GÖÇMENLERE KARŞI ULUS DEVLET

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Donatella Di Cesare

    I
    Vaziyeti anlamak için, gözlerimizi günümüz sahnesine çevirmeliyiz. Devletle göçmenler arasında bu devre özgü bir çatışma söz konusu. Göçmenler, devletlere göre çekilmez bir anomali, kendi hükümranlığına bir meydan okuma gibi geliyor; ama sırf göçmenler bir davetsiz misafir, bir sürgün ve kaçak olduğu için değil; çünkü göçmenler varlığıyla devletin üzerine inşa edildiği temel taşı yıkıyorlar. Göçmenler başka türlü düzenlenmiş bir dünyanın olabilirliğini ima ediyorlar. En başta dolaşım serbestisi olacak şekilde göçmen hakları devletin egemenliğiyle; ulus ve kendi toprakları adına karar vermesini sağlayan bu egemenlikle çarpışıyor.

    Devlet, egemen gücünü yeniden teyit ettirmek için göçmenleri tam da sınırlarında, çatışma ve çarpışmaların bu en mümtaz mevzisinde durduruyor. Böylece devlet göçmenleri, isterse hükmettiği topraklara sokabileceği isterse kovabileceği bir yerde tutuyor. Devlet böyle yaparak, insan haklarını açıktan ihlal etmeye razı olduğunu gösteriyor. Sınırlar böylece, hayatta kalabilmiş birçok kazazedeye karşı bir duvar olmakla kalmıyor, ayrıca göç edebilme hakkına karşı dikilen bir engel de oluyor.

    Bu çelişki özellikle, insan haklarını ve vatandaş haklarını ilan ederek kurulmuş Batı demokrasilerinde daha cırtlak bir sesle yankılanıyor. Dolayısıyla ortaya şöyle bir ikilem çıkıyor; değerli olan hangisidir; insan hakları mı vatandaş hakları mı?

    Bu yeni binyılda tezahür ettiği biçimi ve tarzıyla göç olgusu modern devlet olgusuyla yakından bağlantılıdır. Sınırlarını koruma amacıyla ulus devletler ayrımcılık yapıyor ve vatandaşlarla yabancılar arasına bir set çekiyor. Bu ayrımcılık kaldırıldığında devlet artık var olmaz. Sınırlar böylece âdeta belkemiği değeri kazanıyor ve yarı mitsel bir kökene işaret ediyor, zira ancak bu tanım ve ayrımcılık sayesinde devletin yapısı kendini vazedebilir, devlet ancak bununla devlet olabilir ve devlet “kalabilir.” Devingenliğin tam tersidir bu. Bu görev ne kadar zorunlu görülürse ulus devletteki tek türlülük ve kimlik hevesi de o kadar güçlü olur.

    Dolayısıyla bu durum, göç üzerine düşünmenin aynı zamanda neden devlet üzerine düşünme de olduğunu açıklar. Devletin en dıştaki ucundan bakıldığında, göçmenler onun temelini sorguluyor, yaptığı ayrımcılığa karşı işaret parmağını sallıyor, ona tarihsel gelişimini hatırlatıyor ve mitsel saflığını itibarsızlaştırıyor gibi görünür. Bu bağlamda göçmenlik, kendisiyle birlikte huzur bozucu bir suçlama da getirir.

    II
    Günümüz dünyası, aynı zamanda birbirleriyle de karşı karşıya veya yan yana duran birçok ulus devlet arasında bölünmüş durumda. Bizlere, yani vatandaşlara göre devlet merkezli bakış açısı açıktır. Bizler devletlerimizin sınırları dâhilinde sabitçe, sağlamca yerleşik olduğumuzdan göçmenliğe buradan bakış bizlere gayet doğal görünür. Başka deyişle ulus devleti oldukça doğal bir fenomenmiş gibi görmeye itiliriz, oysa ulus devlet tarihsel bir fenomendir. Böylece, kendi ayrıcalıklarımızı korumak için devletin ve sınırlarının suç ortakları olmaya çekiliriz.

    Bu durum tam da, “göçmen krizi”yle ilgili meseleler kamuda tartışılırken insanların her zaman, neden ait oldukları devletin bakış açılarını zımnen üstlendiklerini gösterir. Bu tartışmaların her daim, şu “akınların” nasıl yönetileceği ve nasıl düzeltileceği odağında dönüp durması asla tesadüf değildir. Tartışmalardaki farklılık genellikle, göçmenleri kullanışlı bir çare ve fırsat görenlerle onların tehlikelerini haykıranlar arasındadır. Devlet merkezli görüş her daim kuralcıdır. Devlete ait vatandaşların karar verme özgürlükleri, kapılarını çalan yabancıları kabul veya reddetme ayrıcalıkları teminat altındadır. “Hayır” diyebilme şeklindeki egemenlik gücü sanki hakkında kuşku duyulamaz ve tartışılamaz gibi görünür.

    Uluslararası hukuk tam da kendi kurallarıyla, devletlerin iddiasını onaylamak ve bunu geçerli saymaktan başka bir şey yapmaz. Ancak bu hak meşru olsa da onu meşrulaştırmak için ne söylenebilir? Devletler göçü engelleyebilir veya kısıtlayabilir mi? Ayrıca vatandaşların buna “hayır” deme iktidarı var mıdır?

    Vatandaşların önceliği özellikle bu son yıllarda kabul edilir oldu ki bu öncelik kendini sınırları denetleme gücüne ve egemenliğin ikametgâhına aktardı. Bildiğimiz gibi, söz konusu öncelik kendini “biz”, “bizim”, kendimiz, hususiyet, aidiyet ve kimlik gibi kelime dağarcığıyla telaffuz eder. Siyasal uzlaşı burada iyice koyulaşır. Vatandaşlarının kendilerini, meşru kılabilen sahipler gibi gördükleri ve “şu bizim ülkemiz” sayılan şey böylece, içine yabancıların girmesini reddetme veya sınırlama yetkesine kavuşturulmuş olur.   

    Oysa burada, üzücü yanılmalar ve dürüst olmayan yanlış anlamalar gizlidir. Çünkü insanlar, vatandaşlığın memlekete sahip olmayla aynı şey olduğunu düşünürler. Her şeyden önemlisi de insanlar kiminle beraber yaşayacaklarına karar verebileceklerini zannederler. İşte bu da, türdeşlik -yani ulusun bütünlüğü- ve toprak mülkiyeti varsayımına dayanan egemenlikçiliktir (sovereignism).

    Ulusal bütünlüğe gelince herkes devletin etnik-ulusal açıdan türdeş bir topluluk olmadığını görebilir. Aynı şekilde kültürü de kimliğe ait bir mülkiyet sayamayız. Etnik türdeşlik iddiasının savunulduğu her yerde şu kadim hayaletler; ius sanguinis (kan hakkı) ve ius soli (toprak hakkı) yeniden ortaya çıkar, üstelik bu ikinci hayalet, yani “toprak hakkı” çok daha zararlıdır. Tam da burada, vatandaş olmak kişinin ikamet ettiği yerin sahibi olması anlamına gelir, şeklinde bir yanlış anlama söz konusudur. Ez cümle; devletin toprakları orada mukim vatandaşların özel mülkiyeti olmalıdır, sanki. Burada, devlet egemenliğiyle toprağın özel mülkiyet oluşu arasındaki yakın bağlantı kaçırılmamalıdır. Hâlbuki bu hak hiçbir yerde yazmaz. O aslında bir mittir. Otoktoni miti antik Atina’da doğmuş ve olağanüstü başarılı olmuştur. Otoktoni şu anlama gelir; belirli bir yerdeysem bu yer bana aittir, benim özel mülkümdür ve ötekileri buradan çıkartabilirim.

    III
    Bu devlet merkezli bağlamdan bakıldığında göçmenler birer hudut olarak görünürler ve derhâl tehlikeli yabancılar, gizli ve sinsi düşmanlar, istilacı vahşiler ve muhtemel teröristler olarak algılanırlar; asla bir misafir olarak değil. 

    Misafirperverliği bu şekilde sınırlayan koşulları ise altta yatan örtük düşmanlık emreder. Onları kabul edelim mi, etmeyelim mi? Göçmeni sığınmacıdan nasıl ayıracağız? Göçmenleri kabul etme veya reddetmede ölçüt ne olacak?  Tevekkeli değil, bu soruların çoğu şu “akınların” nasıl yönetileceği ve nasıl düzeltileceği odağında dönüp durur. Vatandaşlar bu yolla, eldeki kanıtlara dayanarak, şu kapıya dayananların kovulması veya kabul edilmesi hakkında kararları beklenen, tartışmasız hâkimler ve yüce yargıçlar oluverirler. Kanıtlarsa şunlardır; sığınma adaylarının suistimali, ekonomik göçmenliğin yararı ve diğerleriyle bütünleşebilme iradesi. Yabancıların insan hakları bu yönetim muhasebesiyle bastırılırken vatandaşların sahip oldukları tüm ayrıcalıklar, imkânlar ve dokunulmazlıklar güç tarafından teyit edilir. Sözcüklerin sık sık bağlamlarından koparıldığı hatta kendileriyle tam zıt anlamların kastedildiği siyasal-medyatik söylemde “kabul etme siyaseti” aslında göçmen akışının kolluk kuvvetlerince yönetilmesini ve sınırların denetim altında tutulmasını imleyen bir ifadedir ki göçmenleri geri gönderme veya göz altına alma anlamına gelir.

    IV
    Görünüşe göre, bugüne kadar her yerde, hatta solda da bu egemenlikçilik hâkim olmuştur ki bu çok ciddi bir durumdur. Mülkiyetin kendi topluluğuna aidiyetini savunan ve refahın kendi topluluğunun hakkı olduğunu iddia eden görüşlerle iyice güçlenen devlet ölçekli yabancı düşmanlığı, pragmatik realizm bahanesiyle göçmen kabulü işini karartabilmiştir, zaten bu bakış açısıyla göçmenlik zorunlu bir tehdit şeklinde okunmuştur. Vatandaşlığın toprağa malik olmayla aynı şey olduğunu dillendiren bu yersiz yanlış anlamanın falsariga’sında (çizgisinde) aidiyet, özel haklar teminatına eş değerdir ve bu durumda toplumsal adalet ulusal sınırlara hasredilir. Böylece fakir, göçmene saldırtılmış olur. Birileri refahın yalnızca ulusal düzeyde iş görebileceğini söyleyebilir; sanki küreselleşme bir küresel adalet istemiyormuş ve bunun için savaşmıyormuş gibi. Burada sola düşen göreve, yani uluslararasılık görevine ihanet edilmiştir.

    V
    Peki, yalnızca sınırları açmayı teşvik etmek kâfi mi? Hayır, elbette! Kesinlikle her bireyin temel hakkı olan dolaşım hakkını kayıtsız şartsız savunmak liberal düşüncenin bir diğer veçhesinden başka bir şey değildir. Bu şekilde kayıtsız şartsız bir dolaşım serbestisinin iadesini istemek göçmenliği sıradan, gündelik yaya gezintisine indirgeme anlamına gelmekle kalmaz, ama aynı zamanda göçmenleri kabul edip etmeme şeklindeki karar vericilik meselesini tümüyle boşa çıkartır. O hâlde engelleri kaldırmak yeterli olacaktır, böylece herkes tüm dünyada; gayet kullanışlı bir takas meydanı olarak, kararların verileceği ve herkese açık fırsatların yer aldığı engin bir pazar olarak anlaşılan dünyada dolaşmada serbest olacaktır. Savaşın ızdıraplarına katlanan, uzun süre açlık ve sefillik çeken birinin özgürce istediği yere gitmek gibi bir isteği olmaz; bunun yerine o, herkes için yepyeni bir dünya kurabileceği bir yere varmayı umar. Böylesi bir savaş mağduru, dünya vatandaşları topluluğuna girmiş gibi davranır, o daha ziyade diğerleriyle hep birlikte yaşayabileceği bir dünya hayal eder. Mesele çok daha geniş ve bu yüzden daha geniş incelenmesi gerekiyor.

    Göçmenlik biyolojik bir veri değildir, basitçe bir yere hareket etme de değildir; o daha ziyade, göçmenin yabancılarla karşılaşacağı, misafirperverliğin siyasal ve etik açıdan tatbik edileceği bir yolculuktur. Yer değiştirme olmaksızın, “öteki” olmaksızın, yer hakkında bir çatışmaya doğru katılaşabilecek bir karşılaşma olmaksızın göçmenlik söz konusu değildir. Göçmenlik, eklemli bir bütün olarak tanınması gereken siyasal ve ahlaki bir eylemdir.

    Bu ius migrandi (göçmenlik hakkı) yeni binyıldaki bir insan hakkıdır. Bu hak, militan assosiyasyonizm (birliktelikçilik), uluslararası hareketler ve giderek daha çok farkında ve teyakkuzda olan bir kamuoyu tarafından ayakta tutulacak bir mücadeleye; belki köleliğin kaldırılması çabalarıyla kıyaslanabilecek bir mücadeleye gerek duyar. 

    Misafirperverlik olmaksızın ortada bir göç hakkı söz konusu olamaz, ancak bu misafirperverlik Kant’ın “ziyaret etme hakkı” teklifindeki indirgemeci anlamda değil daha ziyade bir ikamet hakkı anlamındadır.

    Bu da ancak, küreselleşmenin gezegen çaplı sürgününde hepimizin birer yerleşik yabancı olduğumuzu anladığımız zaman gerçekleşebilir. “Yerleşik yabancılar”ın hem antik hem de yeni ifadesi yerlilere, şu vatandaşlara ikamet hakkı tanıyan katı çitler mantığını bozacaktır. Böylesi bir kısa devre yabancıyı yerliye, mukime bağlayacak ve her ikisini de dönüştürecektir. İkametin sahip olmakla ilgisi yoktur, var olmakla ilgisi vardır. Ayrıca ikamet bir kişinin kendini kurması, vazetmesi anlamına gelmediği gibi yerleşik olması, yerin sahibi olması anlamına da gelmez.

    Kimse tarafından istimlak edilemez olarak kabul edilen yeryüzünün farklı bölümlerinde sabahlayarak yaşayan, vatandaşlara mihnet altında yaşayan şu yerleşik yabancılar bir yol gösterirken, kendileri de aslında yerleşik yabancılar olan vatandaşlar da kendi yollarını keşfediyor. Yabancılar şehrinde vatandaşlık misafirperverlikle çatışıyor. Böylece sığınmacılığın, şu eski yasal kurumun da artık varlık gerekçesi kalkacaktır.

    Misafirperverlik vatandaşlıkta tescil edilmelidir. Vatandaşlık değişmeden, eskisi gibi kalmamalıdır artık. Vatandaşlığın demokratikleşmesinden, gelenekten kurtarılmasından söz etmiyoruz, daha ziyade vatandaşlığın ötesine geçmekten söz ediyoruz. Şu eski vatandaşlık mefhumunun ötesine geçmek kozmopolitanizmin tüm sınırlarının gün yüzüne çıkarılmasına yol açmak demektir. Bu öteye geçiş, kısaca, “vatandaş” veya “dünya vatandaşı” olarak ilan edilme veya “dünya vatandaşlığı”nı genişletme hakkında değildir; o, öteye, yani birlikte yaşayacağımız bir uzama geçişle ilgilidir. Birlikte yaşamak; tüm mesele budur. Yeni bir topluluk anlayışı mümkündür.

    VI
    Eğer korku, topluluğu yöneten bağ ise sınırlar içeriyi koruyan ve tüm ötekiliği dışarıda bırakan bir tür yapay dolgu; vazgeçilmez bir bağışıklık dolgusu hâline gelir. Korkuyu ateşleyen şey birden karaya çıkan bu belirsiz ve karanlık kitledir. Onların hikâyelerine, yaşam öykülerine dair hiçbir şey bilmiyoruzdur, bize hiçbir şey söylenmemiştir. Böylece duygu ümmileri oluveririz. Hatta göçmen, bir yabancı bile değildir artık; herhangi bir yerin havasını taşımaz çünkü. Göçmen yer dışıdır, dahası, kaldığı yerde kalmaması gereken biridir.

    Burada, “öteki”yi soyut ve idealize edilmiş bir sima hâline getiren, misafirperverlik jestini kişisel ahlaka ve dinî inanca hasreden “öteki felsefesi”nin sınırlarını anmak zorunludur. Böylesi bir felsefe nihayetinde, hukukla adalet arasındaki boşluğu kabule vararak göçmeni yasal sistemin onu misafir edemeyeceği bir noktaya teslim eder; onu, kanun kaçağı bir yabancı, yasadışı bir göçmen yapar. Öte yandan göçmenin de yerleşik yabancı olarak tanınma hakkı vardır. Böylece o, vatandaşın karşıtı olmayacaktır. Aslında göçmenin vatandaşla birçok ortak yanı vardır. Bir kere varoluşsal ortaklık söz konusudur ki bu temel üzerinde kişi “öteki”de kendini ona yakınlaştıracak, o yabancıyla aşina kılacak ve ona misafirperverce yaklaşmaya itecek “ötekilik”i tanıyabilir. Çünkü varlığımızın gezegen çapında geçerli bir sürgüne, herhangi bir barınak olmaksızın, gayet rahatsız edici şekilde maruz kaldığını bir kere anladığımızda ortaklık aynı zamanda siyasal da olacaktır. Bunu yapacak olanlar da yerleşik yabancılardır; artık sığınmacılığın bir anlam taşımadığı bir şehrin kapılarını açan yerleşik yabancılar. Zira böylesi bir şehir, içinde yaşayan herkesin yerleşik yabancı olduğu şehirdir. Yerleşik yabancılık böyle bir şehrin sakinlerinin siyasal-varoluşsal durumudur; buradaki her sakin hem yerleşiktir hem de yabancı.

    VII
    Post-Nazi çağında, kiminle yaşayacağımıza karar vermenin meşruluğunu dillendiren fikir hâlâ gayet güçlüdür. Popülist yabancı düşmanlığı kaldıracının destek noktası burasıdır, gizli ırkçılık da onun tramplenidir. Öte yandan birçok insan bunun doğrudan Hitlerciliğin mirası olduğunu, birlikte yaşamak için ölçüt belirleme amacıyla dünyayı biyopolitik olarak yeniden şekillendirme tasarısının (ki bu amacı güden ilk tasarıdır) yadigârı olduğunu yadsır.

    Birinin yaşamak durumunda kaldığı yerde ötekinin mevcudiyetini tanıması o kişiyi yalnızca bir yakınlık ahlakına açmakla kalmayacak ama ayrıca bir birlikte yaşama siyasetine de açacaktır. Kişinin ayrımcılık jesti, kendisi için kendine mahsus bir yer iddiasında bulunmasıdır. Böyle bir iddiada bulunan kişi kendini, yaşadığı yerle kendisinin özdeşliği varsayımına dayanarak bir egemen özne mertebesine yükseltir, böylece mülkiyet hakları iddiasında bulunurken oradaki tek vücudun kendisi olduğunu vehmeder. Bu iddiada atalara ait bir zorbalık gizlidir. İster “ben” ister “biz” olsun, ister tekil ister çoğul olarak ilan edilsin bu egemen özne kendini ötekinin yerine ikame etme, onu buralardan sürüp izlerini kazıma amacındaki bir gaspçıdan başka bir şey değildir; buralarda kendisinden önce var olan ötekinin sanki hiçbir şekilde hakkı yokmuş, sanki öteki burada olmamış hatta hiç var olmamış gibi. Egemen özne böyle davrandığında öteki ile beraber tüm ahlak da silinip gider. Oysa hiç kimse seçilmemiştir, hiç kimse kendisinden önce bir başkasının yaşadığı yerin o anki sahibi değildir, o hâlde kimse zorla malik olamaz.

    Buna karşın, kişinin yaşamak durumunda kaldığı yerde ötekinin mevcudiyetini tanımak kişinin bir yakınlık ahlakına ayrıca birlikte yaşama siyasetine açık olması demektir. Birlikte yaşamak ifadesindeki “birlikte” lafzı yalnızca katılım değil eş zamanlılık anlamını da kapsayacak şekilde en geniş ve derin anlamda anlaşılmalıdır. Pek çok sürgünün kavşak noktası olan bu dünyada birlikte yaşamak demek bir zamansal yakınlaşmadaki uzamsal yakınlığı paylaşmaktır ki bu zamansal yakınlaşmada herkesin geçmişi ortak bir şimdiye    ortak bir geleceğin bakış açısıyla eklemlenebilir.

    *Prof. Dr., Roma Sapienze Üniversitesi, Felsefe bölümü