“İNSAN NE YERSE ODUR!” İNSAN TABLOLARI, BESLENME BİÇİMLERİ VE KİMLİK ARAYIŞINA İLİŞKİN BİR MAKALE

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Mesele oldukça popüler olan ve genellikle yanlış anlaşılan “İnsan ne yerse odur!” ifadesinin anlamlandırılması olduğunda Alman filozof Ludwig Feuerbach önemli bir çıkış noktasıdır. Feuerbach 1850 yılında Hollandalı kimyager Jakob Moleschott’un gıda bilimi konusundaki yeni ve sıra dışı çalışmasına bir eleştiri yazısı yazmıştı. Moleschott, Justus von Liebig’in yeni organik kimya ve fizyolojisine dayanarak kaleme aldığı kitabında halkı doğru beslenme konusunda bilgilendirmek istemiştir, bu amaç kitabın isminden de açıkça anlaşılmaktadır: “Gıda Öğretisi. Halk İçin.” Vatandaş ve fizyolog Moleschott kendi döneminin toplum eleştirmenliği yapmış olan felsefecileri Feuerbach, Karl Marx veya Friedrich Engels ile benzer şekilde insanın yalnızca materyalist bir zeminde anlaşılabileceği kanısındaydı. İnsanın yalnızca maddeden ibaret olduğunu, başka hiçbir şey olmadığını düşünen Fransız felsefeci ve hekim Julien Offray de La Mettrie’nin 18. yüzyılda çoktan düşündüğü üzere insan, fiziksel bir makinedir ve insanın düzgün çalışması için gerekli olan tek şey maddenin doğru karışıma sahip olmasıdır. Metabolizmaya ilişkin rasyonel, diğer bir ifadeyle bilimsel bilgi nihayetinde insana doğada yeni bir kimlik de kazandırır. Yani burada Tanrı ve din olmaksızın, insana ve doğaya materyalist bir bakış söz konusudur. Bu sebeple, doğru beslenme sayesinde insanın sağlıklı, keskin düşünebilen ve enerjik olabileceği ve hatta doğru beslenmenin halkın kendisini sömüren ve kendisine zulmedenlere karşı siyasi bir devrim yapabilmesi için temel olduğu inanışı geçerliydi. Bundan dolayı Feuerbach; sadece patatesle beslenen İrlandalıların tam da bu kötü bitkisel beslenmelerin sebebiyle biftek yiyen İngilizler karşısında emperyalizmden kurtulma şanslarının olmadığı kanaatindeydi. Bu sebeple gerçek bir siyasi devrim ancak bilimsel temelde doğru bir beslenme ile mümkün olabilirdi. Bundan dolayı Feuerbach yazdığı eleştiri için “Bilim ve Devrim” başlığını seçmiştir. Eskilerin ünlü “Yemek ve içmek bedeni ve ruhu bir arada tutar” ifadesi felsefe alanında da yepyeni bir anlam kazanmış ve Feuerbach “Alman materyalizminin babası” kabul edilmiştir. Ancak ana düşünceyi ifade eden o anahtar cümleyi o dönemle bağlantılı olarak okuduğumuzda, bu fizyolojik materyalistin bilime ne derece sadık olduğu anlaşılmaktadır:

    “Beslenme öğretisinin halk için hem ahlaki hem de siyasi bakımdan ne kadar önemli olduğunu da burada görmekteyiz. Yiyecekler kana, kan kalbe ve beyne, düşüncelere ve ortak zihniyetlere dönüşür. İnsani gıda insani eğitimin ve zihniyetin temelidir. Eğer halkı düzeltmek istiyorsanız günah işlememe konusunda nutuk atmak yerine onlara daha iyi yiyecekler verin. İnsan ne yerse odur. Her kim yalnızca bitkisel gıdalarla beslenir ise o kişi yalnızca vejetatif bir varlık olarak yaşamını sürdürür, azim sahibi değildir.”

    Feuerbach’ın özellikle bu son cümlesi 150 yıl sonra modern bir okuyucuyu hayrete düşürmektedir. Vejetaryenlerin bitkisel beslendikleri için öylece “amaçsızca yaşadıkları” ve güçsüz insanlar oldukları düşüncesine günümüzde haklı olarak kuşkuyla yaklaşılmaktadır. Günümüzde siyasi kimlik ve beslenme biçimi arasında güçlü bir bağlantı olduğu pek de kabul edilen bir görüş değildir. Asıl şaşırtan durum, toplumumuzda öğrencilerin oldukça farklı beslenme şekillerine sahip olmalarıdır, en azından insan-hayvan-ilişkisi konusundaki disiplinler arası seminerlerimde ben durumu böyle tecrübe etmekteyim. Bazı kişiler vejetaryendir, bazıları vegan, bazıları pragmatik fleksitaryen, bir diğerleri freegandır, yani diğer bir ifadeyle refah toplumunun çöpe attıklarıyla beslenir, yine bazıları “Paleo” beslenme biçimini benimsemiştir, yani ilkel toplumdaki insanlar gibi beslenir veya makrobiyotik beslenmeyi tercih eder. Bu yeni çeşitlilik ve kişinin kendi seçeceği beslenme şekli temelindeki özel kimlik arayışı yalnızca eski alışkanlıklardan veya dinî sebeplerden dolayı sekteye uğramaz. Aksine Yahudilerde ekolojik veya yenilmesi caiz gıdalar bulunmaktadır ya da inançlı Hristiyanlarda eko-vejetaryen beslenme şekli görülmektedir ki bu beslenme şekli esasen vejetaryen bir cennet inancına dayanır. Bu cennette aslan ile kuzu huzur içinde beraberce yaşarlar, buna eko-pasifizm de denir. Ve evet, gittikçe artan bir biçimde başörtülü olsun veya olmasın, “liberal” veya “muhafazakâr” görüşe sahip olması fark etmeksizin vejetaryen bir yaşam sürdüren Müslüman öğrencilerle de karşılaşıyorum. Geleneksel kıyafetleri sebebiyle “koyu muhafazakâr” olarak algılanmalarına rağmen oldukça bilgili, ilgili, güçlü bir ifade yeteneğine sahip, anne babasının beslenme biçimini sorgulayan ve endüstriyel toplu hayvancılık hakkında ciddi olarak araştırmalar yapan kız öğrenciler görüyorum seminerlerimde. Bu öğrencilerden bazıları kişisel bir tercih olarak vegan bir hayat biçimini tercih etmektedir. Bunu da idealist veya manevi bir insan algısıyla yapmaktadır.

    Acaba eski materyalistler Feuerbach veya Marx buna ne derlerdi? Feuerbach tanrıyı antropomorfik bir yansıma olarak görüyordu, Marx’a göre ise din bilindiği üzere halk için bir “uyuşturucuydu”. Buna karşın bugün kişinin kendi beslenme biçimi ve dinî kimliğinin kişisel yansıması hakkında kendi kararlarını kendi verdiği bir çağda yaşıyoruz. Orada burada özellikle de insan-hayvan-ilişkisi yani hayvanların dünyevi amaçlarla veya ritüel amaçlarla öldürülmesi konusunda dinî veya dünyevi uygulamalar ve ahlaki otoriteler ortaya çıkmaktadır. Bazı hayvanları kitleler hâlinde mezbahalarda anonim olarak öldürüyor ve afiyetle yiyoruz, diğerlerini evimizde besliyor, onlara sarılıyor, onları seviyor ve hayata gözlerini yumduklarında bizzat defnediyoruz! Bazı insanlar ekolojik bir döngü ekonomisi için mücadele ederken diğerleri hayvan hakları bakımından ahlaklı, tutarlı bir “devrim” için kendilerini ortaya koyup köpeklerini bile vegan besliyorlar. Neden olmasın?

    Elbette hayvanlara veya doğaya karşı olan tutumum beslenme şeklime de yansımaktadır ve bu sebeple bu konu hakkında bilgi sahibi olmak ciddi anlamda düşünmek faydalıdır. Ne dinî dogmalar ne de siyasi ideolojiler Feuerbach veya Marx’ın halkın doğru beslenmesine yüklediği öneme sahip değildir, değil mi?

    Makul Bir Beslenme Var Mıdır?   

    Beslenme konusuna gerçekçi bir mantık çerçevesinden de bakabiliriz. Şu anda gelişmiş primatların bu gezegeninde bazı insanların açlık çekmeleri her aydın vatandaşın bildiği gibi vicdanen bir skandaldır ve ahlaki bakımdan bunun özrü yoktur. Mantık düşünürü Kant 1795 yılında tam da bu tür akli sebeplerinden dolayı halklar arasında “sonsuz barış” yakarışında bulunmuş ve Fransız devrimini işaret ederek milletler birliği ve dünya hükümeti için gereken şartları aydın vatandaşın gözleri önüne sermiştir. Milletler birliğinin kurulması uzun sürmüş ve kurulan bu birlik bazen pek de makul hareket etmese de en azından Birleşmiş Milletler kurulmuştur. Her insanın fizyolojik, özetle “çıplak yaşamı” için gereken günlük ihtiyaçların garanti altına alınması gerektiğine inanmak hâlen mantıklı, adil ve günceldir. Bu da yalnızca mümkün olan değil, aksine mantıken de gerekli olandır ve bu sebeple gerçekten gerçekleştirilmelidir. Kim bundan şüphe duyabilir ki? Buna gerçekçi akılcı bir yaklaşımla Kant’ın diğer bir yazı başlığı ile bu tez, teoride doğru olabilir ancak uygulamada işe yaramaz, şeklinde karşı çıkılabilir. Bireysel ve siyasi uygulama yalnızca mantık vizyonunda değil, neredeyse beslenmenin tüm ütopyalarında vuku bulur. Vejetaryenler ve veganların da bu konuda söyleyecekleri vardır.

    Beslenmenin Ütopyaları

    Dünyada adil bir beslenme politikası için mantıklı gerekçeler aranıyorsa beslenme hakkındaki birkaç ütopyayı hatırlamak doğru olacaktır. Burada kastettiğim, insanlığın kültür tarihi boyunca bireylere, belirli gruplara ya da bütün olarak devletlere fayda sağlayan ya da sağlanması beklenen ütopyalardır. Ütopyalar bu dünyadaki yiyecek sanatkârlarının iştahını kaçırmamalıdır. Ancak estetik açıdan iyi bir lezzeti ahlaki ve siyasi açıdan irrite etmek gibi bir eğilimleri de vardır. Ama her hâlükârda ütopyalar dünya beslenmesinde daha adil bir gelecek için teorik gerekçeler ve uygulama tasarıları hakkında bir “mühimmat” sağlamaktadır. Peki, tüm bunlar insanlık tarihinde nasıl başladı?

    Beslenmesi söz konusu olduğunda hiçbir hayvan vicdani bir yük hissetmez, bunu yalnızca insan hisseder. Hatta bu durum neredeyse insanın sembolü hâline bile getirilebilir. İnsanlık beslenme konusuyla ilgilenmeye ne zaman ve hangi sebeple başlamıştır? Genel bir cevap verecek olursak: İnsan sayısının gitgide arttığı fark edildiğinden beri! Peki insan sayısı neden gittikçe artmaya başladı? Yine genel bir cevap verecek olursak: Bir zamanlar yabani hayvansal ve bitkisel gıdalarla beslenen, avcı toplayıcıların insanlığın ilk dönemlerinde yerleşik hayata geçmesi ve “çiftçi” olmaları sebebiyle. Bu insanlar âdeta bitkilerin sesil yaşam şekillerine, yani hem hayvanların hem de insanların yaşamlarını sürdürmek için beslenebilecekleri kültür bitkilerine uyum sağlamıştır. İlk insanlar için en önemli gereç evrensel bir araç olan “serbest el” idi. Bu “el ekonomisinin” gelişmesi nihayetinde tarımı, diğer bir deyişle çapalama, ekme, sulama, biçme sayesinde toprağın işlenmesini mümkün kılmıştı. Tüm bunlar bu gezegenin büyük nehirlerinin kıyıları boyunca oldukça iyi işliyordu ve insanlar farklı yüksek kültür düzeylerinde alüvyon toprakları ve med olaylarını kullanmayı büyük ölçüde öğrenmişti. Bu sayede daha fazla insan devamlı olarak beslenebiliyordu. Artık insan hem “toprağın paraziti” hem de “toprağın hastalığı” hâline gelmişti – bunlar unutulmuş bir kültür tarihçisi ve tarım bilimcisi olan Edward Hyams’ın neredeyse yarım yüzyıldan uzun bir süre önce 1956 yılındaki ifadeleri ve tezleridir. Çin’de, Hindistan’da, Mezopotamya’da, Mısır’da – Yangtze, İndus, Fırat ve Nil Nehirleri boyunca – özel bir “kültür” oluşmuştur. Bu kelime Latince bir fiil olan ve bakım yapma anlamına gelen “colere” sözcüğünden gelmektedir, diğer bir deyişle insan kendini toprağın bakımına ve beslenme temellerine adamıştır. Böyle yüksek kültürlerde yalnızca dinler değil, aynı zamanda beslenmenin ilk ütopyaları da oluşmuştur, buna örnek olarak Mezopotamya’daki vejetaryen Eden bahçesi ya da Hindistan’daki ruhani vejetaryenlik algısı gösterilebilir. Yani bu bireysel beslenme ütopyaları dinî bir motivasyona sahipti ve tarıma ilişkin karmaşık bir yüksek kültürün korunmasına da hizmet ediyordu.

    Eski Yunanlar da benzer bir algıya sahipti. Hesiodos’a göre insanların tanrılar gibi tasasız yaşadığı “Altın Çağ” mitosunda barış hâkimdi. Ancak sert çalışan bir tarım kültürü sonucunda savaş, açlık ve hastalık gelmişti. Daha önce söylendiği üzere insan ve hayvan bitkinin hareketsiz yaşam şekline uyum sağlamıştır. “Vejetaryen” bir tarım kültürü olmasaydı hayvanlardan değil de yalnızca bitkilerden beslenme fikri ortaya çıkamazdı. Eski avcı ve toplayıcıların aklına böyle bir fikir kesinlikle gelmezdi! Çok uzun bir süre sonra, yaklaşık olarak 19. yüzyılın sonlarında bilim ve teknik alanındaki “gelişmenin” bir sembolü olarak tamamen yeni, endüstriyel bir beslenme ütopyası ortaya çıkmıştır ve bu ütopya yalnızca hayvanları değil, aksine bitkileri de gereksiz olarak sınıflandırmak niyetindeydi. Alman fizikçi ve spekülasyonlarda bulunan felsefeci Kurd Lasswitz “İki Gezegende” adlı ilk Alman bilim kurgu romanında 1987 yılında gelecekte uygulanacak olan kimyasal ve bitkilerin yer almadığı bir beslenme şekli konusundaki vizyonuna yer vermiştir: “Taşlar” tamamen kimyasal olarak “ekmeğe”, bir çeşit anorganik macuna yani insanlık için yapay bir astronot besinine dönüştürülmeliydi. İnsanlık tarihinde ilk defa bununla birlikte tarıma bağlı olmayan, kısıtlamasız bir beslenme temeli görüşü göze çarpmıştır ki bu fikir astronotların arasındaki yemek sanatçılarının kalplerinin daha hızlı çarpmasına sebep olmuştur. Herhâlde geleceğin sentetik insanı, evrenin enginlikleri içinde dolaşırken bu sentetik yiyeceklerle beslenecekti. Ve yeni bir gezegene ulaştığında bunu kozmik insan İngiliz felsefeci Francis Bacon’un 17. yüzyılın başlarında yeni tekniklerle “Solomon’un Evinde” gelecek için öngördüğü ütopyası “Yeni Atlantis” ile bağdaştıracaktı. Ampirist Bacon, ağaçları ve bitkilerin yapay olarak manipüle edilmesini, değiştirilmesini ya da büyütülmesini talep etmiştir – bir nevi klasik yetiştirme, ardından da klasik genetik. Günümüzde küresel bir araştırma programı olarak “yeşil” bir gen tekniğine ve biyotekniğe sahibiz ve belki de gelecekte yaşamın bir temeli olarak yapay etimiz de olacaktır.

    İdealist Tarım Ütopyaları

    Bunlara rağmen klasik tarım ütopyaları etkileyiciliklerini günümüze kadar yitirmemiştir ve özel bir beslenme temelinde yeni bir kimlik oluşturmaktadır. Avrupa’da Orta Çağ Hristiyan keşişleri, Yunan Orfizm mensupları ya da Pisagorcular da buna ivme kazandırmıştır. Amaç her zaman bireysel özel bir yaşam tarzını doğru beslenmeyle ve bir insan tablosuyla bağdaştırmak olmuştur. Aydınlanmış 18. yüzyıl bu yaşam şekillerini sekülerleştirmiş ve Rousseau’nun 19. yüzyıl “Vejetaryenliğine” dönüştürmüştür. Bir zamanların vejetaryen avangartlığı günümüzde bir moda akımı hâline gelmiştir. Huzuru koruyan bir yaşam şekli için “doğal beslenme” hâlâ temel kabul edilmektedir. Ancak Marx’ın ütopik sosyalizmi vejetaryenlerin şahsi zihniyetleri ile bağdaşmıyordu çünkü konu “doğayla barış içerisinde olmak” ya da “hayvanlara yönelik adalet” değildi. Ütopik sosyalizmin amacı özellikle tüm insanlar arasında toplumsal adaletin ve huzurun sağlanmasıydı. İnsanlar arasında adaletin hüküm sürdüğü böyle bir dünyanın temelleri yeni teknoloji ve siyasi bir devrim olmalıydı. Aynı zamanda 19. yüzyılda dünyada artan açlık sorunu keşfedilmiş ve insanlar “vejetaryenliğin” ötesinde siyasi çözümler aramıştır. Feuerbach, Nietzsche ya da bilinmezliğin o günkü moda felsefecisi Eduard von Hartmann bir konudan son derece emindi: Ruh ete ihtiyaç duyar! Eğer bir gün dünyadaki tüm topraklar bitkisel beslenme için ekilecek olursa, et olmayan bir çağ ve bununla birlikte ruhsuz bir vasatlık ile kültürel bir çöküş bizi bekliyor olacaktır. Feuerbach’ın şu sözü de bu görüşü yansıtmaktaydı: İnsan ne yerse odur! Çünkü bir toplum et olmadan bitkisel hayat misali amaçsız bir şekilde yaşayacaktır.

    20. yüzyılın konularından biri de bilimsel-teknik ütopyalar ile beslenmenin sosyal, ahlaki ya da ruhani boyutlarını ele alan ütopyalar arasındaki savaş olacaktır. Darwin’in ya da Spencer’in 1900 yılındaki “Survival of the fittest” teorisine rağmen Rus anarşist Peter Kropotkin insan doğasındaki iyiliğe inanıyordu. Kropotkin’e 1902 yılına ait eserine isim olarak da verdiği “Karşılıklı Yardım” kapitalizm ve bencillikten değil, aksine gerçek dayanışma ve eşitlikten beslenmeliydi. 1906 yılındaki eserinde yer verdiği devrimsel düşünce tüm insanlar için “ekmek” görüşüydü ve bu görüş küçük tarım ve sanayi toplumlarında uygulanarak yolsuzluk yapan hiyerarşilerden ve kapitalizmin karşılıklı sömürüsünden kaçılmalıydı. Kropotkin’e göre otarşi ve otonomi bir tarım vizyonuna değerdi.

    Peki ya bugün? “Small is beautiful” Ernst Friedrich Schumacher’in modern tarım sanayisine yönelik meta ekonomik eleştiri içeren 1973 yılındaki bir çalışmasıydı. Buna göre sanayi fikri canlı maddelerin ortadan kaldırılmasıdır ve buna insanın kendi yerini makinelere bırakması da dâhildir. Ancak tarım, iktisatçıların inandığı üzere sadece bir besin üretim faaliyeti değildir, aksine tarımın üç işlevi vardır: 1. İnsanı muhteşem bir parçası olduğu canlı doğa ile bir araya getirmek, 2. Beşerî habitatı insanlaştırmak ve onu işlemek ve 3. Devam edecek yaşam için besinleri hazır hâle getirmek. 1972 yılında Denis Meadow’un “Büyümenin Sınırları” adlı eseri yayınlanmıştır. Bu eser, Batı sanayi uluslarının “business as usual” (alışılan işlerini) bozan bir öngörüydü. Meadows 2004 retrospektifinde bu gezegendeki toprağın sekiz milyar insan için yeterli tahıl üretebileceğini iddia etmiştir. Eğer tüm ürünler eşit olarak dağıtılırsa, hayvanlara yem olarak verilmezse veya bir yerlerde çürümezse bu besin tüm insanlar yeterli olacak ve kimse aç kalmayacaktır. Bugün böyle öngörülere kim inanmak istemez ki?

    Diğer Hayatlara Ne Borçluyum? – Kimlik Arayışı

    2018 yılında hayatını kaybeden doğa felsefecisi ve fizikçi Klaus Michael Meyer-Abich (doğum 1936) devamlı olarak insanın beslenme şekline istinaden kimliğini sorgulamıştır. Bunu yaparken de olayları fizik merkezli yani doğayı göz önüne alarak ele almıştır. Meyer-Abich’in ele aldığı ana konu şuydu: “Yaşamımızı başka bir yaşam üzerinden devam ettiriyor olmamız dolayısıyla ne gibi bir borç altına giriyoruz?” Meyer-Abich, odağı doğadan uzaklaştırıp yalnızca insana çeviren insan merkezli ahlaka karşı çıkmıştır. “Beşerî hayatta var olmayı yalnızca hemcinslere indirgememek için insan dışı doğayı da bizim doğal dünyamız olarak algılamamız gerekmektedir ve onu yalnızca kaynaklarımızı barındıran bölge olarak görmemeliyiz. Yalnızca “kaynak” olmayanların arasında hayvanlar ve bitkiler ile toprak alanları da vardır. Beslenme konusu göz önüne alındığında bunun anlamı nedir? Meyer-Abich öne sürdüğü tezinde Tanrının bir sözünden yola çıkmıştır: “Olduğun şeyi başkalarına borçlusun”. Ancak Meyer-Abich’in burada sadece arkadaşlarımızı ve birlikte yaşadığımız insanları değil, faydalandığımız ve besin kaynağı olarak kullandığımız hayvanları ve bitkileri de kastetmiştir. Yine gıdalar ve gıda seçimimiz ile beslenme şeklimiz göz önüne alındığında öldürdüğümüz ve tüketmiş olduğumuz hayvanlara bile hâlen borçluyuz. Öncelikle konumumuzu netleştirelim. “Başkalarının yaşamından faydalanmadan kendimiz yaşayamayız.” İster hayvan ister bitki, hiç fark etmez. Onları yiyor olsak bile onlara saygı duymak bizim borcumuzdur. Bu saygıyı onların kendi değerleri ve bireysel yaşamları önünde nasıl ifade edebiliriz? Meyer-Abich’e göre bunu onları tüketirken üç farklı şekilde yapabiliriz.

    Öncelikle besinlerimizin ön hikâyelerini masaya yatırmalıyız. Hayvanın ön hikâyesini dikkate almalıyız ve bu sebeple yemek tercihimizden biz de sorumluyuz. Örneğin “endüstriyel toplu hayvancılık yöntemiyle üretilen et tükettiğimizde masaya yatırılan konu, hayvan eziyeti olacaktır”. İkinci olarak biz de belirli bir yeme kültürüne mecburuz. “Eğer bitki ve hayvanları yiyorsak onlara en azından bunu onlara müteşekkir olarak ve mutlu bir şekilde yapmayı borçluyuz”. Üçüncü olarak da organik beslenmede doğa felsefesinin dönüşü sebebiyle içimizde ve bedenimizde dünyaya daha fazla kültür getirmek gibi esas bir görevimiz vardır, üstelik konu bir kuzu olsa dahi: “O kuzuya ve bir bütün olarak doğaya ondan aldığımız güçle iyi bir insanlık oluşturmayı borçluyuz”. Bu, doğru beslenme ve besleme konusunda doğa merkezci ve pratik bir doğa felsefecisinin tutumudur. Bu doğa felsefecisi insanın anlamını doğada bir bütün olarak görmüş ve öyle ifade etmiştir. Bu bağlamda “İnsan ne yerse odur!” ifadesi herkesin ne yediğinden bağımsız olarak kendisine sorması gereken varoluşsal bir yaşam sorusuna işaret etmektedir.

    *Prof. Dr., Duisburg-Essen Üniversitesi, Felsefe Bölümü.