İSLAMİ BİR HAFIZAYI İNŞA ETME SORUMLULUĞU

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Mahmut Hakkı Akın

    Rahmetli Erol Güngör, 1981 yılında yayınlanan ve Hicretin 1400. yıldönümüne armağan ettiği İslam’ın Bugünkü Meseleleri adlı kitabında Müslümanların yaklaşık iki yüzyıllık durumlarını “uyku ile uyanıklık arası bir hâl” olarak tasvir etmiştir. Uyku ile uyanıklık hâli, gerçeklikten ne tamamen kopmak ne de onun farkında olmak şeklinde tanımlanabilir. Yine bu hâlin ya uykuya dalmak üzereyken ya da uykudan uyanmak üzereyken yaşandığı düşünüldüğünde Müslümanların bir tercih ikilemiyle karşı karşıya kaldıkları tespit edilebilir: Uykuyu mu, yoksa uyanışı mı seçeceğiz? Elbette İslam’a hürmet eden ve Müslümanların içinde bulundukları olumsuz durumdan çıkmasını isteyen herkesin tercihi, uyanıklık yönünde olacaktır. Elbette bu uyanışın nasıl olması gerektiğiyle ilgili yorum ve vurgu farkları da olacaktır. Ancak görünen odur ki uyku ile uyanıklık arası hâlin devamı sadece Müslüman olmayanlar ve İslam karşıtları tarafından üretilmemektedir. Madalyonun öbür yüzüne dürüst bir şekilde baktığımızda biz Müslümanların içinde bulunduğumuz kriz hâlini üretmede ve sürdürmede payımız olduğu gerçeği, acı bir şekilde yüzleşmemizi gerektirmektedir.

    Bugün Müslümanların İslam’ın ne olduğu ve nasıl yaşanması gerektiğiyle ilgili pek çok farklı görüşe sahip oldukları ortadadır. Farklı görüşler işin doğası gereğidir ancak, bir dini o din yapan ve diğer inanç sistemlerinden ayıran temel sabiteleri olması gerekmektedir. Aslında İslam, kendisinden önce gelen dinlerin Allah’a kulluk ve insan fıtratına uygunlukla ilgili doğrularını kabul etmiş ve bu doğrulardan uzaklaşmış inanç sahiplerini yeniden hakikate çağırmıştır. Bu anlamda İslam, Hz. Muhammed (s.a.v.) öncesinde gelen peygamberleri tevhit inancının önderleri ve hakikat temsilcileri olarak kabul etmiştir. Özellikle Yahudiliğin ve Hristiyanlığın tahrif edilmiş yönlerine dikkat çekmekle birlikte bu dinlerin hakikat adına getirdikleri doğruları kabul etmiştir. Dinlerde yaşanan ve nesiller boyu devam eden tahrifat ya da bozulma, insanların Allah’a kul olma şuurundan uzaklaşmasıyla sonuçlanmaktadır.  Allah’a şuurlu bir şekilde kul olmaktan uzaklaşmak ise adalet, iyilik, doğruluk gibi insanlar arası dayanışmayı sağlayan temel ilkelerden de uzaklaşmak anlamına gelmektedir. Dünyanın tam da böyle bir kriz yaşadığı dönemde İslam, insanı yeniden Allah’a şuurlu kul olmanın onuruyla yükseltmiştir. Bu yükseliş, hem İslam’ı seçen müminlerin kendi içlerinde bir devrim olarak ortaya çıkmış; hem de bu Müslümanlar ile muhatap olan gayrimüslimleri derinden etkilemiştir. Böylece İslam’ın temel mesajının temsilcileri olarak bütün peygamberler, insanlığa hakikati hatırlatma ve hakikat hafızasını yenileme görevlerini üstlenmişlerdir. Her sapma ya da cahiliye devri, hakikat adına bir unutma ya da “Alzheimer” hastalığıdır denilebilir.

    İslam’ın dünyaya insani ve ahlaki yükselişle ilgili sunduğu inanç sistemi ve yaşama pratiği, insanlık tarihi açısından önemini korumaya devam etmektedir. İlk Müslüman nesil, hicret şuuruyla İslam’ın yayılması için harekete geçtiği zaman, pek çok gayrimüslim özellikle iki açıdan etkilenmiştir. Afrika’nın ortalarından Uzak Asya’ya kadar pek çok gayrimüslim, Müslümanların iyilik ve doğruluk adına yaşamalarından etkilenerek Müslüman olmayı seçmiştir. Kendi inançlarından ayrılmayan gayrimüslimlerin çoğu da hakkaniyet anlayışlarından şüphe etmedikleri, iyilik ve doğruluk adına yaşadıklarını gördükleri Müslümanlarla birlikte yaşamaktan rahatsızlık duymamıştır. Hatta bunlar arasında Müslümanların yönetimlerini özellikle arzu edenler de bulunmuştur. Elbette ilk nesil de dâhil olmak üzere Müslümanların hatadan arınmış insanlar olduklarını ya da mükemmel topluluklar ürettiklerini iddia edemeyiz. Ancak özellikle ilk nesil Müslümanların hamleleri, insanlık adına pek çok olumlu örneğe sahiptir.  Nitekim İslam, inananlara dünyada sorumluluk yüklemekle birlikte bir “ütopya”nın mümkün olmadığını da vaz etmektedir. Yeryüzünde kötülüğün tamamen ortadan kalkması mümkün değildir. Ancak kötülükle imkânları dâhilinde mücadele etme konusunda her Müslüman sorumludur. İlk nesil Müslümanlarda bu şuurun çok güçlü olduğu ve hicret hamlesiyle yaşanan yayılmanın yüzyıllar boyu etkili olduğu üzerinde durmayı hak etmektedir.

    Burada ilk nesle yapılan vurgunun, neden bu kadar önemli olduğuna dair bir soru akla gelebilir. Bir Müslüman’ın tarihle ilişkisi kendi inanç esasları üzerinden kurulabilir. Aksi takdirde tarih övünülecek ya da yerinilecek bir duygusal üretim mekanizması değildir. Bu, özellikle Kur’ân-ı Kerîm’de geçmişte yaşanan kıssaların aktarımında dikkat çeken bir husustur. Mümin ile ilişkisinde Kur’ân-ı Kerîm, hakikati ortaya çıkaran hafıza inşa edici ve hatırlatıcı bir role sahiptir. Müslümanların tarih boyunca inançlarına uygun bir şekilde ortaya koydukları olumlu tecrübeler, yaşanmışlıklar olmaları açısından önemlidir. Bu yüzden Müslümanların insanlığın krizine karşı bir duruşları olacaksa -ki bu aynı zamanda onların sorumluluklarıdır- daha önceki tecrübelerin arkaik yaşanmışlıklar şeklinde kurgulanmaması gerekmektedir. Benzer şekilde tarihe yaklaşımın bugünün bölünmüşlüklerine bağlı kavgalarına meşruiyet kazandırma ya da bazı kişilere ve kurumlara kutsiyet üretme şeklinde devam etmesi de pek çok mesele ortaya çıkarmaktadır. İlk nesil Müslümanların hicret atılımlarında kendilerinden olmayanlarda bıraktıkları olumlu etkinin büyüklüğü, daha önce üzerinde durduğumuz hakikati hatırlatıcı rolle ilgilidir. Öyle ki Hz. Muhammed (s.a.v.), Mekke’nin Fethinde şehre kibirle muzaffer bir komutan gibi girmemiş, kimseyi aşağılamamış ve zaferin Allah’ın bir lütfu olduğunu, kendisinin ve diğer inananların da O’na teslim olduklarını her hâliyle göstermiştir. Bu sahne bile başlı başına çarpıcı, insanı içinden yakalayan ve sarsan yönlere sahiptir. İslam, insana en uygun olanı getirdiği ve onun yükselişini sağladığı için insanlık tarihinde bu kadar büyük etki uyandırmıştır. Bu büyük etkinin hafıza inşa edici yönü daima göz önünde bulundurulmalıdır. Maalesef bugün uzaklaştığımız şeylerden birisi de budur.

    Bugün Müslüman toplumların bölünmüş ve parçalanmış bir durumda bulundukları görülmektedir. Bu durumun önemli sebeplerinden birisinin bu yazının da konusu olan hafıza meselesiyle ilgili olduğu kabul edilebilir. Bu iddiamızı şu şekilde bir soruya dönüştürebiliriz: Müslüman toplumlar bir hafıza kaybına mı uğradılar? Daha önce tevhide uygun bir şekilde var olan dinlerde yaşanan bozulmaların bir hafıza kaybı ve hatta Alzheimer olarak değerlendirilebileceğini iddia etmiştik. Acaba Müslümanlar ve İslam açısından da benzer bir tespit yapılabilir mi? Bu soruya bir ayrımın farkında cevap vermek gerekmektedir. Bu ayrım Müslümanlar ile İslam arasındaki ayrımdır. Meselenin düğümlendiği nokta da buradadır. Müslümanlar, İslam’ı hakkıyla temsil etmediklerinde İslam ile Müslümanlar arasında önemli bir mesafe ve kriz durumu oluşmaktadır. Bu mesafe, İslam’ın önemli amaçlarından birisi olan dünyanın daha insani ve yaşanabilir bir yer olmasıyla ilgili şuurun ve pratiğin önüne geçmektedir. Başka bir deyişle, İslam ile Müslümanlar arasındaki mesafe, Müslümanların dünyada yeniden İslam adına aktör olmalarının önündeki en büyük engellerden birisidir. Bu mesafenin en önemli maliyetlerinden birisi Müslümanların aslında ne olmaları gerektiği sorusundan uzaklaşmalarına sebep olmasıdır. Peygamberler, bozulmuş olan topluluklara onların aslında ne olmaları gerektiğiyle ilgili cevaplar vermişlerdir. Bu cevaplar, dinin insanlık tarihi boyunca var olan sabiteleriyle ilgilidir ve hakikate dayanmaları sebebiyle değişmeyen yönlere sahiptir. Bu yüzden bu çağrı bir hatırlatma, uyanış ya da hafızanın yerine gelmesi şeklinde tasvir edilebilir.

    İslam ile Müslümanlar arasındaki mesafeye yaptığımız vurguda İslam’ın değil, Müslümanların bozulmalarına dikkat çekmek gibi bir derdimiz bulunmaktadır. Müslümanların İslam’ı nasıl algıladıkları ve yorumladıklarıyla ilgili bir bozulmadan söz edebiliriz. Başka bir deyişle İslam, doğrudan hakikat olduğu için bozulma gibi bir durum Müslümanlarla ve onların İslam’a yaklaşımlarıyla ilgili olabilir. Tarih boyunca dinlerin tahrifatı da bu şekilde gerçekleşmiştir. Bu tespite bağlı olarak bugün Müslümanların içinde bulundukları durumun bir hafıza kaybı ya da hafızayla ilgili bir gel-git durumu olduğu ortaya çıkmaktadır. Yazının başında merhum Erol Güngör’e atıfla dikkat çekilen “uyku ile uyanıklık arası durum” tespiti de benzer bir duruma işaret etmektedir. Bu tespitler, var olan olumsuz durumdan nasıl çıkılacağı sorusunu akla getirmektedir. Birkaç yüzyıldır Müslüman düşünürlerin üzerinde durdukları ve cevap aradıkları en temel sorulardan birisi bu sorudur. Meseleyi tespit etmek, bizatihi meselenin içinde bulunduğumuz ve yaşadığımız için zor gözükmemektedir. Ne var ki içinde bulunduğumuz girdaptan nasıl çıkacağımıza dair cevapları bulmak oldukça zor ve zahmetli bir süreci gerektirmektedir. Burada da hafızaya ve hatırlamaya ihtiyacımız vardır. Allah’ın rızasını temel alan ve Allah’a kulluk şuuruna dayanan tevhit mücadelesi, en başta şahsiyetin inşa edilmesini gerektirmektedir. Bu yüzden de tarih boyunca bütün peygamberlerin cahiliye karşısındaki mücadeleleri, Allah’a şirke bulaşmamış bir imanla bağlanma ve iyiliği Allah’a karşı sorumluluğun bir gereği olarak hayata geçirme temeli üzerine inşa edilmiştir. Uyanış ya da “olması gereken”e dair hatırlama da bu inanç üzerinden hayata geçmektedir.

    Mezhep çatışmaları, etnik ayrımcılıklar, insanlar arası ilişkilerde güvensizlik, yalanın yaygınlığı, hakkaniyete riayet etmemek, Kur’ân-ı Kerîm’in yasakladığı daha pek çok haramın Müslümanlar arasında yaygın bir şekilde yer bulması maalesef pek çok Müslüman ülkede karşılaşılan sıradan şeyler hâline gelmiştir. Bütün bu karmaşa ve tezat, Müslümanlarda bölünmüş bir zihniyete ve bölünmüş bir yaşama pratiğine yansımaktadır. Bilindiği gibi İslam, ruhbanlığı yasak etmiştir. Yine bu anlayışa bağlı olarak İslam, bir tapınak dini değildir. Arz, bütünüyle Müslümanlara mescit olarak tayin edilmiştir. İslam dünyayı reddetmez, ancak tamamen dünyayı hakikatin tek kaynağı kabul ederek ona bağlanmayı da doğru bulmaz. İslam, insana uygun olanı ve insani yükselişi hedeflediği için bu dünyayla kurulan ilişkiyi belli bir denge üzerinden kabul etmiştir. Buna göre insan nasıl zaman ve mekanla sınırlıysa, İslam’ı tercih etmiş bir insan bu dünyada bulunduğu her anda ve mekânda Müslüman olmanın sorumluluğunu üstlenmiş demektir. Üstelik bu kulluğun tapınak içinde ve dışında başka hâller şeklinde gerçekleşmemesi gerekmektedir. Hristiyanlığın ruhbanlık ve tapınağa bağlı ibadetler üzerinden ürettiği bölünme “Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya, Sezar’ın hakkı Sezar’a.” anlayışını ortaya çıkarmıştır. İslam, din ile dünyayı bu şekilde bölen bir zihniyete dayanmaz. Çünkü Allah’a kulluğun ötesine geçilebilecek bir zamanın ve mekânın bulunması mümkün değildir. Zamana ve mekâna hükmettiklerini zannedenler, sahte Tanrılık iddialarıyla ortaya çıkarlar. Ardından insanlar arasında güce bağlı sahte ilişkiler kurulmaya başlanır ve daha önce vurguladığımız tahrifat bu şekilde kurumlaşır. Buradaki güç, sadece siyasi bir güç olarak görülmemelidir. Ekonomik, kültürel, ırki ve hatta dinî temelde kurumlaşan güç ilişkileri de benzer bir sahte ilişkiler sistemi üretme potansiyeline sahiptir. Bu sahte ilişkiler sistemi hakkaniyetin ve şuurlu bir şekilde Allah’a kul olma pratiğinin yerini alabilir. İşte kastettiğimiz Alzheimer tam da budur. Aslında bu durum, insanın insanlıktan çıkmasına, güç ilişkileri dâhilinde kendisine yer aramasına; konumuyla ilgili hesaplar yapmasına ve dolayısıyla büyük bir zulme sebep olmaktadır. Maalesef Müslüman toplumların çoğunda da sahih olanın bozulduğuna ve batıl ya da sahte olanın onun yerini aldığına şahit olmaktayız.

    İnsanların kendi elleriyle ürettikleri güç ilişkileri üzerinden kurumlaşan bir düzenin yıkıcı etkileri, kolaylıkla nesillerden nesillere aktarılabilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’in Hz. Âdem’in yaratılışından itibaren peygamberlerin ve diğer salih kişilerin hikâyelerine dikkat çekmesi, bir hatırlatmadır. Hatırlama, düşünmeyi, muhasebe yapmayı gerektirir. Kendi kendisinin muhasebesini yapacak birisinin hatırlamaya, hafızasına başvurmaya ihtiyacı vardır. Hafıza sadece bireysel değildir, aynı zamanda toplumsaldır. Toplumların da hafızaları vardır. Toplumlar da hatırlar ya da unutur. Bu yüzden dünya üzerinde insan var oldukça devam edecek olan hak ile batıl arasındaki mücadele bir hafıza mücadelesidir. Eğer bir toplum kendi varlığını sürdürmek için tarihindeki bir trajediyi, kötü olayı başkalarından öç almak için nefret sermayesi olarak yeniden üretiyorsa kan davası sürdürüyor demektir. Peygamberimizin “Ayaklarımın altına aldım.” diyerek kaldırdığı kan davasının modern kitle iletişim araçları üzerinden yeniden ve yeniden üretilmesi önemli bir meseledir. Tarihin sahibi Allah’tır ve tarihte yaşanan her hadisenin hesabı muhataplarından sorulacaktır. Bugün yaşayanların sorumluluğu başka bir sorumluluktur artık. Müslümanların tarihin aktif aktörleri olmaktan pasif unsurları olmaya doğru yaşadıkları değişim, ne kendileri için ne de gayrimüslimler için hayırlı olmuştur. İslam’ı seçmek, bütün sahteliklere ve zulümlere karşı bir duruşu benimsemek anlamına gelmektedir. İslam’ı seçmek, dünyanın reddi demek değildir. Bu dünyayı Allah’a karşı sorumluluğun bir parçası olarak görmek ve bu şekilde kabul etmek demektir. Müslümanların hem inanan kardeşlerinin hem de kendileri gibi olmayanların adaletli bir şekilde yaşamaları ve zulme uğramamaları konusunda üstlendikleri sorumluluğun farkında olmaları inançlarının gereğidir. Her sorumluluğun asıl muhatabı Allah’tır. Bu şuurun uyanması ve yeniden inşa edilmesi önünde tarihsel, sosyolojik, siyasi, kültürel pek çok engel bizatihi Müslüman toplumların içinde bulunmaktadır. Ancak bu engellerin bulunması, şuurlu bir Müslüman’dan sorumluluğu kaldırmamaktadır. İslam, Allah’a doğru ve gereği gibi kulluk gösterdikleri takdirde Allah’ın bu dünyaya Müslümanlar lehine müdahil olacağının müjdesini vermiştir. Bu da bir hatırlatmadır, hafıza tazelemesidir. Hafızamızı nasıl kullanacağımız, neyi unutup neyi hatırlayacağımız sorumluluklarımız dâhilindedir ve bu seçim, biz insanlara bırakılmış durumdadır. İslam ile Müslümanlar arasındaki mesafe arttıkça daha önce dinlerini kendi elleriyle tahrif etmiş olanların durumuna düşmek işin doğası gereğidir. İslam ile Müslümanlar arasındaki mesafenin kapanması ise İslami yenilenmeye bağlı olarak yeniden tarih sahnesinde aktör olmaya doğru bir değişimi beraberinde getirecektir. Bu değişim ise sadece Müslümanların lehine değil, gayrimüslimlerin ve doğayı paylaştığımız diğer bütün canlıların lehine olacaktır. Peygamberimizin “âlemlere rahmet” olarak gönderildiği düşünüldüğünde Müslümanlar için hayrın sınırının ne kadar geniş çizildiği daha iyi anlaşılacaktır. Tarihteki tecrübeler, Allah’a şuurlu kul olma sorumluluğu ölçüsünde ele alınmalıdır. Hafıza, sadece geçmişi tekrar için değil; anı ve geleceği var olandan daha iyi bir şekilde inşa etmek için de gereklidir. Biz Müslümanların hafızalarıyla ilgili sorumlulukları, yerli yerinde durmakta ve yine bizi beklemektedir.

    *Prof. Dr., Necmettin Erbakan Üniversitesi, Sosyoloji