SIRLI SÜKÛNET ŞEYH TOSUN BAYRAK’A (21 OCAK 1926 – 15 ŞUBAT 2018) DAİR ANILAR

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Seyh Tosun Bayrak, hayatının 92’nci kışını geçirirken gözlerini penceresinden dışarı daldırdı, baharın manasını gizleyen ön bahçedeki kel ağaçlara baktı. Gelmekte olan baharı görmeye ömrü vefa etmeyecekti.

    Zayıflamış vücudunu sevdiği koltukta doğrulttu, portakal suyu dolu bardağını sağındaki sehpaya koydu ve o yumuşak sesiyle, “her gün bir lütuftur” diye buyurdu. Başı sağ omuzuna doğru yaslandı ve sessizce aramızdan ayrıldı.

    Artık çocuklar ve torunlar yok.

    Artık dergâhta devran yok.

    Artık vücudunda yankılanan Allah zikirleri yok.

    Artık lezzetli yemekler pişirmek yok.

    Artık Scrabble yok.

    Artık diyaliz yok.

    Artık vücudunun içinde kıvrılan rahatsızlık yok.

    Artık müritleri sevmek yok.

    Artık sigara yok.

    Artık Jemilla yok.

    Artık dokunma, görme ve işitme duyuları, koku ve tat alma duyuları yok.

    Artık sıcak ve soğuk yok.

    Artık çiçekler yok. Artık mantı ve acı sıcak Türk çayı içmek yok.
    Artık göğsünde raks eden bir kalp yok.

    Artık resimler yok. Renkler yok.

    Renkler yok.
    Artık ney ve rebap dinlemek yok.

    Artık zikir halkaları yok.

    Artık imam bayıldı yok.

    Artık namaz yok.

    Artık nefes yok.

    Allah’ın Esmalarından oluşan bu kanatları al ve Sevgiline uç. Bıraktıkların sabredecektir. Ailen, dostların, müritlerin, dergâh, tasavvufa dair kitapların, resimlerin ve ibadetlerin. Hayırlı amellerin seninle gidecektir.

    Bir asker ailesinden gelen Tosun’un babası, Çanakkale harbinde sol kolunu yitirmiş tek kollu bir harp kahramanıydı. Bir keresinde beraber umreye gittiğimizde, gözüme bacağındaki yara izi takılmıştı, derin bir yaranın eseri olduğundan şüphe yoktu.

    “Bu nedir?”

    “Ah, ben çoçukken babam beni vurmuştu.”

    “Hadi ya, baban ne kadar da sertmiş.”

    Tosun Baba güldü ve bu cevap aramızda geçen uzun yıllar boyunca sürekli başvurduğumuz bir latife hâline geldi. Elbette ki Tursun oğlunu kasıtlı olarak vurmamıştı. O sadece silahını temizleyen tek kollu bir adam iken, silahı kazara ateş almış, mermi oda boyunca uçmuş ve beş yaşındaki oğlunun bacağına saplanmıştı.

    Bununla birlikte, ciddi mizacıyla eşinin tam da zıddı olan Tursun, sert bir murakıptı ve yegâne gayesi, oğlunu askerî kariyere hazırlamaktı.

    Altı yaşındayken kendisine bir silahın nasıl kullanılacağı öğretilmişti. Tombullaşmış bir genç delikanlıyken, bir dağa tırmanmaya ve değnek ile yürümeye zorlanmıştı. Tosun acı çekiyordu ama ağlamıyordu.

    On dokuz yaşına bastığında babası tarafından Amerika’ya gönderildi, New York ve Kaliforniya’da sanat dersleri aldı. Paris’e seyahat etti. Kübist ressam Fernand Leger ile ders okudu ve ardından Fas’a geçti. Orada evlenip iş adamı oldu ve beş vakit ezanı işitti.

    O hem bir güreşçi, hem de bir sanatkârdı, hem bir şair, hem de bir sosyal muhalif. Tosun kelimenin tam manasıyla “şok sanatı”nın New York ekolünü kuran kişi idi.

    İnsanları şok edip yarı uykularından uyandıran canlı etkinlikler için aşağı Manhattan’ın sokaklarını kullandığı gibi, kültürel bağlamda kabul görmüş normlara karşı teessürünü aktarmak için ise tuval ve heykel kullanırdı. Sanatsal ifadesine şiiri ekledi ve sıkça resimlerine gizemli mesajlar yazdı.

    Gayretlerine karşılık olarak Tosun sanatı için bir Guggenheim ile ödüllendirildi. Akabinde Fairleigh Dickenson Üniversitesi’nde ve Manhattan’da bulunan Cooper Union’un Güzel Sanatlar Merkezinde sanat dersleri vermeye başladı; hem felsefesini hem de insanın dünyaya karşı tutumunu ve ahvalini ele alan anlatımını bu derslere kattı.

    New York’taki kendine özgün sanatsal ifade dönemlerinde Tosun ve heykel tıraş eşi Jean (sonradan Jemilla) manevi bir arayışa girmiş ve bu arayış onları Upper East Side’daki Gurjieff Enstitüsüne götürmüştür. Burada bir süre G. I. Gurdjieff’in öğretisiyle meşgul oldular.

    1971’de, bir sanat profesörü iken kendisi, varlığına tasavvufun irfanını üfleyen Muzaffer Efendi ile karşılaştı ve Tosun, Tosun Baba ve sonra da Şeyh Tosun oldu. Bu kâmil kişinin rehberliğinde bizzat kendisi de bir kâmil oldu.

    Muzaffer Efendi ona, insanlara aş vermeyle başlamasını söyledi. Böylece o da New York Spring Valley’deki evini küçük bir tekkeye dönüştürdü. Yavaşça insanlar gelmeye başladı. Evinin yakınlarında biraz toprak satın aldı ve 1988’de bölge Müslümanları için bir merkez hâline gelecek olan bir cami inşa etti.

    Saraybosna’nın çatışılan bölgelerinden Genç Boşnakların tahliye edilmelerini sağladı ve onları yıllarca müritlerinin evinde ağırlayıp eğitti. Bu gençler yetişip üniversite tahsilli insanlar oldular; doktor, öğretmen ve araştırmacı olarak kendi ailelerini kurdular.

    2016’da İstanbul’da, New York’taki evinin ilk katında düzenlediği atölyesinde yaptığı son resimlerle bir sergi açtı. O, başarılı ve tanınmış bir ressamdı ve seksenli yaşlarının ortasında genç renklerin son bir dalgasını birkaç tuvale taşıdı ve bunları daha erken çalışmalarıyla beraber son sergisinde sundu.

    Sevdiği sanatlar ve rengarenk olgun resimleri şimdi, çocukluk hatıraları ile birlikte Boğaz yakınlarında karanlık bir siste gizli.

    İleri yaşlarında Tosun, vücuduna giren kanseri, kalp yetmezliğini, böbrek yetmezliğini ve haftanın üç günü diyaliz tedavisi gördü. Asla ağlamadı ve asla da şikâyet etmedi.
    Mevlânâ Celâleddîn buyurdu ki: “Arif kimse o dur ki, sıkıntılardan ve dostlarının vefatından sabrederek ders alır.”
    Bazen karton kapak gizem romanları okur ve bazen de eşi Jemilla ile Scrabble oynardı, fakat bunlar yalnızca, kalbinde ve zihninde mevcut olan sürekli zikrin arasına kayan dünyevi kesintilerdi. O, dünyada hiçbir şeyin olmadığı noktaya ulaşmıştı. Hiçbir şey. Sadece, yaşlı ve neredeyse işlevsiz olan vücudunda süzülen, sararmış kaburgalarına tırmanan ve vücudundan ayrılmaya hazırlanan ince sıcak nefesine karışan, onu herhangi bir gezgin hareketlilik olmaksızın terk eden ve daha önce bilinmeyen bir sükûnet olan Allah’ın esmaları hariç. Sırlı sükûnet.

    Bizi gözümüz yaşlı ve dertli bıraktı ve Allah tarafından vaat edilen daha güzel bir dünyanın yoluna girdi. Orada bir kez daha sevdiği Muzaffer Efendi ve Safer Efendi ve Kemal Baba ile zikir halkalarında oturacaktır. Orada Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e sarılacak ve nurdan inşa edilmiş bir evde yaşayacaktır. Onu seven bizler, nemli gözlerle ve onu tanımış olmanın daha da arındırdığı kalplerimizle sıramızı bekleyeceğiz.

    Onu öğle namazından sonra defnettik.

    Öğleden önce saat onda cenazesini yıkadık. Teni tıpkı bir kış geyiği gibi altın kahvesi rengine dönmüştü. Sertleşmiş teni, yaşlılığın çizgili kırışıkları ve yakın zamana kadar Allah’a diz çöken hareketsiz bacaklar.

    Bir önceki akşam yağan kar, çamurun ve sarı kış yapraklarının üzerine beyaz bir örtü sermişti.

    Kabrin etrafında dikiliyorduk ve kelime-i tevhidi zikrediyorduk; la ilahe illallah; Allah’tan başka ilah yoktur. Yüzlerce ses Allah’ın ismini tekrar ediyordu. Öyle bir zikrediyorduk ki, sanki yankılanan zikir kanatlanacak ve onu Allah’a taşıyacakmış gibiydi. Son yolculuk.

    Boz renginde bir şahin, kabrin üzerinde bir defa döndü ve sonra bulutların arasında kayboldu.

    Şeyh, manevi babadır. Doğuştan olan baban senin dünyaya gelmene vesiledir. Fakat manevi baban sana Allah’a giden yolda rehberlik yaptığından daha mühimdir.

    Şeyh Tosun, Allah’ın yarattıklarına yardım etti ve onları himayesine aldı. Bu amelleri onun Allah’a hediyesiydi.

    *Sanatçı, Akademisyen