“İNSANA DAİR HER ŞEY”: TEMEŞVARLI OSMAN AĞA, ESARET VE MAZİNİN RUHU

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Mezopotamya’da çivinin kil tabletlere ilk vurulduğu andan günümüze gelinceye kadar geçen sürede yeryüzünde yazılmış bugün adına tarih deyip geçtiğimiz uçsuz bucaksız malumatın uğultusunda insanın sesini duymak her zaman kolay olmuyor. 21. yüzyılda yaşayan bireyler olarak “zamanın ruhu” denen şeyin alametifarikasını bizzat yaşayarak, hissederek, okuyarak, tam anlamasak da anlarmış gibi içimizde duyuyoruz. Geçmiş zamanları ise daha çok yazının, metinlerin ketumluğunda işitmeye çalışıyoruz. Mazi ile şimdi arasındaki mesafenin uzaklığı, en başta buna dayanıyor.

    Malum, tarih çoğu yerde çoğu zaman yönetenlerin tarihi olagelmiştir. Yönetilenlerin tarihi ise ekseriyetle “efendiler” ile ilişkileri bağlamında Tarih Meleği’nin dikkatini çekmiştir. Osmanlı tarihi de bunun dışında değil elbette. Bugün elimizde bireysel vesikalara dair o kadar az veri var ki, söz gelimi 16. yüzyılda Anadolu’da yaşayan bir Osmanlı tebaasının dünyayı nasıl algıladığını güç bela kavrayabiliyoruz. Ki bu flu resmin ardında kadınların ve çocukların esamesi bile okunmuyor dense yeridir. Osmanlı bağlamında bu bireylerin varlıkları çoğu zaman resmî vesikalar [vergi, evlilik, miras, dava vb.] tanıklığında görünür oluyor: parçalar hâlinde günümüze intikal eden hayat fragmanları.

    Ancak yine de bazı çölde-vaha anlar vardır ki denizaşırı adaların gece karanlığında parlayıp sönen ışıklarının hayal meyal görünmesinden fazlasını sunar insana. Kapudan Seydî Ali Reis’in Hindistan’dan İstanbul’a 4 yılda yaptığı yolculuğu anlattığı Mirâtü’l-Memâlik, Asiye Hatun’un şeyhine rüyalarını ilettiği mektubât, Nergisi’nin eşe-dosta, amire-mevkidaşa yazdığı girift münşeât, Evliya Çelebi’nin ömrünü adadığı Seyahatnâme gibi nadir eserler Osmanlı bireyler mazisinin dehlizlerindeki fener misal, şavkıyla karanlık, uzun, dar koridorların yönelimini, kavislerini harelendirir. Böylece geçmişte yaşamış insanların bir kısmı ete kemiğe bürünüp evraktaki birer veri olmaktan sıyrılma imkânı bulur. Hollandalı âlim, kültür tarihçisi Johan Huizinga’nın da dediği gibi, bir dönemin ruhunu salt resmî belgelere dayanarak yeterince anlamak imkânsızdır. Bireysel anlatılar bu evrak keşmekeşi içinde mazideki bir insana dokunma, onun dünyasına girebilme şansını verir tarihçiye, okura da o temasa tanıklık etme fırsatını. Osman Ağa’nın Avusturya’daki uzun esirlik yıllarını kaleme aldığı otobiyografik esaretnamesi bu konuda velut bir mahrek olarak değerlendirilmeyi bekliyor. Bu yazı ile, varsa eğer, geçmiş zaman ruhunun ne idüğüne bu ego-anlatı üzerinden yaklaşacağım.

    17. Yüzyıl Osmanlı Dünyası

    Önce bağlam.

    Yaşadığı dönemde İstanbul’un meşhur şeyhlerinden biri olan Celvetiyye tarikatının kurucusu Aziz Mahmud Hüdâyî 1615’te yazdığı bir eserde dünyayı Allah’ın gönderdiği bir meleğin omuzları üstünde taşıdığını söylüyordu. Buna göre meleğin üstünde durduğu taştan platformu bir öküz taşıyor, öküz ise bir balık üzerinde duruyordu; balığın altındaysa su1 ve karanlık vardı. Tüm bu düzen tanrının iradesiyle sabitlenmiş, belirli, durağan bir birlikti. Kâinat içindeki dünyanın bilgisi önceden veriliydi. İnsanoğlu da bu verili düzen içinde yazgısını yaşamaktan mesuldü. Pico Della Mirandola’nın 15. yüzyılda yazdıkları henüz İstanbul’da yankı bulmamıştı:

    “Ey Adam! […] Seni dünyanın tam ortasına koyduk, baktığın yerden dünyadaki her şeyi daha kolay görebilesin diye. Seni ne yersel ne göksel, ne ölümlü ne ölümsüz olarak yarattık; özgür, olağandışı bir yontucu gibi kendini, kendi seçiminle biçimleyebilesin diye. Aşağıya, yaşamın kaba biçimlerine inmek de tanrısal yaşam sürenlerin düzenine çıkmak da senin elinde.”

    Dünyanın şimdiki hâlinden henüz dört yüzyıl daha gençken üzerinde yaşayanların tabiatı günümüze kıyasla hem çok farklı hem de çok benzerdi. Bu farklılık ve benzerliklerin nispeti tıpkı bugünkü gibi coğrafyaya, insanın kimin çocuğu olarak dünyaya geldiğine göre değişiklik gösteriyordu. Her ne kadar bu iki faktör insanın kaderini mühürlemeye yetmese de onun üstünde ezici bir etkiye sahipti. 16. ve 17. yüzyıllarda padişaha sunulan layihalarda “Reaya oğlu, reaya olmak gerektir.” şeklinde özetlenen, yani reaya oğlu olarak doğanların hayatlarına öyle devam etmesini öngören bu tutum, Hüdâyî’nin betimlediği dünyaya uygun, statik bir toplum yapısını dayatıyordu. Pederşahi bir yapı üzerine inşa edilmiş Osmanlı toplumunda sınıflar arası geçiş devletin gerekirse ceberut yüzünü gösterip engellemeye çalıştığı bir hareketlilikti. Öyle ki Osmanlı yönetici eliti bunun önünü almak için reayayı çalıştığı toprağa bağlayan uygulamaları yürürlüğe koymuş, toprağını işlemeyen, terk eden reaya takibe alınmış, gerekirse cezai yaptırımlar uygulanmış, reayanın silah taşıması, sipahi gibi giyinmesi yasaklanmıştır.

    Örnekleri uzatmak mümkünse de meram anlaşılmış olacak diye düşünüyorum. Ancak burada belirtmek gerekiyor ki tüm bu örnekler olanı değil olması isteneni, yani devletin temayülünü gösteriyor. Gerçekte ise bu sınırları 19. yüzyıla doğru giderek artan şekilde2 zorlayan, delen veya bazen tüm bu yapının dışında yaşayan bazı bireylerin varlığı ile karşı karşıya kalabiliyoruz. Bu dönemde özellikle taşrada yaşayıp iş ve geçim sıkıntısı çeken kişilerin başvurduğu birkaç yöntem vardır: başkente gidip kendine bir kapı aramak, levent kadırgalarına gönüllü yazılmak veya imparatorluğun uç bölgelerine gidip yağma ve akınlara katılmak. Hikâyesini aşağıda anlatacağım Osman Ağa’nın  hayatında üçüncü seçenek belirleyici olacaktı. Ancak Anadolu’nun ücra bir köyünde doğan ve ömrünü burada geçirmesi için devletin tüm olanaklarını seferber ettiği bir ortamda kişinin bu sıçramayı gerçekleştirebilmesi her zaman kolay olmuyordu. Sınıf atlamayı becerebilenlerin sayısı 17. yüzyılda toplumun statik yapısını değiştirecek çoğunluğa henüz ulaşmamıştı.

    Bu durgunluğun içinde bireyler ya genelde doğdukları yerde, olmak için doğdukları kişi olarak ömür sürüyor, ya başka biri olma yolunda canını veriyor, ya da bir ihtimal bunu başarabiliyordu.

    Dünyanın bunca katılığı içinde insan dünyayı ne kadar deneyimleyebilir?

    Sadece bunlar da değil, şimdiye kıyasla teknolojinin olanaklarından yoksun bir çağdan söz ediyoruz, dünyanın global bir köy hâline henüz gelmediği bir zamandan. Böylesi bir ortamda gezme, dolaşma, yeni yerler görme, dünyayı deneyimleme gibi modern kavramlar son derece marjinal kalmaktadır. Reayayı bir kenara koyalım; Râtib Efendi bile Osmanlı elçisi sıfatıyla İstanbul’dan Viyana’ya 18. yüzyıl sonunda iki ayı aşkın bir sürede gelebilecekti. Haritaların yetersiz olduğu, çoğu durumda yolun kendisinin bile olmadığı, kış koşullarında seyahatin yapılamadığı, yolculuk süresince barınmanın, yiyecek ve su bulmanın elzem olduğu, pusuda canınıza kast edecek eşkıyaların kol gezdiği bir dünya bu. Özetle bugünden bakınca anlaması çok da kolay olmayan bir ortam. Hele ki biz googlemaps kullanan insanlar için…

    Burada bir de işin içine zorlayıcı bir faktör olarak Osmanlı’nın dünya görüşü giriyor elbette. Müslüman topraklarını3 dârü’l-İslâm (yani İslam’ın, barışın diyarı) olarak görürken dünyanın geri kalanını dârü’l-harb (yani savaş diyarı) olarak gören bir bakıştan söz ediyoruz. Tabii benzer bir durum, harp alanı olarak görülen topraklar için de geçerli. Viyana’da Volkskundemuseum’da sergilenen bira majolikaları bu bağlamda küçük fakat çarpıcı bir örnek sayılabilir. Bu bardakların birinde kanatlarını açıp gövde gösterisi yapan bir Habsburg kartalı görürüz. Kartalın altında ise, az önce kılıçla başını bedeninden ayırdığı bir Osmanlı cansız yatmaktadır. Analoji yapma pahasına da olsa, kamusal alanda4 bu bardaklarla çekinmeden içki içilebildiğinden ve kimsenin bu kişileri kınamadığından eminim. Buna paralel olarak benzer bir durumu Evliya Çelebi’nin Viyana anlatısında da görürüz. Evliya St. Stephansdom Katedrali’ni gördüğü ilk anda, “Allah minare ettirip, ezanlar okunmasını müyesser ede!” demekte asla bir beis görmemiştir.

    Dünyada şimdi böyle şeyler olmadığını söyleyecek kadar naif değilim elbette. Bugün de Avrupa’daki sağcı partiler, radikaller tıpkı Müslüman ülkelerdeki sevgili mevkidaşları gibi dinsel karşıtlarının varlığından nemalanmayı şiar edinse de, erken modern dönemde bu ayrılık kamusal olarak çok daha keskin bir şekilde ortaya konuyordu. O dönemde, çağın doğası gereği henüz bunu kınayacak bir kamuoyunun varlığı ortada yoktu. Dolayısıyla 17. yüzyıldaki toplumsal yapılanmada düşmanlık şimdinin politik doğruculuğu gibi bir kisveye ihtiyaç duymuyordu ve somut bir şekilde billurlaşmıştı.

    Özetle toplumun sabitlikten menkul yapısı içinde, farklı kültür daireleri arasındaki ayrımların devletin tüm olanaklarıyla diri tutulduğu, katı, sert ve zor bir dünyadan bahsediyoruz 17. yüzyılda zamanın ruhu denen şeyden söz ederken.

    İşte az sonra bahsine geçeceğim Osman Ağa da gözlerini dünyaya bu durağanlığın ve karşıtlığın sınırında, 17. yüzyılın ikinci yarısında Temeşvar’da açmıştı.

    Esaretten öncesi

    Osman Ağa 17. yüzyılın ikinci yarısında henüz muhtemelen küçük bir çocukken ailesi ile birlikte Belgrad’dan bugünkü Romanya’da bulunan Temeşvar’a göç etmişti. Bu yıllarda bu bölge Osmanlı-Habsburg serhaddinde yer alıyordu. Özellikle İkinci Viyana Kuşatması’nı müteakip iki devlet arasında bitmek bilmeyen savaşlardan ötürü burası tehlikeli ancak geçim sıkıntısı çekenler için fırsat dolu bir bölgeydi.5 Osman’ın ilk gençliği bu bölgede geçecek ve henüz bir delikanlı iken Osmanlı askerleriyle birlikte katılacağı çete savaşlarında kendini gösterip orduya katılmayı başaracaktı. Bu andan itibaren Osman artık sultanın serhat kulları arasında yer alıyordu.

    1688 yılında Osman odabaşı olduğu bir grup asker ile Temeşvar’dan Lipova’ya orada bulunan yeniçeri ve kapıkulu askerlerine ulufelerini teslim etmek üzere gönderilir. Ulufeleri teslim ettiğinde Lipova’da kiraz mevsimidir, “Bir gün kalalım ve kiraz yiyelim.” diyerek burada fazladan bir gün kalırlar. Ancak bu bir günlük tehir Osman’ın hayatında on iki yıl sürecek olan bir esaret döneminin başlangıcı olacaktır.

    Kirazın Tadı

    Abbâs Kiyârostamî harikulade filmi Ta’m-i Gîlâs’ta (Kirazın Tadı) ölüm ve yaşam arasındaki denklemde kirazı dengeleyici bir unsur, hayatın güzelliğini insana yeniden tattıran bir metafor olarak kullanır. Osman içinse kiraz az daha ölümüne neden olacaktır, çünkü kirazların yendiği günün akşamı, herkes “zevküsefada” iken Lipova aniden Habsburglar tarafından kuşatılıp birkaç gün içinde ele geçirilecektir. Kale, içindeki her şeyle birlikte karşı tarafın mülkiyetine geçer. İnsanlar da bundan nasibini alır, birer meta gibi ordu içinde pay edilirler. Osman artık Yüzbaşı Fischer’ın kölesidir.

    Kısa bir süre Fischer’ın yanında kalan Osman bir zaman sonra yerine birilerini kefil bırakarak, fidyesini ödemek üzere 60 altın akçe fidye için 7 gün mühlet ile memleketine gönderilir. Yanında kendi gibi beş kişi, sorunsuz bir şekilde Temeşvar’a varırlar. Sevdiklerle hasret giderilir, fidye bulup buluşturulur, yüzbaşıya vermek üzere hediye yağlıklar hazırlanıp tekrar yola çıkılır. Ancak bu beş kişi Fischer’ı bulmak ümidiyle geldikleri yerde yüzbaşının başka bir mevkiye nakledildiğini öğrenip, meyus, yeniden yola koyulurlar. Mevsim yaz, ortalık kavruluyor, geri dönüş yolunda gündüzleri gölgelik bir yer yok, geceleri sürüsüne bereket sinekler uyutmuyor ve bir süre sonra yanlarındaki yiyecek bitiyor. Geldi mi üst üste gelir lafzınca tüm bunlar yetmiyormuş gibi Osman kendini haydutların kılıcı ucunda bulur, “acaba kılıç keskin midir, boynumu birden keser mi, yoksa keskin olmayıp da bana acı verip eziyet ider mi”6 diye düşünürken bir şekilde ölümden kurtulur. Ancak haydutlar fidye parasını çoktan iç etmiştir.

    Arkadaşlarıyla Fischer’in peşinde, aç biilaç gitmeye devam ederler. Yemek yokluğunda ordunun küflü diye geride bıraktığı ekmekleri yiyerek hayatta kalırlar. Nihayetinde Fischer’ın nakledildiği mevkiye varılır. Ancak Osman’ın üst baş pejmürde, kir pas içindedir: “Her kangı çadıra gelsem, dillerince söyleşmek bilmem, ve bir üryan, dilenciye benzer genç oğlandır, diye çadırlarına yakın geldikte, herkes kovup vurmak istedi” (61-62). Bu minval üzere güç bela bulur Fischer’ı. Yüzbaşı ile biraz hır-gürün ardından haydutları bulurlar, fidye parası geri alınır. Ancak yüzbaşı Osmanlı ve Habsburglar arasındaki savaşı bahane ederek Osman’ı salmaz, ordu Belgrad’a vardıktan sonra onu bırakacaktır. Osman, çaresiz, “Bosna İslam vilayetidür.” diye düşünüp sabreder.

    Ölümden Dönüş

    Fischer’ın niyeti sonradan su yüzüne çıkar: Osman’ı Venedikli tacirlere satacaktır. Malum, Venedikliler denizci, kürekçiye her daim ihtiyaç var. Osman satılmayı beklerken günler boyunca 13 kişi ile beraber penceresiz, dik durulamayacak kadar basık, elleri ve ayakları zincirler, tomruklar içinde bir zindanda alıkonur. Yediği içtiği günde  bir dilim ekmek biraz da acı su. Yine de şans yüzüne gülüp bir şekilde satılmaktan kurtulur ve orduyla yola devam eder.

    Bu sırada orduda ishal salgını var, kış geldi gelecek. Osman yarı çıplak. Günler boyu süren yolculukların sonunda ordu bir yerde mevzilenir. Fakat bu sırada Osman ağır biçimde hastalanır, öyle ki öldüğü düşünülüp çöp ve dışkı dökülen bir çukura atılır. Kışın keskin soğuğunda, günlerce yarı baygın o çukurda kalır Osman. Talihin bir oyunu gibi, muhtemelen dökülenlerin ısısı sayesinde ölümden döner. Birkaç gün sonra kendine gelip yine orduyla yola koyulur. Karda kışta yalın ayak, hasta; geceleri konak yerinde ateşin başına oturmasına dahi izin verilmez, sık sık dayak yer. Acının sonu yok gibidir:

    “O dahi evvelki üzere [bana] tekme eyledikte, sabaha değin ayak üzre yalıncak durup, ertesi günü gine yola koyulup, Sengistan dağları aşırı, yalın ayak, yolun sivri taşları ayağıma batıp kanlar revan olup, sovuk mu ziyade ıstırap verir, yaralar mı, hangisi çok bilmem.” (75)

    Serde Gençlik

    Bu yolculuk sırasında Osman’ın bulunduğu grup bir Hırvat köyünde konaklar. Köylüler köye bir Müslüman Türk gelmiş diye merak içinde, sırayla gelip Osman’ı görme telaşında. Kısa sürede onunla tanışıp aradaki samimiyet ilerletiyorlar:

    “Bir on beş yirmi gün kadar bu köyde zevk edip, bu zevkt ta şol mertebe idi ki, yetişmiş Hırvat kızları biri bir elimden, biri bir elimden alıp halvethanelerine götürüp bize ziyade iltifat gösterip, bir iki saat tenha yerde sohbet edip, ‘bize müslümanca ve boşnakça ırla’ diye teklif ederlerdi. Ol vakitler bizim dahi tazeliğimiz vakitleri idi. Henüz on sekiz yaşında olup, eğerçi güzellikde güzel değil idik, amma yine de çirkin değil idik. Zira her mahlukun genci güzel görünür. Ol esnalarda ve ol çağda kişi fırsat bulup bazı şeyleri yapabilecek durumdayken bunlardan kendisini koruyabilmek çok büyük hünerdir. Lakin, Hak sübhanehu ve teala hazretleri, kendi lutf ve keremleriyle bizde bir mikdar hayâ halk etmekle, o türden münasip fırsatları binlerce kez kaçırıp, ama sonradan da nefs-i emmaremiz derdi ki, kendi kendim ile tefekkür ederek, ‘işte, fırsat elinde var iken, sen böyle genç ve taze, yanında olanlar da yine bu işe meyilli ve hazırdır; birisinin işini görseydin ne olurdu. Sen şurada beş on günlük misafirsin, sana ne lazım gelirdi?, diye pişmanlık doğmak gibi bazı düşünceler hatıra gelirdi. Fakat, hemen ardınca, durumu gine akıl terazisine vurup doğru düşünceyi hatıra getirince, ‘sen zavallı bir esirsin. Bunun gibi töhmetli bir iş eyledikte, açığa çıkmak lazım gelirse, ve bu takdirde, kendi aralarında adetleri yahut hükmleri ne ise yerine getirmek iktiza eyledikte, kim bilir ne durumlar ortaya çıkar. Safası az bir şey için pek çok sıkıntılı duruma düşersin. Ve hem kendinden bir tohum bırakıp evlad hasıl edersin, o durumda da ne olacağını bilirsin!” (80-81)

    Şimdiye dek yaşadıklarına kıyasla bu köyde Osman’ın rahat bir nefes aldığını düşünebiliriz, ancak metnin satır aralarında yoğun bir stresin varlığına tanık oluruz. Getirilen yemeklerin “hınzır” eti olup olmadığı, domuz yağında pişirilip pişirilmediği, Osman’ın zorla Hristiyan yapılacağı yapılmayacağı ya da hoş bir anı olarak anlattığı delikanlılığının ilk flörtlerinde bile alttaki o dinî çekinceleri görmek mümkündür. Kolay değil, dünyanın İslam diyarı ve gayrısı diye ikiye bölündüğü bir toplumun ferdiydi Osman. Ancak yine de büyük bir gönül açıklığıyla, metnin her satırında gürül gürül akan o insani duruşuyla, zaafları ve erdemleriyle aktarır içinde bulunduğu hâli.

    Bu köyde kaldığı sırada Hırvat nalbantın oğlu ona firar etmesi için yardım edebileceğini söyler. “İslam hududu”na kaçma umuduyla yanlarına saklandığı bu aileden de okkalı bir kazık yiyecektir Osman. Çünkü onların da niyeti, onu köle tacirlerine satmaktan başka bir şey değildir. Osman bir kez daha satılmaktan kurtulur. Ancak bu sefer de Avusturyalı bir generalin hizmetine verilir. Görevi, ahır temizliği. Bir şekilde elinden iş geldiği anlaşılınca Osman demirlerinden kurtulur. Fakat bu sefer de generalin ahırcısı, temizlikçisi, aşçısı, sofracıbaşısı tüm işleri onun üstüne yıkar. En ufak bir aksaklıkta ise dayak atarlar zavallıya. Öyle ki Osman, «demirden çıkıp kurtulduğuma peşiman olduk» diye söylenecek vaziyete gelir.

    Avusturya Yılları

    Köle olarak 4 yıl Graz’da kalır Osman. Bu süreç zarfında başından türlü maceralar geçer, ancak Graz’daki ikametinin sonuna geldiğinde yanında kaldığı ailenin sevgisini çoktan kazanmıştır. Öyle ki Viyana’ya, başka bir efendiye gönderilirken efendisi, hane halkı onu uğurlarken göz yaşları içinde kalacaklardır. Bugünden bakınca yorumlaması çok da kolay olmayan bir durum bu. Bir yanda büyük bir acımasızlık, öte tarafta yüzeye vurmayı bekleyen bir sevgi. Terentius’un dediği gibi: “İnsanım ben, insana ait hiçbir şey bana yabancı değildir!” Bugünün modern aklı insanı köleleştirmediğini sanadursun, görünüşe göre geçmişteki köle-sahip ilişkisinin onca acımasızlığın altında beklenmedik bir merhamet de uykuda bekliyordu.

    Viyana’da Osman’ı öncesine kıyasla biraz daha rahat ancak uzun yıllar beklemektedir. Osman burada şekercibaşının yanına yamak verilecek, bu işte yıllarca çalışıp, efendisi ile imparatorluğun Fransa sınırına dek farklı bölgelerini gezme fırsatı bulacaktır. Tüm bunlar olurken bir yandan da doğal olarak Almanca öğrenecek, sarayın, soyluların yaşamına da tanıklık edebilecektir. Hele bir süre sonra efendisinin güvenini iyice kazanıp, Viyana içinde rahat rahat dolaşmaya başlayınca dünya deneyimi daha farklı bir boyut alacaktır. Kendi gibi Viyana’da esir başka Müslümanlar ile görüşmeye, vakit geçirmeye başlayacak, hatta işi ileri götürüp meyhane kavgalarına karışacak, aşk maceraları yaşayacak ve yine talihi yaver gidip ölümün ucundan dönecektir.

    Tüm bu hayat 1699’da Osmanlılar ile Habsburglar arasında Karlofça’da sulh imzalanınca boyut değiştirir. Esaretinin 7 yılı boyunca uykuda olan özgürlük hissi âdeta bu olay ile uyanmış, Osman hemen kaçış planlarına başlamıştır. Hane halkından da biraz yardım alarak efendisinin imzasını taklit yoluyla sahte bir azatlık belgesi hazırlayıp kendisi gibi esir üç kişiyle kaçış planını uygulamaya başlarlar. Dönüş yolunda hiç Türkçe konuşmayıp, birer Hristiyan’mış gibi davranacaklardır. Çok da zor değildi zaten Osman için bir Hristiyan kılığına bürünmek: Siyah uzun saçlı, sakalsız, Avusturyalı kıyafetinde Almanca konuşabilen bir erkektir neticede, onu “gören, hiç ‘Müslümandır’ diye kıyas etmezdi.”

    Ancak evdeki hesap çarşıya uymaz. Budin’e vardıklarında konakladıkları Avusturya meyhanesinde hancı kadın bunların pazar günü kiliseye gitmediklerini görüp şüpheyle sebebini sorar. Osman’ın verdiği son derece zeki «Biz lüteran ayinindeniz. Biz sizlerin kiliselerine varmazız.” cevabına rağmen üstlerindeki kuşku bulutu kalkmaz. Her geçtikleri şehirde belgeleri kontrol edilir, soruşturulurlar. Ancak bir şekilde tüm bu belaları savuşturmayı başarırlar.

    Şimdi sıra kaçmalarına yardım edecek doğru kişiyi bulmaya gelmiştir. Yörede Ermeni, Rum ve Sırp birçok kaçakçı vardır. İlk başta para kaptırsalar da sonunda Sırp bir kaçakçı ile anlaşıp kaçmak üzere yola koyulurlar. Ancak Osman’ın aklında sürekli şüpheler vardır: “Onlar bizim kadim din düşmanlarımız  […] biraz dünyalık için kime olursa kıyarlar, onu evvelden bilirdik.” (151) Hâlbuki az ileride Sırp haydutların baskını uğradıkları sırada tam bu anda oradan geçmekte olan bir Müslüman tüccar kafilesinden yardım isteseler de, tüccarlar “Burası kırdır, karışmazız.” diyerek oralı olmazlar. Bazı şeyler ne din, ne dil, ne millet dinliyor! Ancak Osman bu badireyi de atlatmayı başarır. Belgrad’a varır. Durumunu anlatıp eski rütbesine geri iade edilir. Bir süre sonra Temeşvar’a ailesini görmeye gider. Kardeşleri çoktan savaşta ölmüş, geri bir tek yeğeni kalmıştır.

    Son Yıllar

    Osman Ağa geri kalan yıllarını esareti sırasında öğrendiği Almanca sebebiyle tercüman olarak geçirmiş, 1724’te ise ailesi ile birlikte yerleştiği İstanbul’da Habsburg dil oğlanlarına Türkçe öğreterek yaşamını sürdürmüştür. Kendi ifadesiyle “paşalı olma”yı yani bir paşa kapısında iş bulup onunla oraya buraya gitmek istememiştir. Ömrünün önemli bir kısmı bulunmak istemediği yerlerde geçen biri için son derece anlaşılır bir istek. İstanbul’a yerleştiği yıl esaretnamesini de kaleme almıştır.

    Varsa Ruhu Mazinin…

    Evliya Çelebi Seyahatnâme’nin bir yerinde yaşadığı dünyayı tanımlamak için, ancak dünyayı görmüş bir gözün söyleyebileceği bir bilgelikle, şöyle der: “Bu dünya bir hây u hûy ile kurulmuş dünyâ olub beni âdem böyle ezelden berü kırılagelmiştir.” Osman Ağa uzun esaret yılları boyunca çok defa kırılmanın eşiğine gelmiş, ancak bir şekilde hayatta kalmıştır. Esaretnamesinde tanrının “bir kulunun dünyada âb u dânesi tamam olmadıkça” onu öldürmeyeceğini söyler. Zamanın tüm sertliği, vahşiliği iki kültür dairesi arasında aşması zor yabancılık defalarca onu ömrüyle sınamışsa da, şeş kapısının kapandığı her anda talihi dönüp bir şekilde yoluna devam edebilmiştir.

    Doğduğu topluma, topraklara geri döndüğünde Osman Ağa’nın artık kim olduğunu ise hiçbir tarih kitabı yazmaz. Verili, durağan, sınırlı bir dünyada marjinal bir hayat yaşamak zorunda kalmıştı o. 1688 yılının kiraz mevsiminde esir düşen delikanlı Osman ile 36 yıl sonra İstanbul’da bu satırları kaleme alan görmüş geçirmiş, dünyanın durağanlığına sığmamış, onun katılığını, sertliğini her hâliyle tecrübe etmiş Osman Ağa sahiden aynı kişi midir? Varsa mazinin bir ruhu, onun bir yüzü insanda tebarüz etmiştir: Osman Ağa’nın dediği gibi, “İnsan taşdan ağaçdan katıdır!” (74)

    Kaynakça

    Benjamin, Walter. “Über den Begriff der Geschichte”. Gesammelte Schriften. Suhrkamp, Frankfurt Am Main, 1980.
    Çokuğraş, Işıl. Bekar Odaları ve Meyhaneler. İstanbul Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul: 2016.
    Gezer, Ömer. “Temeşvarlı Osman Ağa – Esir, Tercüman ve Yazar”. Türkbilig, 2018/35.
    Hagen, Gottfried. “Ottoman Understanding of the World in the Seventeenth Century”. An Ottoman Mentality. Brill, 2006.
    Huizinga, Johan. The Waning of the Middle Ages. Stellar Classics, 2017.
    Lütfi Paşa. Lütfi Paşa Asafnamesi. Haz. Mübahat Kütükoğlu. Edebiyat Fakültesi Basımevi, İstanbul: 1991.
    Mirandola, Pico Della. İnsanın Değeri Üzerine Söylev Ya da Rönesansın Manifestosu. Biblos Yayınları, 2006.
    Temeşvarlı Osman Ağa. Leben und Abenteuer Des Dolmetschers Osman Ağa. Haz. Richard F. Kreutel ve Otto Spies. Bonn, 1954.
    ———. Kendi Kalemiyle Temeşvarlı Osman Ağa (Bir Osmanlı Türk Sipahisinin Hayatı ve Esirlik Hatıraları). Haz. Harun Tolasa. Selçuk Üniversitesi Yayınları, 1986.
    ———. Die Autobiographie Des Dolmetschers ‘Osmân Aga Aus Temeschwar. Haz. Richard Kreutel. EJW Gibb Memorial Trust, 1980.
    Heidrun Wurm, Der osmanische Historiker Hüseyn b. Cafer, genannt Hezârfenn, und die Istanbuler Gesellschaft in der zweiten Hälfte des 17. Jahrhunderts, Klaus Schwarz Verlag, Freiburg im Breisgau: 1971



    1. 1 Su demişken, aynı yüzyılda İstanbul’da Boğaz’ın akıntılarını bilimsel metotlarla inceleyen Luigi Ferdinando Marsili’nin adını burada zikretmek istiyorum. Yukarıdaki örnekle yan yana geldiğinde ortaya çıkan kontrast üzerinde uzun erimli bir koşu yapılabilir. (detaylar için bk. Heidrun Wurm, Der osmanische Historiker Hüseyn b. Cafer, genannt Hezârfenn, und die Istanbuler Gesellschaft in der zweiten Hälfte des 17. Jahrhunderts, 1971.)
    2. 2 18. yüzyılda taşradan İstanbul’a iyi, kötü bin bir umutla gelen bekâr erkeklerin sayısının iyice artmasıyla yerli halkın şikâyetleri arasında doğru bir orantı görüyoruz. (bk. Işıl Çokuğraş, bekâr Odaları ve Meyhaneler. 2016)
    3. 3 Tabii burada kime Müslüman deneceğinin de iktidar odağına göre değiştiğini göz önünde bulunduralım. Örneğin Osmanlılar nezdinde Safeviler, Aleviler Müslümanlığın neresinde duruyordu?
    4. 4 Kim bilir belki de Osman Ağa Viyana’da görmüştü benzer şeyleri?
    5. 5 Osman Ağa’nın hayatı ile ilgili olarak esaretname dışında belki de en çok Ömer Gezer’in yazdığı “Temeşvarlı Osman Ağa – Esir, Tercüman ve Yazar” başlıklı yazıdan istifade ettiğimi belirtmeliyim.
    6. 6 Alıntılar kaynakçada bulunan, 1986 tarihli Harun Tolasa yayınındandır.