NASYONALİZMİN ZEİTGEİST’I: ÖNCESİ VE SONRASI

  • Sabah Ülkesi - CoverSabah Ülkesi - CoverSabah Ülkesi - CoverSabah Ülkesi - CoverSabah Ülkesi - CoverSabah Ülkesi - CoverSabah Ülkesi - CoverSabah Ülkesi - CoverSabah Ülkesi - CoverSabah Ülkesi - Cover
  • Nasyonalizmin zeitgeist’ı üzerine düşünmek için 2018 bir fırsat yılı. Ne yana bakarsanız nasyonalizmin işaretlerini göreceksiniz; Trump, Brexit, “Tropik bölgelerin Trump’ı”, Tayvan’la Çin anakarası arasında gerçekleşen karşılıklı kıyı gerginliği… Tanımdan doğan kafa karışıklığını önlemek için genellikle akademik yazılara saplanılır, ben burada bilinçli olarak nasyonalizm kavramını daha sağduyulu bir anlamda kullanıyorum; nasyonalizm ülkenin bağımsızlığını koruma amacındaki siyasal veya ideolojik bir harekettir ve/veya ulusun çıkarlarını en üste yerleştirmektir (“Önce Amerika!”). Buna ilaveten, bir filozof olmadığım [ve dolayısıyla kavramın kendisini incelemeyeceğim] için burada zeitgeist kavramı yalın bir şekilde bir dönemin ruhu, açıkça hissedilen ama sabitlenemeyen ve havada dolanan bir şey, anlamına gelecektir. Şu hâlde, nasyonalizmin zeitgeist’ı, ayırt edici özelliği nasyonalizm olan bir çağın ruhuna işaret etmektedir.

    2018 Kasım’ında I. Dünya Savaşı’nın sona erişinin yüzüncü yılı Avrupa’da ve başka yerlerde resmî ve geniş katılımlarla anıldı. Büyük savaşın -tüm savaşları bitiren savaş- sona erdiği yıl aynı zamanda nasyonalizm yılıydı. Çekoslovakya, Ermenistan, Estonya gibi birçok ülke bağımsızlığını kazanırken, en dikkat çekenleri Polonya ve Litvanya olan bazı ülkeler de Rus, Avusturya-Macaristan, Alman ve Osmanlı imparatorluklarının kalıntıları üzerinden “yeniden” devlet oldular. Bu durum I. Dünya Savaşı’nın ve özellikle, ABD başkanı Woodrow Wilson’ın 8 Ocak 1918’de kongreye sunduğu On Dört İlke’nin doğrudan sonucuydu. Söz konusu tutum açık denizleri ve serbest ticareti mümkün olduğunca korumak suretiyle barışı tesis etme tasarısıydı, ancak bu tutum aynı zamanda, bir azami özerklik, yani bağımsızlık hareketi olarak nasyonalizme yeşil ışık yakmak suretiyle sömürge rejimleri altında yaşayan insanlara kendi yazgılarını belirleme onayı da vermiş oluyordu. Bu bağlamda, bağımsızlığını yeniden kazanması için uğraşılan Polonya’nın özel bir yeri var. Böylece Rus, Avusturya-Macaristan, Osmanlı ve Alman imparatorluklarında yaşayan çeşitli halkalara özerklik bahşedilmiş oldu. Dünya barışının da nasyonalizmi uluslararası hâle getiren ve böylece ehlileştiren Milletler Cemiyeti aracılığıyla kurulması gerektiği düşünüldü. 1918’de Avrupa’da hâkim hava olan nasyonalizmin zeitgeist’ı özgürleşmeyi, halkların kendi yazgılarını belirleme hakkını, adalet ve eşitliği temsil ediyordu.

    “Wilsoncı hareket” bulaşıcıydı ve yankısı tüm Avrupa’da hissedildi. The Wilsonian Moment: Self-determination and the Origins of Anticolonial Nationalism (2007 Oxford University Press) [Wilsoncu An: Antikolonyal Nasyonalizmin Kendini Belirlemesi ve Kökenleri] kitabında Erez Manela bu hareketin ayrıca sömürge dünyasında, özellikle Mısır, Hindistan, Çin ve Kore’de nasıl heyecan uyandırdığını belgeliyor. Sömürgeler dünyasında yaşayan halklar 1919 Paris konferansından epey heyecanlandılar ki bu konferans barış dolu bir ütopya düşleyen şu “Bir daha asla!” konferanslarından biriydi. Böylece söz konusu halklar kendi yazgılarını belirleme hakkının kendilerini de kapsayacak şekilde genişleyeceğini, böyle bir adaleti düşlemeye cesaret ettiler.

    Mısır’da, “Milletin Babası” olarak anılan ve Britanya’dan Mısır’daki protektoraya son vermesini talep eden Saad Zağlûl Paris Konferansı’na hazırlık mahiyetinde Vafd (heyet/elçilik) adlı yeni bir siyasal parti kurdu. Kore’nin nasyonalist önderleri kendi bağımsızlık bildirgelerini kaleme aldılar. Hindistan’da, Tagore kitaplarından birini Wilson’a adamak istedi. Hindistan Ulusal Kongresi’nin Hindu ve Müslüman önderleri barış konferansında Hindistan’ı temsil etmek üzere -içlerinde Gandhi’nin de bulunduğu- kendi delegelerini gönderme taleplerini birlikte ilettiler. Pekin’de öğrenciler Amerikan elçiliğinin önünde toplanarak “Çok yaşa Başkan Wilson!” diye bağırıp durdular. Reformist bir entelektüel ve Mao Zedong’un esinlendiği ilk kişilerden olan Liang Qichao galip devletlerin Çin’in bağımsızlığına saygı duymalarını sağlamak için Paris’e gitti. Sömürge dünyasında hâkim olan havada iyimser rüzgârlar esiyordu; Wilson’ın on dört ilkesince temsil edilen yeni çağın ruhu onların kendi yazgılarını belirleme arzularına, nasyonalizmlerine itibar gösterebilirdi.

    Ancak ABD hükümeti Britanya hükümetiyle arasının bozulmasını hiç de istemiyordu. Britanya sonunda, Mısır’daki Britanya karşıtı ayaklanmanın Bolşeviklerce desteklendiğine Wilson’ı ikna etmeyi başardı ve Malta sürgününden yeni kurtulmuş Zağlûl Paris’e gitmeye hazırlanırken Wilson Britanya protektorasını tanıdı. Hindistan nasyonalistleri konferansa yaklaşamadılar bile, Wilson’a Tagore’nin tehlikeli bir terörist olduğu söylenmişti. Konferansta Hindistan’ı Britanya’nın itinayla seçtiği bir heyet temsil etti. Koreli nasyonalistler de konferansta temsil edilmediler. Çinliler konferansta layıkıyla temsil edildiler ama Avrupa’nın Japonya’yla yaptığı ahitten dolayı Wilson onların isteğini -Çin’in bağımsızlığına gerekli saygının gösterilmesi- yerine getiremezdi. Haber Çin’e ulaştığında öğrenciler yine sokaklara döküldü, ancak bu kez Wilson’ın kendilerine ihanet ettiğini haykırıyorlardı. Çin nasyonalizminin sonraki 10-20 yılında varlığını sürdürecek bu hareket 4 Mayıs hareketi olarak bilinegelir. 1919’da dünyanın başka yerlerindeki nasyonalizmin zeitgeist’ı hayal kırıklığı ve direniş duygusundan ibaretti ki bu tutum sonraki on yıllarda sömürgecilik karşıtlığını besleyecektir.

    Şimdi hızlıca 2018’e gelelim. Fransa başkanı Emmanuel Macron Ateşkes Gününde (11 Kasım, Pazartesi) Fransızlığın ve Fransız devletinin çok iyi bilinen simgelerinden biri olan Zafer Takının önünde nasyonalizmin “yurtseverliğin suiistimali” olduğunu ilan etti. Artık Wilsoncı hareket mevcut değildi; nasyonalizm kötüydü (ama yurtseverlik iyiydi). Bir asır önce nasyonalizmle birlikte gelen direniş ve özgürleşme ruhuna ne olmuştu?

    Aslına bakılırsa dünyada hâlâ Wilsoncı bir hareket var. Geçenlerde, tam olarak 2018 Kasımı’nda Yeni Kaledonyalılara “tam egemenlik ve bağımsızlık” isteyip istemedikleri soruldu. 1987’deki ilk bağımsızlık referandumundan 20 yıl sonra gerçekleşen 2018 referandumu klasik sömürgecilik karşıtlığının mahsulüydü; yerli Kanaklar bağımsızlık isterken, içlerinde Fransız asıllı olup yüksek yaşam kalitesinin tadını çıkartan bazı kişilerin de bulunduğu yerli olmayan Yeni Kaledonyalılar Fransız tebaası olarak kalmayı istediler. Referandumdan %43,6 bağımsızlık lehinde ve %56,4 bağımsızlık aleyhinde oyla sonuçlandı. Sonuçlar, durumu “Fransız Cumhuriyeti’ne güven”in kanıtı olarak gören başkan Macron dışında hiç kimse tarafından heyecanla alkışlanmadı, zira bağımsızlık taraftarları 2020 gibi erken bir tarihte yapılacak bir sonraki referandumu kazanmaya ant içmiş gibiler.

    Yeni Kaledonya örneği doğrudan demokrasi alıştırmasının yalnızca en son örneğidir. Nasyonalizm söz konusu olduğunda yakın dönemli üç örnek daha eklenebilir; 2014 tarihli İskoç bağımsızlık referandumu, 2017’deki Kürdistan ve Katalonya referandumları. İskoç nasyonalistleri seçimi yaklaşık %10’luk bir farkla kaybederken, Kürt ve Katalon nasyonalistleri her ne kadar sonuçlar hâlâ tanınmasa da seçimi “kazandılar.” Tüm bu örneklerde asıl mesele, İskoç, Kürt ve Katalonların tarihsel bir hatayı düzeltmek ve daha parlak bir gelecek kurmak için birer ulus olarak azami özgürlüğe ulaşmak suretiyle kendi yazgılarını belirlemek istemeleriydi. Özgürlüğü ve direnişi dillendiren klasik nasyonalist söylem hâlâ güçlü ve çekici. İskoç bağımsızlık referandumu daha geniş bir siyasal katılım aracılığıyla demokrasinin canlandırılışına yoruluyor. Referandum hem Westminster hem de İskoç parlamentolarının mevzuatına göre gayet düzenli bir şekilde gerçekleştirildi ve onun tesiri geniş ölçüde demokrasinin “sağlık”ının göstergesi olarak okundu; insanlar artık kayıtsız değiller ve siyasal yaşama katılıyorlar. Wilsoncı nasyonalizmin bir örneği.

    Bunun aksine, Kürt ve Katalon örnekleri genellikle nasyonalizmle ilişkilendirilen olumsuz imgeleri temsil eden örnekler olarak görülür. Kürtlerin tasarısı zamanlamayla ilişkili olarak, kendi yazgılarını belirleme bağlamında bazı uluslararası soğuk destekler gördü, ancak Irak merkezî hükümeti referandumu Anayasa Mahkemesinin kararına göre anayasaya aykırı görerek geçersiz saydı. Kürdistan için Kürdistan’da gerçekleşen uluslararası mücadeleler durunca Irak Kürdistan’ı başkanı Mesut Barzani merkezî hükümetle Kürdistan arasındaki kızışan çatışmadan kaçınmak için görevden çekildi. Katalonya parlamentosunun desteklediği Katalonya referandumu ise anayasasında İspanyol egemenliğinin bölünmez olduğunu ilan eden merkezî hükümetçe tanınmadı. İspanyol hükümeti, oy sandıklarını ele geçirmek üzere oy kullanma merkezlerine baskın yapmaları için Ulusal Polis Teşkilatını ve Guardia Civil’i görevlendirdi ki bu olayın sonucunda hem siviller hem de kolluk kuvvetleri yaralandı. Referandumun ardından Katalon başkan Carles Puigdemont İspanya’yı terk etti ve birçok Katalon siyasetçi isyana teşvik gerekçesiyle tutuklandı, Katalon bölgesel hükümeti askıya alındı. Her iki vakada da referandum şiddet ve kargaşa doğurdu, ayrıca kendi yazgısını belirleme arayışındaki grupla merkezî hükümet arasındaki bölünmeyi derinleştirdi. Yıkıcı olan ve toplumun kuvvetini bölen nasyonalizmin klasik bir örneği.

    Diğer yandan, başkan Macron’un Zafer Takı altında kınadığı nasyonalizm bu türden bir nasyonalizm, yani bir halkın kendi yazgısını belirleme arayışı, bir halkın özgürlük ve kurtuluşu olan, Fransız Devrimi’nde tecessüm ettiği şekliyle klasik Wilsoncı nasyonalizm değildi. Onun kınadığı şey, müesses nizama yönelik popüler hınçtan doğan sağ nasyonal popülizm gibi görünüyor. Nasyonal popülizm çeşitli yerel seslerde yükseliyor ve İtalya’dan İsviçre’ye, Avusturya’dan Birleşik Devletler’e, Filipinler’den Brezilya’ya kadar tüm dünyada toplumsal vaziyeti alt üst ediyor. Birleşik Krallık’ta 2016’da yapılan Avrupa Birliği referandumunun sonucu da bir tür nasyonal popülizm ifadesi olarak anlaşılabilir; köprüleri yıkmak, dizginleri tekrar ele almak ve müesses nizamı sarsmak. Nasyonal popülizm siyasal seçkinlerin “dışındaki” insanlar adına konuştuğunu ve ekonomik, kültürel sömürgecilikle terkibe girmiş toplu göçü, liberal küreselleşmeyi reddettiğini iddia eder. Uluslararası düzenle uyumlu ve ona açık olan Wilsoncı nasyonalizm türüyle kati bir karşıtlık içindeki nasyonal popülizm halkın yalıtık bir hâlde kendi yazgısını belirlemesini hedefler; toplumu adaletsiz ticaretten ve denetimsiz göçten korumak için köprüler yıkılmadığı sürece ulusal benlik muhafaza edilemez. Halkı/ulusu tehdit edenler yalnızca dışarıda değildir; küreselleşmenin mahsullerinden neredeyse coşkulu bir haz alan müesses düzen de içerideki düşmandır.

    Şu hâlde, 2018’de nasyonalizmin zeitgeist’ı Wilsoncı iyimser hareketle kinli ve içe dönük popülizmin karışımıdır, üstelik daha çok ilgi çeken de bu popülizmdir. Peki neden böyle bir durum ortaya çıktı? Zanlı listesi şöyle; yeni liberalizmin doğuşu, komünizmin bitişi, küreselleşme nedeniyle zenginle fakir arasındaki uçurumun iyice açılması ve küresel güçlerin değişmesi. Birçok akademik çalışma durumun altında yatan neden olarak, oldukça fazla sayıdaki insanın böyle bir güçsüzlük hissine kapılmasına odaklanıyor. Birleşik Krallık’ta 2016’da gerçekleştirilen Avrupa Birliği hakkındaki referandumda birlikten ayrılma lehine oy kullananların işlerin iyiye değil aksine daha kötüye gideceğini düşündükleri zaten gösterilmiştir; başka deyişle, bu insanlar hâkimiyet, yönetim hissine yeniden sahip olabilmek adına daha da fakirleşmeyi tercih edip buna oy verdiler; nasyonal popülist partileri destekleyen birçok insanın eskiden oy kullanmayan kişiler olması gerçeği nasyonal popülizmin geleneksel siyasetten soğumuş insanlara “dizginleri yeniden ele alma” hissi verdiği için bu kişileri cezbettiğini gösteriyor. Güçsüzlük hissinin aslında -liberal olsun veya olmasın- demokrasinin ana düstur olduğu bir çağda daha çok fark edildiğini düşünmek ironiktir; insanlar kendilerinin efendileri olmalılar ama onlar kendilerini bir hâkimiyetsizlik, yönetimsizlik içinde buluyorlar, işte demokrasinin derin hatası.

    Bu açıdan bakıldığında 2018’de nasyonalizmin zeitgeist’ı 1918’dekine göre pek de değişmiş görünmüyor; zira ikisinin de merkezinde ulusların kendi yazgılarını belirleme arzusu var. 1918’de Avrupa’daki imparatorluklarda yaşayan halklar kendi yazgılarını belirleme arzusunu gerçekleştirdiler, oysa Avrupa dışında sömürge dünyasında yaşayan halklar için bu arzu, sömürgecilik karşıtı mücadeleyi besleyen bir düş olarak kaldı. 2018’de tüm dünyadaki halklar ya Wilsoncı tarzda ya da nasyonal popülizm tarzında kendi yazgılarını belirleme hakkı talep ediyorlar. Ekonomi elbette önemli ama hâkimiyet, yönetim hissi, insan itibarının bu veçhesi de mühim. İnsan itibarının bu önemli veçhesini 20. yüzyılda korumaya yardım eden nasyonalizm müsabaka mahallerinden biri olmayı sürdürüyor.

    *Prof. Dr., Kingston Üniversitesi Siyaset Bilimi