal yapının, sanki tarihsel bir süreklilik söz konusuymuş gibi, bilinmeyen geçmişe yansıtılmasına dayanır. Nesillerin izlerini sürmedeki en büyük sorun Müslüman toplumun ataerkil yapıda olmasından ve nesil silsilelerinin, adlar dizisi sisteminin geniş ölçüde baba merkezli olmasından kaynaklanır. On sekizinci yüzyılda adlandırma sisteminin dört adlı sisteme dönmesi, atalardan gelen ön adlar listesinin kısaltılması ve modern dönemde geleneksel kabile adının yerine takma adların kullanılması araştırmacılara çok zorlu bir görev sunar.

    Şeyh el-Halîlî’nin baskın ve güçlü bir ailede doğması onun Eski Şehrin surları dışında yaşamak şeklindeki şu gözü pek kararıyla sonuçlanmıştı. Üstelik bu durum Filistinli teologların Osmanlı idaresindeki Kudüs’te sahip oldukları ayrıcalıklı konumu ve bu durumun sonucu olarak elde ettikleri karşılıklı imtiyazları yansıtır; bu sayede Şeyh yalnızca miri arazilerden gelir elde etmekle kalmamış aynı zamanda sözü edilen malikaneyi de inşa etme izni alabilmiştir. Miri arazi sisteminde, Osmanlı Müslüman hukukuna göre, toprakların çoğu Tanrı’ya ve dolayısıyla halifeye aittir. Tımar arazileri miri arazilerin tarıma uygun bölümüdür, bu yüzden bu topraklarda bina dikmek genel olarak yasaktır. Filistin kırsalı neredeyse bütünüyle miri arazidir ve ağalar, emirler, askerler tarafından idare edilir, ayrıca bağışlar Müslüman vakıflar tarafından yönetilir. 1711’de tapu sistemi ve özel mülkiyetin tescili için yasal yollar mevcut değildi. Ancak Tanzimat’tan sonra Osmanlı halkı kendi mülkleri için tam bir güvenlik imkânını teminat altına aldı.

    Osmanlı valilerinin Maliki, Hanefi, Hanbeli ve Şâfii mezheplerin müftülerine gösterdikleri muazzam saygı her daim kişisel dostluklarla pekiştirilmiştir. El-Halîlî ailesinin yazdığı ve bugüne ulaşan iki kitap, her ne kadar aralarında uzun bir zaman dilimi olsa da, şehrin Osmanlı mutasarrıfına armağan olarak yazılmıştır.

    Herod Kapısı dışında bulunan bir bağı (kerm; hâlâ Kermü’ş-şeyh [Şeyhin Bağı] olarak bilinir) satın alabilmek ulemanın -mutasarrıfla kurulan kişisel dostluk sayesinde daha da güçlenmiş- şu özel ayrıcalıklı konumu sayesinde mümkün olmuştur. Böylece Şeyh el-Halîlî Osmanlı mutasarrıfı olan arkadaşı Recep Paşa ve ardından gelenlerin koruması altında surların dışına geçebilmiştir.

    On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda surların dışında birçok tehlike pusuya yatmıştı. 1882’de doğan babama bile surların içindeki okula giderken köleleri Lulu eşlik ediyordu. Herod Kapısı’na kadar olan yüz metre oldukça tehlikeliydi, zira burada çocuklar kaçırılıyor ve köle olarak satılıyordu.

    On yedinci yüzyıl Kudüs’ünü anlamak için Osmanlı sistemini anlamak gerekir, bu sistemde yerli Filistinlilerin yüksek idari mevkilere erişmeleri kısıtlanmıştı. Yüksek idari görevlere doğrudan Bâb-ı Âlî’den atamalar yapılıyor ve bunun için saray mensupları seçiliyordu. Bu sosyo-ekonomik-siyasal yapıda (İtalyan Rönesans şehirlerindekinden pek de farklı olmayan) öyle bir durum ortaya çıkmıştır ki burada varlıklı aileler, Müslüman fıkhi mezheplerden birinin müftülüğü mevkisine, bu en itibarlı mevkiye yerleşmeleri için çocuklarına eğitim vererek, onları yetiştirerek ve finanse ederek güç ve ün kazanıyorlardı. Bir sufi tarikatının başına geçmek, manevi boyuta ilaveten bir de dinî kuvvet sağlıyordu. Bu mevki ailenin saygınlığının onaylanmasına ek olarak imtiyazları ve variyeti gelecek kuşaklar için koruyordu.

    Arşiv kanıtlarından elimize geçen dağınık parçalar sayesinde el-Halîlî ailesinin az bir arazisi olduğunu biliyoruz. Kuşaklar boyunca aileden bazıları tüccar bazıları şeyh olmuş kimileri de bu iki işi birlikte yürütmüştür. Zamanın gidişatı onları tekrar tekrar satın almaya, satmaya, bağışlamaya ve yeniden bağışlamaya zorlamıştır. Şeyh Muhammed’in büyük bir tüccar olan ve onu Kahire’ye okumaya yollayan babasının kazanacağı büyük ayrıcalıklar için riskli bir yatırım yaptığını düşünüyorum. Bunun sonucunda ortaya efsanevi Şeyh el-Halîlî çıkmıştır; on altıncı/on yedinci yüzyıl Kudüs’ünün büyük bilgini, birçok abidenin banisi, imanın koruyucusu ve Kudüs’teki ilk halk kütüphanesinin kurucusu. O bir müftü olarak tüm servetini devredilemez vakfiyeyle pekiştirmiştir. Büyük bir girişimci olarak ticari işlerini Kudüs’ün en zenginlerinden olacak kadar genişletmiştir.

    Şeyh Muhammed b. Muhammed el-Halîlî’nin variyeti ve âlimliği Kudüs’e mevcut mirasını ve yapısını veren bağışlar olmuştur.

    *Prof. Dr., Emekli, Kudüs Üniversitesi, Antropoloji