“AHLAK SUKUT ETMEZ”

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Asım Cüneyt Köksal

    Birçoğumuz, yaşlı tanıdıklarımızdan bazılarının “Ahlak sukut etmiş evladım!” dediklerine şahit olmuşuzdur.1 Bu sözü sarf edenler, yaşadıkları devri yadırgamakta ve ahlaki bazı değerlerin yozlaştığını, hatta artık dikkate alınmaz olduğunu, bu değerlerin hükmünün kalmadığını anlatmak isterler. Yani bu sözle olgusal bir durumdan söz etmiş olurlar. Osmanlılar devrinde yaşamış bir âlim olan Hasan Kâfî el-Akhisârî (ö. 1615) ise, fıkıh usulüne dair kaleme aldığı Şerhu Semti’l-Vusûl adlı eserinde, “Ahlak, sukut etme ihtimali olmayan hususlardandır.’’ diyor.2 Akhisârî bu sözle olgusal değil normatif bir durumu kasteder. Yani ahlak hiçbir zaman ve mekânda, muhatap kim olursa olsun askıya alınabilecek bir şey değildir demek ister. Bu cümleyi, gayrimüslimlerin uhrevi anlamda sorumlu oldukları şeyleri saydığı bağlamda yazar: Onlar imanın yanı sıra ahlak ile de sorumlu olacaklardır. Fakat aynı zamanda bu cümle, Müslümanların temel ahlaki ilkelerle her zaman ve her mekânda mükellef olduklarını da söylüyor.

    Akhisârî’nin cümlesinden hareket eden bu yazı, ahlakın bazı durumlarda veya bazı muhataplar karşısında sukut etmiş gibi olduğu kabul edilen bir dönemle alakalı bazı tespitler içeriyor.

    Ahlakın Araçsallaşması & Dava Adamı Ahlakı

    Çağımızda ilişkilerin yüzeyselleşip araçsallaşmasıyla (modernite öncesinde olduğu gibi az kişiyle ama derinlikli ilişkiler yerine, çok fazla kişiyle yüzeysel ilişkiler kurulmasıyla) birlikte insanların ahlaki ilkelere bağlılığında da bir araçsallaşma baş gösterdi. Bu durum ahlakın en temel ilkesini, yani kendi için istediğini başkası için de isteme ve tersini ifade eden ilkenin3 hayata geçirilmesinde zaafların görülmesine sebep verdi. Kant’ın vazife ahlakının temel bir ilkesi olan “Her defasında karşındakini kendinde bir amaç olarak görerek eylemde bulun, onu salt başka bir şeyin aracı yapma!”4 ilkesini ise tamamen rafa kaldırdı.

    Bu durum, bizim coğrafyalarımızda biraz da “dava adamı ahlakı” dediğimiz şeyle irtibatlı görünüyor. Sözünü edeceğimiz olgunun kökenleri, 20. yüzyılda İslam’ın, yaygın bir biçimde ideolojilerden bir ideoloji olarak görülmesiyle birlikte gün yüzüne çıkmıştır. İslam’ın ideolojileştirilmesi, onu hayatın bütününe değil, yalnız belirli bir veçhesine (iktisadi ve/veya siyasi) inhisar ettirilerek, genellikle devrin hâkim ideolojilerine benzetilerek ve onların kategorisine dâhil edilerek dar bir çerçevede anlaşılmasıyla sonuçlandı. Mutedil, mütevazı bir ubudiyet hayatı yaşamak yerine, bir seçilmişlik algısıyla farklı ve marjinal bir hayat yaşamakla. İslam bir ideoloji olarak kavrandığına göre, onun artık âlimlere değil, ideologlara ihtiyacı vardı. Bu ideologlar dava adamı diye bilindi. Dava adamının büyük hedefleri, ütopyaları vardı. Yaşanan zamanın hakkını vermek ve ahlakın inceliklerine titizlenerek örnek bir hayat sürmek zamanı değildi. Bu “büyük” hedeflere doğru yürürken bazı “küçük” meselelere takılmamak gerekirdi. İnsanlara verilen bazı sözlerin tutulmaması, muhatabın önceliklerinin ve menfaatinin dikkate alınmayıp dava adamının hedefleri açısından onların bir yerlere yerleştirilmesi, kişilerin kimi zaman istiskal edilmesi bu “ara dönem”de şikâyet edilecek meseleler olmamalıydı. Bunlar davaya zarar verebilirdi. Dışarıdan kibir gibi görünen bazı tavırlar takınmalarını garipsememek gerekirdi.

    Bu tarz bir dava adamlığı modern bir olgudur; “Vallahi bu işi bırakmam için Güneş’i sağ elime ve Ay’ı sol elime koysalar da, Allah onu üstün kılıncaya ya da ben bu yolda ölüp gidinceye kadar bırakmam!” diyen Fahr-i Kâinat’ın hayatın bütün menfezlerine sirayet eden üstün şahsiyetinden, kendini ayırmaksızın ashabıyla birlikte odun toplayıp taş taşıyarak ahlakın bütün inceliklerinin hakkını veren dava adamlığından ziyade, devrimci ideolojinin karizmatik şahsiyetini merkeze çeken, sonuç odaklı, ileriye bakarken günü ihmal eden, biraz hoyrat bir dava adamlığıdır. Bize kimi zaman cesur ve cerbezeli, kimi zaman da asosyal ve geçimsiz bir kisvede zuhur eden bu anonim şahsiyetin ortak vasfı, kişisel ahlakın müstakbeldeki muhayyel yeryüzü cenneti gelinceye dek askıya alınmışlığını ilan etmesidir. Ayrıca İslam’ı anlayışındaki ya hep ya hiççilik ve dinin her meselede tek bir hükmü olduğunu kabul edişteki kesin inançlılığıdır. 

    Bu tarz bir dava algısı, hizmeti ve fedakârlığı muhataptan beklemeyi meşrulaştırdı. Karşıdakine hakkını vermekten imtina etmenin her zaman bir mazereti vardı. “Allah rızası” denildi mi sular durulmalı, kimi zaman emeğin ücreti ecir cinsinden ödenmeli, icabında karşılıksız çalışmalıydı. Hakkı hususunda fazla talepkâr olanlar kınanmalıydı (Yıllar önce bir sohbet esnasında, bir derginin yazı işleri sorumlusu, dergide yazan meşhur bir dindar yazarın aldığı ücreti az bulmasıyla ilgili şikâyetini aktardıktan sonra, “Müslüman adam fazla parayı ne yapacak ki!” şeklinde bir serzenişte bulunmuştu).

    Dava adamı ahlakı, zamanla grup ahlakına evrildi, veyahut bu ikisi aynı zamanlarda aynı köklerden beslenerek gelişti. Grup ahlakı araçsal ahlakın türlerinden biriydi. Bu türden bir ahlakın temelinde, “biz ve onlar” şeklinde yapılabilecek her türden ayrım yatar. “Biz”e karşı muamele ile “onlar”a karşı muamele arasında temel bir farklılık vardır. “Biz”le ilişkilerimizde önemli ve değerli görülen birtakım ilkelerden “onlar” mahrumdur, yani mahrum olmalıdır. Bu tavırdan zamanla bir çifte ahlaklılık doğar. Sahiciliğin yitip kaybolduğu bu çoraklıkta hipokrasi neşvünema bulur. Bütün bu tutumların temelinde, cizvitlere nispet edilen o meşum “Amaçlar, araçları meşru kılar!” ilkesi yatar. Babanzâde İsmail Hakkı, bir asrı aşkın zaman önce bu ilkeyi bütün ahlakçıların ve siyaset bilimi erbabının ret ve takbih ettiklerinden bahseder.5 Jason Brennan da haklı olarak “‘Hedef öyle önemli ki ne gerekiyorsa yapacağım.’ [Amaçlar araçları meşru kılar.]dan daha yozlaştırıcı pek az düşünce vardır.” demektedir.6   

    ***

    İnsan kendisini, başkalarıyla münasebetlerinde gerçekleştirir. Her türlü sahici ahlak tasavvurunda, karşıdakinin aslında bizim bir parçamız olduğu, “ben” ile “sen”in sözün hakiki anlamında birbirinden ayrıştırılmasının imkânsız olduğu bilinci vardır. İnsanın kendine bakışıyla başkasına bakışı arasındaki irtibatı tesis eden ve hiçbir şeyin küçük sayılamayacağını bize hatırlatan bir söz, Ca’fer es-Sâdık’a nispet edilir:

    “Allah Teâlâ, üç şeyi üç şeyde gizlemiştir. 1. Rızasını taatinde gizlemiştir. Bu sebeple O’nun taatinden hiçbir şeyi küçük görmeyin; belki rızası o şeydedir. 2. Gazabını günahlarda gizlemiştir. Onun için hiçbir günahı küçük görmeyin; belki gazabı ondadır. 3. Evliyasını mümin kulları arasında gizlemiştir. Bu sebeple müminlerden hiç kimseyi hor görmeyin; belki o, Allah’ın veli kuludur.”7

    Her ferdin kendine bakışı ile diğerleriyle münasebetini kuşatan bu söz bütüncül bir ahlaka işaret ediyor: İnanç ve eylemi bütünleştiren bir şahsiyet olarak tezahür eden insan, başkasıyla her karşılaşmasında yeniden sınanarak derinleşecektir.

    Akde ve Ahde Riayet

    Her türden doğal hukukun içeriğinde, verilen sözlere ve yapılan sözleşmelere riayet etmek, en temel ve ilk önce sıralanacak yükümlülükler arasında görünür. Bu itibarla modern zamanlarda akde ve ahde riayetsizliğin normalleşmesi olgusunun anormalliğini altını çizerek vurgulamak gerekir.

    Midhat Cemal Kuntay’ın Mehmed Akif Bey ile ilgili bir hatırasını aktaralım:

    “Meşrutiyet’in ilk seneleri, bir Cuma, adam boyu kar yağdı. O gün Akif’in haz etmediği şeyler işlemedi: Araba, tramvay, şimendifer ve vapur… Çapa’daki bizim eve o gün sütçü, ekmekçi gibi adamlar bile gelmediler. Öğle yemeğinden sonra biz hâlâ ekmekçiyi beklerken nihayet kapı çalındı; fakat… Akif Bey gelmişti! Bıyığının yarısı donmuştu. Şaşırdım, nasıl geldiğini merak ettim: ‘Beylerbeyi’nden nasılsa Beşiktaş’a bir vapur işlemişti.’

    ‘Bu kadar mı?’ dedim. Tabii ki bu kadardı ve tabii ki Beşiktaş’tan Çapa’ya işleyen bir şey yoktu; ancak bunu sormaya da lüzum yoktu, çünkü Beşiktaş’tan Çapa’ya bu havada insanlar yürüyerek de gelirdi. Bu karda, tipide, yaya yürünülen mesafeye ben şaştıkça Akif de benim hayretime şaşıyordu. ‘Gelmemem için kar, tipi kâfi değil, vefat etmem lazımdı. Çünkü geleceğim diye söz vermiştim.’

    İnsanların birbirlerine verdikleri sözün bu kadar korkunç bir şey olması, o gün beni ürküttü.

    ‘Akif’ dedim, ‘sen eğer verilen sözün manasını bu türlü anlıyorsan, bana izin ver de ben bu türlü anlamayayım. Benim verdiğim sözün şiddetli bir lodosa bile tahammülü yoktur!”8

    Jacques Ellul, Sözün Düşüşü 9 isimli kitabında, imajların istila ettiği ve dilin gözden düştüğü günümüz dünyasını betimler. Sınırsız imaj patlamasıyla “hakikat”i “gerçeklik” düzeyine indirgeyen modern insan, artık tarlalar, ırmaklar, ormanlar arasında değil; reklam panoları, sinyaller, etiketler gibi göstergeler arasında yaşıyor. Böylelikle kurgulanmış bir dünyaya sığınan insan, hakikatin bir temsili olan sözden (dilden) nefret etmeye ve onun yerine gerçeklikle ilişkili olan imajı ikame etmeye başlar. “Anlamı taşıyan şey dildir ve anlamlı olan yalnızca dildir. Anlamın buharlaşması hakikatin buharlaşmasıdır ve hakikatin mekânı dildir. Bize anlamlı bir dünyanın kapısını ve hayatın kapısını yalnızca dil aralayabilir.”10 Söz-eylem teorisine (speech-acts theory) göre performatif (inşai), yani yeni bir durum meydana getiren bir eylem olarak söz vermek11 ise, yükümlülük doğuran bir kelam olarak sözün düşüşünden nasibini almaktadır. Kısacası sözlerimizin artık lodosa tahammülü kalmamıştır.

    Kurum ve Çalışma Ahlakı

    Modern dünyanın yapıcılarından birisi de tüzel kişiliktir. Tüzel kişilik; kurumların devamlılığını sağlamak, mesela bir üniversitenin veya bir şirketin yüzyıllar boyunca istikrarlı bir şekilde yaşamasını sağlamak gibi esaslı bir meziyete sahiptir. Fakat bunun yanında, insanı kendi var ettiği yapıların tahakkümü altına sokmak gibi de bir olumsuz tarafı vardır (Koskoca Hindistan’ı yüz yıl boyunca İngiliz menşeli bir şirketin yönettiğini hatırlayabiliriz). Son iki-üç yüz yıl, biraz da devletlerin ve şirketlerin bireyi nasıl ortadan kaldırdığının tarihidir. İslam hukukunun tüzel kişiliği tanımadığını, vakıf ile beytülmâl’ın bunun iki kısmi istisnasını teşkil ettiğini söylememiz gerekir. Zira İslam hukuku (fıkıh) sorumluluğu akıl ve zimmet sahibi gerçek kişilere hasretmekte, ferdi aşan bir sorumluluk kabul etmemektedir. Fakihler ticari ve siyasi yapıların sorumluluğunu bunları temsil eden gerçek kişilere atfetmişler, başka bir ifadeyle, devlet ve şirket gibi kurumlarla ilgili hükümleri ifade ederken, fertleri aşan soyut bir dil kullanmamışlardır. Tüzel kişiliğin Müslüman toplumlarda, modern Batı’da olduğu nispette gelişmemesinin en önemli sebebi, insan sorumluluğuna yönelik bu farklı hukuki bakış açısıdır.  Fıkhın bu tutumunun, Müslüman toplumlarda uzun ömürlü yapılar kurulmasında bir zafiyet unsuru olduğu söylenebileceği gibi, fertlerin kendi oluşturdukları yapıların tahakkümü altında kalmasına engel olduğu da söylenebilir.

    Tüzel kişiliğin sağladığı hukuki koruma çerçevesi içerisinde büyüyen şirketler, geçtiğimiz yüzyılda kendilerine mahsus bir kurum kültürü ve ahlakı oluşturmuştur. Ferdî hayatlar kurumların güçlü taleplerine göre şekillenir, başka bir ifadeyle bu büyük yapılara karşı savunmasız bireylerin kişiliklerinde çalıştıkları kurumlara uyum sağlama adına birtakım değişimler, birtakım kırılmalar gözlemlenmeye başlar. Ancak ferdin, çalıştığı kurumun talepleri karşısındaki kırılgan konumu ve bu durumun kişiliğinde oluşturduğu olumsuz değişimler, bu modern trajedinin yalnız ilk perdesinin ifadesidir. Çağımızın önemli sosyologlarından Richard Sennett, Karakter Aşınması 12 isimli kitabında, bu olgunun ikinci aşamasına ışık tutar. Yazara göre İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden aşağı yukarı otuz yıllık bir süre boyunca Batı’da, görece istikrarlı bir ekonomik ve siyasi yapı hâkim olmuş, bu durum da çizgisel bir zaman içinde yaşayan, her gününü planlayabilen, kariyerinin nasıl devam edeceğini, emekli olduğunda ne kadar alacağını dahi bilen bir çalışan tipini meydana getirmişti. Sennett, yıllar boyunca müstahdemlik yaparak evini geçindiren bir insanın öyküsünü anlatır. Çalışkan ve tutumlu bir hayat yaşayan bu kişi, 15 senelik birikimiyle bir ev alarak yaşadığı mahalleden taşınmış, kısmen sınıf atlamıştı. Oğlunun okumasını istiyordu, onun okul kitaplarını hiç anlayamadığı için çok mutluydu. Oğlu gerçekten de babasının yüzünü kara çıkarmamış, iyi bir eğitim görmüş ve gerçek anlamda yetiştiği aileye göre sınıf atlamıştı. Fakat babasının devrine göre değişen bir şeyler vardı. Sennett buna “esnek kapitalizm” diyor. Çalışanlar artık bir kariyerin düz yolundan yürümüyor, bir işten diğerine sürekli savruluyorlar. Zira çalışma zamanı artık farklı bir biçimde organize edilmektedir. Ekonomik hayata “Uzun vade yok!” sloganı hâkim olmuştur: “Sadece bir veya iki kurumun koridorlarından adım adım ilerleyen geleneksel kariyerler yok oluyor; kişinin çalışma yaşamı boyunca becerilerini değiştirmeden ilerlemesi de mümkün değil artık. Günümüzde, en az iki yıllık üniversite eğitimi almış genç bir Amerikalı, çalışma yaşamı boyunca en az on bir defa iş değiştirmeye ve bu kırk yıllık sürede en az üç defa temel becerilerini yenilemeye hazır olmalı.”13  Bu yeni dönemde çalışmanın anlamı bile değişmiştir. Uzun vadeli işlerin yerini kısa süreli, sözleşmeli veya dönemlik işler almaktadır. Bu duruma atama ve işten çıkarmaların net ve sabit kurallara bağlı olmadığı ve iş tanımlarının da pek net olmadığı bir başka durum eşlik eder. Sabit ve uzun vadeli iş yaşamı artık geçersiz hâle gelmiş, uzun vadenin ortadan kalkmasıyla fertlerin ahlaki özelliklerinde yeni kırılmalar meydana gelmeye başlamıştır: “Bağlılık ve sadakat meselesini ele alalım. ‘Uzun vade yok’; güveni, sadakati ve karşılıklı bağlılığı aşındıran bir ilkedir. (…) Özellikle yeni bir şirket satışa çıktığında, karşılıklı bağlılık korkunç zarar görür. Firma kurulduğunda, herkesten fazla mesai ve sıkı çalışma talep edilmiştir; ancak firma halka açıldığında –yani hisseler ilk kez halka arz edildiğinde- kurucular şirketi yüklü bir para karşılığı satar ve alt kademe çalışanları ortada bırakır.”14 İnsanlar arasında uzun süreli ilişkilere dayanan güçlü bağlar gevşemeye ve yerini zayıf bağlara bırakmaya başlar. Bu zayıf bağlar “takım çalışması” denilen ve üyeleri sürekli değişen olguda somutlaşır. Artık bir kuruma sadık kalmak, hapsolmak anlamına gelir. Kurumlara güvenmeyen çalışan, kendini daha iyi pazarlamaya çalışacak, yaşadığı gerçeklikle baş etmek için sadakat ve liyakati dikkate almak yerine hiçbir yere bağlanmamayı ve yüzeysel ilişkilerle yetinmeyi tercih edecektir. İşin daha fenası, ekonomi kaynaklı bu yeni ahlaki tavrın aileye de yansımasıdır: “‘Uzun vade yok’ sloganı, aile ilişkilerine aktarıldığında, ‘bırak git’, ‘kendini adama’ ve ‘fedakârlıkta bulunma’ anlamına gelir.”15 Zor sorular soruyor Sennett: “Hep kısa vadede yaşayan bir toplumda uzun vadeli hedefler nasıl güdülebilir? Kalıcı toplumsal ilişkiler nasıl sürdürülebilir? Kısa epizotlardan ve fragmanlardan oluşan bir toplumda, kişi nasıl bir kimlik anlatısı ve yaşamöyküsü geliştirebilir?”16

    ***

    Ahlak araçsallaştı, söz düştü, büyük yapılar fertlerin karakterini aşındırdı: İçinde yaşadığımız zamanın bazı olumsuz tezahürleri bunlar. Bugün, belki de her zamankinden çok, gerçek kişilerle kurduğumuz sahici ilişkiler zemininde bir ahlak inşasına ihtiyacımız var: Herkesi ne ise o olarak kabul eden, müşterek bir meşruiyet çerçevesi içerisinde herkesin kendi iyisine ve amacına hürmet eden bir ahlakın inşasına.

    * Doç. Dr., İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi, Uluslararası İslam ve Din Bilimleri Fakültesi



    1. 1 Bu yazıdaki bazı fikirleri kendileriyle yaptığım ufuk açıcı sohbetlere borçlu olduğum değerli hocalarım Prof. Dr. Tahsin Görgün ile Prof. Dr. Ahmet Ayhan Çitil’e ve kıymetli ağabeyim Cevdet Yaşaroğlu’na müteşekkirim.
    2. 2 Akhisârî, Şerhu Semti’l-Vusûl (nşr. Muhammed Mustafa Muhammed Ramazan), Riyad: Dâr İbnü’l-Cevzî, 1431, s. 125.
    3. 3 Buhârî ve Müslim’de yer alan meşhur bir hadiste Resûl-i Ekrem şöyle buyurur: “Hiçbiriniz kendisi için istediğini kardeşi için istemedikçe iman etmiş olamaz.” Kant öncesinde en dikkate değer ahlak teorilerinden birini geliştiren Leibniz’in altın kuralı ise şöyledir: “Kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma; kendine yapılmasını istediğin şeyi başkası için inkâr etme.”  (Christopher Lowell Johns, The Science of Right in Leibniz’s Practical Philosophy, yayımlanmamış doktora tezi, Stony Brook University, 2007, s. 227).
    4. 4 Kant, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu, 2002, s. 46.
    5. 5 Babanzâde İsmail Hakkı, Hukûk-ı Esâsiyye, İstanbul: Müşterekü’l-Menfa’a Osmanlı Matbaası, 1329, s. 16.
    6. 6 Jason Brennan, Liberteryenizm, Ankara: Liberte Yayınları, 2015, s. 106.
    7. 7 Ebu Tâlib Mekkî, Kûtü’l-Kulûb; Gazzâlî, İhyâ.
    8. 8 Midhat Cemal Kuntay, Mehmet Akif: Hayatı, Seciyesi, Sanatı, İstanbul: Oğlak Yayınları, 2016, s. 210-211.
    9. 9 Jacques Ellul, Sözün Düşüşü, çev. Hüsamettin Arslan, İstanbul: Paradigma Yayınları, 2004.
    10. 10 Jacques Ellul, Sözün Düşüşü, çevirenin Türkçe Baskıya Önsöz’ünden, s. 15.
    11. 11 Bk. J. L. Austin, How to Do Things with Words, Oxford University Press, 1982, 1. bölüm (Türkçesi: Söylemek ve Yapmak, Metis Yayınları).
    12. 12 çev. Barış Yıldırım, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2017.
    13. 13 Richard Sennett, Karakter Aşınması, s. 21.
    14. 14 Richard Sennett, Karakter Aşınması, s. 23-24.
    15. 15 Richard Sennett, Karakter Aşınması, s. 25.
    16. 16 Richard Sennett, Karakter Aşınması, s. 26.