İNSAN NASIL MÜMKÜNDÜR? HANS BLUMENBERG’İN FENOMENOLOJİK ANTROPOLOJİSİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Hans Blumenberg (1920-1996) savaş sonrası Almanya’nın en önemli filozoflarındandır ve uzun yıllar, hiçbir zaman tamamlamadığı Fenomenolojik Antropoloji projesi üzerinde çalışmıştır. Bu projenin bir hususiyeti, doğa bilimlerine dayandırılmasının özel biçimidir: “Felsefenin işlevi, bilimlerin ne önünde, ne üstünde, ne de arasındadır; onun daha çok bilimlerden sonra konumlandırılmasını kabul edilebilir görebilirim.” (B 482) Zira, gerçekliği doğa felsefesi ile tetkik etmek bir meseledir, onu doğa bilimsel açıklamak bir başka mesele, ve doğa bilimsel açıklanan gerçekliği, Blumenberg’in yaptığı gibi, varoluşsal bir biçimde yorumlamak yine başka bir meseledir. Fenomenolojik Antroproloji’sinde, doğa bilimsel hayat açıklamalarının yanına koyulan idraklar değil, bilakis hayvanlar âleminin özel bir türü olarak bilimsel bir şekilde incelenmiş olan insanın varoluşsal tarifini sunuyor. Tabiricaizse, antropolojik izahları için pozitif bilimlerin edindiği bilgilerden yararlanıyor.

    Burada felsefi antropolojinin klasik temel sorusu olan “insan nedir?” (B 483) sorusundan, insanın bir “özünün” olmadığına kani olarak vedalaşıyor. Daha Sartre’da insanın, “kendinde varoluşun özden evvel geldiği, henüz herhangi bir kavramla tanımlanmaksızın var olan bir varlık” olan bir canlı olduğu okunabilmektedir. (E 11) Sartre, “beşerî doğanın olmadığını” (E 11) – ve şöyle de somutlaştırılabilir – insanın metafiziksel doğasının bulunmadığını vurgulamaktadır.

    Bu sonuçla Blumenberg’in yanı sıra, Richard Rorty ve Michel Foucault da hemfikirdir. Örneğin Rorty, “insanın doğası gibi bir şeyin veya benliğin en derin temelinin var olduğunu” (K 11) reddediyor. “Tinin, aklın ve beşerî benliğin derinliklerinin içkin bir doğaya – felsefe adında bir tür ampirik olmayan bir üst bilim için idrak edilebilir olan bir doğaya sahip olduklarını” inkâr ediyor. (K 23) Immanuel Kant, Mantık Dersleri’nin girişinde felsefenin vazifesini şu soru ile tanımlıyor: “İnsan nedir?” (L 25) Blumenberg gibi Rorty, “İnsan nedir?” (W 250) sorusunu eskimiş olarak addediyor. Onun görüşüne göre “benliğin bir çekirdeği” (K 305), insanın “cevher” veya “özü” yoktur: “beşerî öze dair teorileri ciddiye almaya geçmişlerimizden çok daha az bir şekilde meyilliyiz.” (K 244) Buna mutabık olarak Foucault da, “insanın bir özü veya bir doğası” (F 10) olduğunu inkâr ediyor.

    Fenomenolojik Antropoloji’sinde Blumenberg, eski özsel “insan nedir?” sorusunu, endişeli ve varoluşsal “insan genel olarak nasıl mümkündür?” (B 535) sorusuyla değiştiriyor. Bu soru, Blumenberg’in, beşerî mevcudiyetinin yaşanabilirliğine karşı hissettiği derin şüpheye dair arka planla ele alındığında evvela anlaşılır oluyor.

    1. Yaşam Dünyası ve Dünya Mutlakçılığı

    Blumenberg dünyanın, insanların arzu, ilgi ve umutları karşısında köksel bir düşmanlığından ve acımasız bir kayıtsızlığından yola çıkıyor – Sigmund Freud ile konuşacak olursak, arzu ve gerçeklik prensipleri arasında büyük bir uyumsuzluktan yola çıkıyor. Blumenberg bu üstün, acımasız ve aslen de isimsiz gerçekliğin üstesinden gelinmesi ve savuşturulmasını, insanın asıl sorunu olarak görüyor. Doğanın, evrenin ve dünyanın bu üstün kudretine burada, insanların yaşayabilmeleri için ezelden beri kırmaları gerektiği gerçekliğin mutlakçılığı da diyor. Gerçeklik, buna göre mutlak bir egemene benziyor – doğanın bir insanlar üzerindeki acımasız keyfî iktidarına dair bir mecaz; dünyanın, korku salan belirsizliği kolayca hayati tehlike arz eden bir tehdide yükselebilen  güvenilebilirlik noksanlığına dair bir imge. Buna bağlı olarak gerçekliğin mutlakçılığı aynı zamanda dünyanın, beşerî acılar ve talihler karşısında müteessir olmayan ve hepimize karşı kayıtsız kalan vatansız gurbet olarak tecrübe edilmesini temsil ediyor.

    Blumenberg, gerçekliğin mutlakçılığına karşı kavram olarak yaşam dünyası ifadesini getiriyor. Onun felsefesinde yaşam dünyası, gerçekliğin mutlakçılığının tam aksini kastediyor. O, eziyet edici kaygıların olmadığı bir hayatı, korku ve hayal kırıklıkların olmadığı bir mevcudiyeti ifade ediyor. Yaşam dünyası için tanışıklık, güvenilebilirlik, bilinirlik ve sualsizlik gibi, kendinden tabiilik ve kestirebilirlik de tanımlayıcıdır. Yaşam dünyası, ona göre içinde yabancı ve korkutucu olanın bulunmadığı, yürüme boyutunda olan bir nevi macera parkıdır. Buna göre yaşam dünyasında her beklenti yerine gelir ve her arzu tatmin edilir, zira insan ve çevre burada en kesin bir biçimde birbirine uymaktadır.

    Elbette böylesi bir yaşam dünyası yok. Bu, dünyada cennet olurdu. Blumenberg’in karşıt kavramlar olarak oluşturduğu yaşam dünyası ve gerçekliğin mutlakçılığı, sürekli bir cetvelin birbirine karşı duran kutuplarına benzeyen sınır kavramlardır. Bunlar, içlerinde hiçbir insanın yaşamadığı karşıt dünyaları adlandıran teorik yapılardır. Zira insan bir yandan kundaklanmışlık sunan yaşam dünyasından tıpkı cennetten olduğu gibi daima zaten düşmüştür, diğer yandan genel olarak yaşayabilmesi için gerçekliğin mutlakçılığına karşı daima zaten bir parça mesafeye getirilmiş olması gerekir. İnsan bir nevi bu iki kutbun arasında hareket etmektedir. Mutlak gerçekliğe terk edilmiş bir şekilde insan, tabii bir yaşam dünyası inşa etmeye çalışmaktadır; ve bu demek oluyor ki: dünyanın tehditkâr gurbetini, içinde yaşamanın gayet mümkün olduğu rahat bir tanışıklığın meskenine dönüştürmek.

    2. İnsan İmkânsız Olandır.

    Beşerî mevcudiyet sadece, köksel yaşam dünyasının kaybını en azından kısmen telafi etmesiyle mümkündür. Yani beşerî mevcudiyet sadece, gerçekliğin mutlakçılığını en azından bir nebze kırılmasıyla mümkündür. Ancak, insanın bu vazifenin üstesinden gelip gelemeyeceği, onun mevcudiyetinin tüm noksanları ve düşebileceği müşkül durumlar dikkate alındığında, hiçbir şekilde kesin değildir. Hatta bu bağlamda Blumenberg şunları yazıyor: İnsan, “imkânsız olandır” (B 535). Daha hafifletilmiş bir biçimde şöyle: “İnsan, kendi kendini başaramayabilen riskli bir canlıdır. […] İnsan, olanaksızlığın vücut bulmuş hâlidir. O, buna rağmen yaşayan hayvandır.” (B 550)

    3. Mesafe Yetisi

    İnsanın tüm zorluklara rağmen nasıl hayatta kalmayı başardığı sorusuna Blumenberg, hem dolaysız hem mecazen anlaşılması gereken soyut bir formülle yanıt veriyor: mesafe açma veya mesafede kalma yetisi ile: “İnsanın hangi şekilde mümkün olduğu soruna bir yanıt şöyle olabilir: mesafe ile” (B 570). Ancak bu, tehditkâr olanı uzaktan algılayabilmeyi şart koşuyor ve bu yetiye insan ilk olarak dik yürüyüş ile sahip oldu. Bu yeti kadim insana, açık doğada, bozkırda, hayatta kalma avantajı olarak alanın genişliğinde arzu edilen bir av kadar tehditkâr bir düşmanı da uzak bir mesafeden algılayabilme imkânı veriyor. Gerçekliğe doğru böylesi bir açılım, sonrasında takibatı veya kaçışı ele alabilmek için zaruri bir koşuldu. “Hırs, avlanmanın kökünde, korku kaçışın kökünde yatıyor” (B 566) diye yazmıştı Blumenberg’in burada alıntıladığı Hans Jonas.

    Dik yürüyüşe sahip bir canlı olarak insan, nispeten iyi görebiliyor. Bu sebeple ama kendisi de iyi görülebiliyor. Ancak görünür olmak, yaralanabilir ve dolayısıyla saldırıya açık olmasından dolayı insan için tehlikelidir. Dik yürüyüş, olumlu bir şekilde daha fazla görüş alanı kazanma anlamına gelse de, aynı zamanda sığınma ve korunma açısından da üzücü bir kayıp demektir.  Bizim için tabii imkânlar olan sahil yürüyüşleri veya kent gezintileri, zaten risk ve zahmetlerden rahatlatılmış görme ve görünmenin geç dönem biçimleridir. Onlar, salt “medeniyet keyfidirler” (B 777).

    4. Yansıma ve Önleme

    Blumenberg’e göre insanı ilk defa yansıtmaya/kendi üzerine düşünmeye götüren şey [reflektieren], kendi algılanabilirliğinin bilinci olmuştur, zira bu, o zamana kadar dış uyarıların yansıtılmaksızın işlenilmesiyle bir kırılma anlamına gelmektedir. Kendi algılanabilirliğinin idrakinin kendisi zaten, insanı devamında kendi yaralanabilirliği ve saldırıya açık oluşu hakkında düşündüren ve öz muhafazasına yönelik ihtiyat ve koruma tedbirleri aldırmış olan temelde bir yansıma/kendi üzerine düşünme eylemidir. Tüm felsefi yansımaların kadim biçimi olarak geçen iki taraflı emir kipi “kendini idrak et”, daha yakından bakıldığında asli çağrısı şu şekilde olmuş olabilecek yansımanın geç dönem biçimidir: “Eğer görmek istiyorsan, görüneceğine dikkat et.” (B 140)

    Yansıma ile eş zamanlı olarak Blumenberg’e göre dünya korkusu oluştu. Zira ona göre yabani doğanın açık ufkundaki kendi görünürlüğüne dair bilinçlenmek, her an her taraf ve istikametten “her şeyin” gelebileceğinin de farkına varılması anlamına geliyor ve bunun da gerçekliği ürkütücü ve korku salan bir şeye dönüştürüyor ve böylece de ferdin dünyada kendini korunaksız ve garip hissetmesini sağlıyor.

    Fakat “insan tam da uç durumlardan çıkış yollarına uzmanlaştığı için ve mutlak çaresizlik eşiğinin kendisinde çok yüksek olmasından dolayı uç bir korku varlığıdır.” (B  565) Bu bağlamda Blumenberg, kavramsal düşünmenin başlamasını insanlığın büyük bir ilerlemesi olarak takdir ediyor. Genel olarak dil gibi bir kavramın özel verimi, hazırda olmayanı göz önüne getirebilmekte yatıyor. Böylece, arzu edilen ve tehditkâr olan şeyden evvel davranmak mümkün oluyor.

    Söz konusu hadiselerin ansızlığına dair korkuyu önlemek niyetiyle sadece bu şekilde insan, ganimet peşinde av ve korkulanın savuşturulmasından bir düşmanın tedbiren öldürülmesine kadar, tanrıları yatıştırmak için bir hayvanın ayinsel kurban edilişi veya bir güneş tutulmasının bilimsel tahmini için yeteri kadarıyla önlem alabilir. (Vgl. B 611, T 18) “Bu bakımdan kavram, önlemeye ayarlı bir varlığın aracıdır […]: o, henüz doğrudan sırada olmayan şeyin üstesinden gelmeye çalışıyor.” (T 12) Kavram veya cümle dili yardımıyla insan için muhtemel risklerin defedilmesi, biyolojik rakipleri ile arasında fark kazanması, tehditkâr olanlardan kendini emniyete alması mümkündür.

    Tüm bu kavramsal başarıların timsali akıldır ve Blumenberg onun asli işlevini şu şekilde formülleştiriyor: “Akıl, bir şeyle – sınır durumlarda dünya ile – başa çıkabilmek demektir.” (A 490) Akıl, biyolojik evrimin muhteşem hedef noktası değil sadece tesadüfi bir yan ürünü olmasına rağmen ve noksan, hata ve yanılmaya meyilli, bir yere kadar yaşamaya engel olan idareten bir organ olmasına rağmen, yine de varlık mücadelesinde hayatta kalmak için önemli bir “manevra ve geçici çaredir” (B 490). Hatta, “aklın, varlık şartlarının aksilikleriyle başa çıkabilmenin son kaçışı ve bu organik sistemin çaresiz manevrası olabileceğine” (B 520) dair kuşku vardır.

    5. Mağara, Mit ve Kültür

    Bozkırda, insanlar için akıl faaliyeti çok tehlikeliydi, zira orada her şey açık havada vuku buluyordu. Dolayısıyla orman biyotoplarından tehditkâr bozkırlara geçişi, korunaksız yer yüzünden sığınaklara kaçış takip etti. Blumenberg’e göre insanlar mağaralarda gayet pratik bir şekilde gerçekliğin üstün gücünden kendilerini emniyete alıyorlardı. Fakat sürekli olarak mağaralarda kalamazlardı. Zira mağaranın ikilemi ona göre, içinde yaşanabilir olmasına rağmen içinde yaşamı sağlayacak geçim kaynağının bulunamamasıdır. Ancak sadece avcılar, yani güçlü ve cesur olanlar mağaradan dışarıya çıkmaya cesaret edebiliyordu, zayıf ve korkaklar ise mağara çıkışından uzak duruyordu. Bunlar mağaranın bekçileri, sonradan tapınakların, kiliselerin ve camilerin muhafızları oldular ve onlara, hayata ve dünyaya dair hikâyeler uydurma ve bu şekilde gerçekliğin güvenilebilirlik noksanını telafi etme görevi düştü. Onlar, yabancı dış dünyanın üstün kudretini, avcılara anlattıkları zengin tasvirli hikâyeler ile gideriyorlardı. Mağaranın muhafızları, şamanlar, rahipler ve imamlar, dışardaki dünyaya âdeta fantezi ve hayal güçleri ile ele geçiriyorlardı. Bu süreçte mutlakçı dünya giderek yabancılığını yitirdi. İnsan, dünyada kendini daha yerli hissetmeye başladı. Gerçekliğin mutlakçılığı ile insanlar arasına bir tasvir ve hikâyeler dünyası sokuldu ve böylece toprak ve dağ mağaralarından çıkış artık anlam ve kültür mağaralarına girişle eşit oldu – bu da şimdi mecazi anlamda bir mesafe becerisi.

    Böylesi anlam ve kültür mağaraları, mitler, inançlar ve metafiziklerdir. Bunların verimi, arkaik korkulara set çekmekte, dünyanın çıplak olgularının ortaya saldığı dehşeti savuşturmakta yatıyor. Zayıf, saldırılmaya müsait ve vatansız insanın, içinde fert için kendi yaşamı tehdit altında ve dünyanın da tehditkâr olarak algılandığı bu yabancı ve güçlü dünyanın engin açıklığında büyük korku duyması Blumenberg’e göre gayet normaldir.

    Blumenberg’e göre insanın en erken başarılarından biri, açık bozkır ufkunun enginliğinde nesnesiz kaygıyı nesne odaklı korkuya dönüştürmesidir. Ürkütücü gerçekliğin belirsiz tehdidi, suretsiz dünyaya kavranabilir bir suret kazandıran, belirli nesne ve hadiseler karşısında duyulan somut korkuyla değiştirildi. Bununla birlikte gerçekliğin üstün kudretinin nesnelerine somut isimler verildi – bu da bilinmezin kargaşasında önemli bir düzen noktası ve dürtü seline karşı vazgeçilmez bir araçtır. Blumenberg “söze gelmenin sancılarından” bahsediyor. Bu minvalde, yabancı olanın yerine bilinir olanı, açıklanamaz olanın yerine açıklamalar ve adlandırılamaz olanın yerine adlandırmalar bulmaya dair giderek artan manevralar geliştirildi. Böylece, gerçekliğin mutlakçılığını âdeta bir perde ile örten ve bu şekilde de arasına mesafe koyan bir anlamlar evreni oluştu. Bir çocuğun bodrum katından bir şey almak için gönderildiğinde tehdit dolu sessizliği ve karanlığı gidermek için sesli bir şekilde şarkı söylemesi gibi, dehşetli ve isimsiz gerçekliğin üstün kudreti karşısında insanlığın kadim korkularını mesafede tutabilmek için mitler heyecanlı hikâyeler anlatıyordu. Ernst Cassirer ile sembolik biçimlerden bahsedilebilir. Buna mitos dâhildir – fakat buna, eğer gerçekliğin mutlakçılığını savma işlevi sağladıkları surette inançlar, mecazlar, hikâyeler, felsefe, bilim ve teknik de dâhildir. Korkuları aşmanın ve tehditleri savmanın biçimleri olarak bunlar insanlar için çok yüksek derecede anlamlıdır.

    6. Mevcudiyet Mücadelesi – Mutluluk Mücadelesi

    Biyolojik donanımdaki tüm fakirliğe ve programlı davranış güvenliğinin noksanlığına rağmen insan aynı zamanda, onu gerçeklikle yaratıcı bir ilişkiye girmeye ve yaşam dünyasına benzer vaziyetler oluşturmaya yeterli kılan hünerler konusunda zengin bir canlıdır. Bunun için “biyolojik donanım noksanlarını telafi etmek için muvakkat program” (B 552) olarak kültür vardır. Fakat elbette insanların meselesi sadece çıplak mevcudiyetlerini muhafaza etmek ve işkence eden soruları yanıtlamak değildir, bilakis anlam ve mutluluk de meseledir. Bu, “asil haysiyetin” (B 559) başlangıcı olarak serbest gezintide veya doğaya karşı çıkarsız bir keyif duymada bile başlayabilir. Kavram ve akıl ona göre ilk başta öz muhafaza için var olsalar da, gerçekliğe karşı mesafe geliştirme başarıları yine, zevke hizmetkâr yapmak üzere gerçekliğe geri dönüşü mümkün kılıyor. Dolayısıyla kavram, görünür gerçeklikten onunla daha iyi başa çıkabilmek için öteye götürüyorsa eğer, buradan edinilen rahatlamalar da bu sefer hayat ve dünya ile keyif odaklı bir ilişki kurmak için alan açıyor. Örneğin Blumenberg’e göre kıyafet ile soğuktan korunan insan, bir zaman sonra kıyafetleri “bedenin süsü ve haysiyetin bilinirliği” (T 89) olarak giymeye başlıyor. Benzer bir şekilde “daha az algılayabilir zorunda olmak”, kavram ve akıl ile mümkün kılınan ön almalar sayesinde “daha fazla algılayabilir olma”nın hizmetine sokulabilir: keyifli temaşa olarak estetik tecrübe. Ayrıca Blumenberg için teknik, daha fazla “zaman geçirme” için “zaman kazanımı” gibi bir şey demektir, yani daha fazla duyusal zevk, keyfî boş zaman ve felsefi teori.

    Ancak rahatlama ve zaman kazanma ile, insanın yaşam dünyasına yaklaşmasıyla birlikte “can sıkıntısı” (B 707 vd.) da doğuyor. Bu, içsel olarak insanı bağlayan (bknz. B 722) zamanı insana unutturan dağıtılmayı, uç durumlarda “coşku, cezbe, sarhoşluk” (B 721) veya anlamlı etkinlikler ve hatta, başarıları mutluluk hisleriyle ödüllendirilen, kendi öz dayanıklılığının gönüllü denemesi olan (bknz. B 591) ekstrem sporlar istiyor.

    Ancak kavram, hazırda olmayanı hazıra getirebilmeye dair kudretiyle birlikte ferde kendi faniliğini de gözü önüne getiriyor: hayatın mutlak kıymetini ve telafisizliğini göz önüne seren ve yakın olan ölüm. Ölüm bizi “hayat süresi”nin (B 620) kısalığına dair duyarlı kılmaya muktedirdir – kadim Yunanlardan beri mütemadiyen yeniden dirilen eski bir düşünce. Buna göre sonlu hayat zamanı, beşerî yaşama tecrübesinin yoğunluğunu artırabilir, güzelin geçiciliği onun keyif ve değer özelliğini artırabilir.

    7. Teselli

    Ölüm, aynı zamanda bizi teselliye muhtaç canlılar da yapıyor. Ancak biz teselli vermekte yetenekli miyiz? Blumenberg bu soruyu temkinli bir şekilde olumluyor. Zira ona göre en azından “dışa vurum ile kuvvetli duyguların azaltılması” (B 624), örneğin ağlama ile acının azaltılması mümkündür. Fakat dünyanın meşakkatli gündelik hayatında insanlar tarafından destek daha önemli ve anlamlıdır. “Acı duyan kimse” kendilerinden “empati, destek, teselli” beklediği “belirli kapılara yönelir” (B 624). Gerçekte paylaşılamayan şeyi paylaşmak, teselli denilen fenomenin hususiyetindendir. Yine de böyle bir paylaşım dertli olana, acısından bir şeyleri diğerine vermiş olmanın teselli edici hissini sağlar. “Teselli, insanın aktarmaya dair genel yetisine dayanıyor, kendine düşen ve kendisinin yükümlü olduğu her şeyi kendisinin ve yalnız bir şekilde yapıp taşımasının gerekmemesine dayanıyor. […] Diğerlerinin de acı çekiyor gibi görünmesiyle birlikte bir çeşit acıyı ötekine aktarma vuku buluyor.” (B 625)

    Blumenberg’e göre mevcut olmanın üstesinden gelmenin diğer araçları -gülme ve uyuma hariç- hakikati bildirmekten ziyade daha çok insanlara teselli sunan dinî yorumlardır. Böylesi teselli araçlarının yardımıyla ona göre acı, dert, hayal kırıklığı ve kayıplar adım adım sindirilebiliyor. “Teselli, devamlı yaşamanın imkânsız gibi göründüğü noktadan sonra yaşamaya devam etmeyi mümkün kılan şeye dairdir: İnsan, yine de yaşamaya muktedir olan canlıdır.” (B 633)

    Tüm bunlardan açıkça beliriyor ki, “Teselli bir çeşit gerçekliğe karşı mesafe alımdır.” (B 627). O,  “gerçekliğe karşı mesafe almayı” (B 628) mümkün kılıyor; bazen çıplak gerçeklerden  “kaçınmak” (B 630) olarak, bazen onların perdelenmesi olarak ve bazen de yine başka bir şekilde. Ancak böylesi mesafe alımlar her zaman mümkün değildirler. Böylesi bir durumda “tesellisizlik” (B 641), antropolojik sınır-değer olarak çaresizlik, son sözü söyler.

    *Prof. Dr., Schwäbisch Gmünd Eğitim Fakültesi

    Hans Blumenberg’in birincil literatürü:

    B  Beschreibung des Menschen [İnsanın Tarifi], Frankfurt/M. 2007.
    T  Theorie der Unbegrifflichkeit [Kavramsızlığın Teorisi], Frankfurt/M. 2007.
    Z  Zu den Sachen und zurück [Eşyalara ve Geri], Frankfurt/M. 2002.
    A  Arbeit am Mythos [Mit Üzerinde Çalışma], Frankfurt/M. 1986.

    İkincil literatür:

    E  J.-P. Sartre: Drei Essays [Üç Deneme], Frankfurt/Berlin/Wien 1975.
    F  M. Foucault: Freiheit und Selbstsorge [Hürriyet ve Özendişe], Frankfurt/M. 1985.
    K  R. Rorty: Kontingenz; Ironie und Solidarität [Olumsallık; İroni ve Dayanışma], Frankfurt/M. 1989.
    L  Kants Werke Bd. 9 [Kant Eserleri, 9’uncu cilt], Berlin 1968.
    W  R. Rorty: Wahrheit und Fortschritt [Hakikat ve İlerleme], Frankfurt/M. 2003.