İNSAN NEDİR?

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Filozoflar ve teologlar insanın ne olduğunu tanımlamaya giriştiklerinde hemen her zaman konuşmalarını insan olmayanla bağlarlar. Yani insana dair çoğu tanım karşıtlık veya olumsuzlama yoluyla ilerler. O hâlde, bu minvalde insanın basitçe bir hayvan olmadığı ama ayrıca tanrı, melek veya bir cin de olmadığı söylenebilir. Bu yolla hayvanların bizden aşağı olduğunu ama tanrıların, meleklerin ve cinlerin bizden daha yukarıda olduğunu öğreniriz; ama bizim bizatihi ne olduğumuz hâlâ bir sır olarak kalır.

    Bazı düşünürler, insanlığın küçük âlem olduğunu iddia etmek suretiyle bu olumsuz tanımlardan olumlu tanıma geçmeye girişmiştir. Bu bakış açısına göre insanlık, yaratılışın tüm veçhelerini tam da ideal dengede sergileme yoludur. Örneğin, bedensel varlığımızda bazı hayvani öğeleri içeririz, ancak aynı zamanda yüksek tarzda bir ruhsallığa ve zihne de sahibiz; öyle ki bu sayede bizde birçok yaşam bulunur. Gerçi bu noktada insanlığı tanımlama girişimleri dikkatlerimizi tekrar insanlıktan dışarı çekip diğer şeylere; insanlıkta görebildiğimiz diğer şeylere doğru yönlendirir.
    İnsanlık, insanlıktan başka her şeyi kapsayan bir şey olarak tanımlanır ki burada insanlık garip biçimde gereksizmiş gibi ve insanı diğer şeylerden ayırt edecek kendi içeriği yokmuş gibi kenara bırakılır; oysa önümüzde zaten bir âlem var, neden bir de “küçük”üne ihtiyacımız olsun ki?

    Aristoteles’in yöntemince kullanılan daha biçimsel tanımlar özünde daha kullanışlı gibi görünüyor. Burada izlenen usul, insanı genel bir kategoriye yerleştirmek ve sonra onu, dâhil olduğu kategorinin diğer üyelerinden ayıracak, ayırt edici bir özellikle seçik kılmaktır. Bu bağlamdaki meşhur bir tanım şudur; insan, akla sahip olan (ayırt edici özellik) bir hayvandır (genel kategori).

    Son olarak, tutunmamız gereken bazı özel şeyler varmış gibi görünüyor. Aklın ne olduğunu sorduğumuzda da genellikle olumsuzlamayla, benzer olması gereken hayvan davranışları üzerinden tanımlandığını görürüz. Örneğin, aklın, davranışlarımız üzerinde düşünmemize ve tartışmamıza olanak tanıdığı iddia edilir, oysa hayvanlar daha mekanik veya otomatik yolda eylemelerine neden olacak dürtülerce güdüleniyordur. Ya da şu öğretilebilir bizlere; insanlar manalar içeren dili öğrenme yeteneğindeyken, görünüşe göre çeşitli türden simgeler kullanarak iletişim kuran hayvanlar (mesela birbirleriyle dans aracılığıyla iletişim kullanan arılar gibi) dili hakiki anlamda kullanmazlar, aksine içlerine “doğuştan” içgüdüsel olarak yerleştirilmiş, salt pragmatik bir kod biçimini kullanırlar.

    Bu tür argümanları işittiğimde, bunları kullanan filozoflara her zaman sorarım: Hayvanlar hakkında bu kadar çok şeyi nereden biliyorsunuz? Hayvanların eylemlerinin mekanik ve “içten güdülenmiş” olduğunu nereden biliyoruz ki? Bu simgelerin onlar için sırf faydacı öğeler olduğunu nasıl bilebiliyoruz? Bir kediyle ya da köpekle birlikte yaşayan herkes hayvan yaşamına dair bu indirgemeci açıklamalara inanmada zorluk çekecektir. Görünüşe göre köpekler ve kediler sıkça görüşler arasında tereddüde düşer, görüşleri tartarlar. Ayrıca köpekler bazen suçlarını gizlemeye çalışırlar (ya da hiç değilse sahiplerinin fark etmemesini umarlar). Kediler genelde emirlere itaat etmezler, köpeklerin ise takdir ve kınama ifadeleri olup doğrudan faydacı olmayanlar da dâhil olmak üzere (“aferin!” “seni kötü köpek!” gibi) onlara öğrettiğimiz simgelerle karmaşık bir ilişkileri vardır.

    Tüm bunların her şeye rağmen hâlâ “saf içgüdü” olduğunu, köpekleri insanmış gibi düşünüp onların davranışlarını yanlış yorumladığımızı söyleyebiliriz. Ancak bu karşıt argümanlar totolojiktir. Çünkü onlar, insan davranışının eşsiz olduğu varsayımından yola çıkarlar ve bütün hayvan davranışlarını insan davranışına uydurarak açıklamaya çalışırlar.

    Bu tür tanımlarda çarpıcı olan, hayvan davranışlarının sık sık insan davranışının “bir alt dereceli” türevi olarak tanımlanma tarzıdır. Bu tutumun en açık örneği, insanlığı “dünya-kuran” bir şey olarak tanımlarken hayvanları “dünyada sefil olan” şeklinde tanımlayan Alman filozof Martin Heidegger’in düşüncesinde bulunabilir. Biyolog Jakob von Uexküll’ün çalışmalarından faydalanan Heidegger, hayvanların dünyayı sınırlı sayıdaki uyaranlar bütünü olarak deneyimlediğini iddia eder. Ona göre bu uyaranlar, kendileriyle karşılaşan hayvanların dikkatini bütünüyle masseder. Heidegger’in en grotesk örneklerinden biri arının bitki özünü emmeye yönelik arzusudur. Diyelim ki arı emebileceği bir miktar bitki özünün karşısında duruyor ve o fark etmeden karnını kesip almak da mümkün olsun; bu durumda arı bitki özünü sonsuza kadar emmeye devam edecektir, çünkü asla doymuş hissetmeyecektir. Arı için yalnızca dolayımsız uyaran gerçektir, kendi bedensel bütünlüğü de dâhil olmak üzere bunun dışındaki her şey bir kenara bırakılabilir.

    Buna karşıt olarak insanlığın dikkatini birçok uyarana yönlendirebileceğini öne sürer Heidegger. Ortak toplumsal “dünyamızı” kuran etkinlikler ve anlamlı simgeler ağı da bu uyaranlara dâhildir. Doğal fenomenlere basitçe karşılık vermek bir yana, insanlık kendi uyaranını bile yaratabilir; “dünya-kuran” şeklindeki insanlık tanımı buradan çıkar. Öte yandan Heidegger oldukça ilginç biçimde şunu iddia eder; görünüşte olumlu olan bu insani yetenek, yani madden kısıtlı hayvan dünyasının aksine kendi zengin ve dolgun dünyamızı yaratma yeteneğimiz aslında olumsuz bir deneyime dayanır; şiddetli can sıkıntısına.

    Bıktırıcı yüzlerce sayfayı aşkın, haddinden fazla uzun bir analizde Heidegger can sıkıntısını herhangi bir uyaranın dikkatimizi çekemediği, hiçbir şeyin bizi tahrik edip işe sevk edemediği bir durum olarak tarif eder. Eylemedeki bu yetersizlik bize, kendisine karşılık vereceğimiz uyaranı seçme hatta yaratma olanağı tanır. Başka deyişle, dünyayla açık uçlu ilişkimiz dünyanın kendisini bize tümüyle kapattığı bu deneyime bağlıdır.

    O hâlde, Heidegger’e göre insanın “sıkılan hayvan” olduğunu söyleyebiliriz. Tekrar tekrar bizim yetersizliğimize vurgu yapan çağdaş İtalyan filozof Giorgio Agamben Heidegger’in bu analizini ele alıp geliştirir. İnsanlığın yetenekleri vardır, çünkü yeteneklerimizi kullanmada yeterli değiliz. Örneğin, piyano çalan kişi sırf piyano çalmamayı seçebildiği için piyano çalan kişidir; her daim piyano çalmaktan başka bir şey yapamayacak kişi bir insan olamazdı, aksine acayip bir “piyano çalma” makinesi olurdu. Bunun yanı sıra Agamben, insanı tanımlayan şeyin işlemeyebilirlik, yani bir işe ya da göreve el atmadan durabilme olduğunu iddia eder. Beri yandan söz konusu işlemeyebilirlik insanlığın tembel veya avare olduğu anlamına gelmez, daha ziyade bize sürekli görevler yüklemeye teşvik eden şeydir o.

    Bu bakış açısı üzerinden insanın kendisine iş icat eden hayvan olduğunu söyleyebiliriz. Öte yandan özellikle dil meselesinde Agamben insanın, dili apaçık bir eğitim sayesinde öğrenmek zorunda olan tek hayvan olduğuna işaret ederken de benzer bir yaklaşımı benimser. Aslına bakılırsa çocuklara belirli bir yaşa kadar dil öğretilmezse onlar dil öğrenemeyecektir; bu yetenek kullanılmazsa yitirilecektir. Dolayısıyla, diğer hayvanların da dil benzeri bir şeye sahip olduklarını kabul etsek bile insanlığın dil ile ilişkisi kendine özgüdür.

    Bu tür tanımları ilginç buluyorum, çünkü bu tür tanımlar insanlığı sözde eşsiz bir vasıf veya davranış aracılığıyla değil insanlığın kendi davranış veya vasfıyla kurduğu eşsiz ilişki üzerinden tanımlıyorlar. Bizim yaptığımız her türlü şeyi -dili kullanmaktan, oyun oynamak için yapılar inşa etmeye kadar- yapan bazı hayvan örnekleri bulabilsek bile -ki bana göre bulabiliriz- bu durum insanın seçikliğine, kendine özgülüğüne gölge düşürmez.

    Öte yandan bu seçiklik, oldukça garip türden bir seçikliktir. Geleneksel tanımlar insanlığın hayvanlara üstünlüğüne ve tanrısal âlemden pay alışına vurgu yaparken bu tür tanımlar insanı “bir şekilde bozulmuş ya da arızalı hayvan” olarak sunar. Tüm davranışlarımız ve vasıflarımız hayvani davranışlar ve vasıflardan başka bir şey değildir. Bizi insan yapan ise hayvani davranışlarımıza ve vasıflarımıza yabancılaşma tarzımızdır; böylece onları sürekli yeniden ele geçiririz. Hayvanlara gayet kolay gelen şeyler -yaşamda ne yapmak zorunda olduğumuz, birbirimizle kuracağımız iletişim vs.- bizim için emek isteyen kazanımlardır.

    Bu yaklaşımın da aynı şekilde insanlığı hayvanla ilişkili olarak, yani olumsuzlama yoluyla tanımladığı düşünülebilir, ancak bence, bizi kendimizle ilişkimiz üzerinden tanımladığını söylemek daha yerinde olacaktır. Bu durum aklıma bir başka insan tanımını, Aristoteles’in yaptığı “toplumsal hayvan” tanımını getiriyor. Agamben’de de izlenebileceği üzere bu tanımın yaşamlarımızın “içeriği” ile yani mutlaka hayvanlardakinden farklı olması gerekmeyen bu içerikle hiçbir ilişkisi yoktur. Aksine bu tanım yaşamlarımızın “biçimi” ile yani etkinliklerimizle, yeterliliklerimizle ve diğer insanlarla ilişkilerimiz ile ilgilenir. Bizler insanız, çünkü insan toplulukları kuruyoruz ve bu topluluklarda diğer insanlara aktarıp öğrettiğimiz insan dilleri aracılığıyla kendimize çeşitli görev ve sorumluluklar veriyoruz. O hâlde insan, insan olarak diğer insanlarla yakından ilişkili olan hayvandır.

    Bu tanım hiç kuşkusuz totolojiktir, ama insani deneyim biçimiyle donatılması bakımından totolojiktir. İnsanlık, sahip olduğumuz bir özgülük ya da kendisinden imal edildiğimiz bir cevher değildir, aksine diğer insanlarla hep birlikte üstlendiğimiz, süregiden bir tasarıdır. İnsanlığın kendine özgü görevi kendi görevini tanımlamasıdır, tıpkı onun kendine özgü dil tarzının diğer insanlarla iletişim hâlinde gelişen ve diğer insanlara aktarılan bir dil olması gibi.

    Bir açıdan bu tanım açık uçlu ve umut verici de görünebilir; değil mi ki insanlığın koyulmuş bir sınırı ve hududu yoktur! Ama bir başka açıdan söz konusu tanım tehlikeli görünebilir, çünkü insanlığın her zaman yapabileceğinden emin olduğumuz şey hata yapmaktır. Dolayısıyla, eğer insan, insanlığı tanımlamakla yükümlüyse ortada her daim bir tehlike olacaktır; insanlar, kendileri gibi insan olan diğerlerini daha az insan hatta insandan başka bir şey kılmak suretiyle insan topluluğundan haksız yere dışlayacaklardır. Aslında her zaman -savaşın ve köleliğin keskin kininden toplumsal ve ırka dayalı hiyerarşinin gündelik gerçeklerine kadar- durmadan yapılan budur.

    İnsan, insanlığı yanlış tanımlıyor, o hâlde bunun tek çözümü çok daha fazla insanın kendileri gibi insan olan diğerlerinin varlıklarını tam anlamıyla tanıma mücadelesinde yerini alır hâle gelmesidir. Egemen olan insanlık tanımını hangi temel üzerinde tartışıyoruz? Kendimizi ve diğerlerini insan olarak tanıma yeteneğimiz üzerinden. Bu da bize, mesela, efendinin kölesinin insanlığını tanıması gerektiğini veya işkencecinin kurbanının insanlığını tanıması gerektiğini söyleme olanağı tanıyor; hatta onlar insan olmadıklarını iddia edip kendilerini kandırsalar bile. Bu aynı zamanda bize, kendi haysiyetimiz ve diğer insanların haysiyetleri için, bundan bizleri mahrum bırakmak isteyenlere karşı dövüşmemize de olanak tanıyor. Hatta bu tutum bize, diğerlerinin insanlığını sürekli reddedenleri insan cemaatinden dışlamamızda meşruiyet olanağı sağlıyor.

    Kısacası insanlık yalnızca bir tasarı değildir, ayrıca bir mücadeledir de; hep bir ağızdan insanlar arasında bir tasarı ve insanlara karşı bir mücadele. İnsanlığı -akıl ve dilden belirli bir DNA dizisine kadar- bazı vasıflar veya yetenekler aracılığıyla tanımlama girişimleri tam da varoluşumuzun yapısını kuran şu derin sorumluluk ve çatışmayı reddetmeye ve bunlardan kaçınmaya yönelik, oldukça insanca girişimlerdir. İnsanlığın ne olduğunu öyle bir kalemde tanımlayamayız asla. Yalnızca, insanlığın olabileceğine ve olması gerektiğine inandığımız şey için dövüşebiliriz.

    *North Central College