PROF. DR. SERPİL BAĞCI İLE İSLAM SANATINDA RESİM HAKKINDA

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Prof. Dr. Serpil Bağcı, Sanat Tarihi disiplini içerisinde Osmanlı görsel kültürü ve resim sanatı üzerine çalışmalar yapan üretken bir akademisyen. Lisans, yüksek lisans ve doktora derecelerini Hacettepe Üniversitesi’nden alan Bağcı, Osmanlı ve İslam sanatı tarih yazımına çok sayıda yayını ile katkıda bulunmuştur. Osmanlı sultan portrelerinin ikonografisi, Osmanlı ve Safavi resminde fal imgeleri, öykülemeci/anlatımcı resimler, İslam-Osmanlı dünyalarında sarayların ve kentlilerin sanatsal üretime katkısı gibi konular üzerine yoğunlaşmıştır. Hâlen Hacettepe Üniversitesi’nde Sanat Tarihi Profesörü olarak ders vermektedir.

     

    Hocam selamlar, öncelikle bizimle söyleşi yapmayı kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Sizin sanat tarihi maceranızı öğrenerek başlayalım isterseniz. Sanat tarihi alanında eğitim almaya ve bu alanda ilerlemeye nasıl karar verdiniz?

    Çok fazla seçeneğim vardı da aradan sanat tarihini seçtim gibi şeyler söyleyemeyeceğim. Ama Ankara Kız Lisesi’nde çok tatlı bir sanat tarihi öğretmenimiz vardı, kim sanat tarihi bölümüne gitmek istiyor dediğinde sınıftan bir tek ben el kaldırmıştım. O zamanlar üniversiteye girme biçimi bugünkü gibi değildi, ben ya psikoloji ya da sanat tarihi eğitimi almak istiyordum. Nihayetinde Hacettepe’de sanat tarihine girdim. İslam görsel sanatlarına yönlenmem ise muhtemelen ilginç geldiği içindi. O zamanlar özellikle Osmanlı resim sanatı konusunda bilinenler bugünküne göre epeyce azdı. Mezuniyet tezimden itibaren İslam kitap resmiyle uğraştım.

    Sonrasında bu alanda ilerlemeye karar vermem de aslında daha farklı bir hikâye. Mezuniyetimden sonra Kültür Bakanlığına girmiştim müze asistanı olarak, Konya Müzesi’ne tayin olmuştum. Sonra hocam Güner İnal bir gün beni çağırarak sen burada çalışmak ister misin diye sordu. 1980’de asistan oldum, o gündür bu gündür bu bölümün koridorlarındayım. Seçimlerimizde zaman, mekân, her şey bir biçimde yönlendiriyor bizi. Akademiye başlamam kolay olduysa da bunun yanında bir sürü şey de aksi gitti. Mesela, İran’a gidip Farsça öğrenme hayallerim varken, o sırada İran-Irak Savaşı çıktı.

    İslam resim sanatı sahası pek bilinmiyordu dediniz, siz lisans okurken müfredatta İslam sanatına dair dersler var mıydı?

    Vardı elbette. Bu durum bölümün kurucusuyla da çok bağlantılı tabii. Buranın kurucusu, Suut Kemal Yetkin, İslam sanatı ya da “Türk-İslam sanatı” gibi kavramlar üzerine Türkçede yazan ilk kişilerden bir tanesi. Günsel Renda, Avrupa sanatı üzerine çalışmış ama döndükten sonra Suut Bey’le birlikte Osmanlı resmine yoğunlaşmış. İslam sanatları uzmanı olan Güner İnal o sırada Amerika’da doktorasını bitirip burada başlamış. Suut Bey’in başlattığı çizgi böylece devam etti. O nedenle derslerimiz arasında İslam sanatı, Orta Doğu, Uzak Doğu, Çin resmi dersleri vardı. Bizans sanatı da bizde çok kuvvetli olarak başlamıştı. Bu bölüm İstanbul dışında olan eğitimin kalbi gibiydi.

    Pek meşhur resim-minyatür ayrımını sormama izin verin lütfen. Bu disiplinin dışındakiler Doğu resmi için minyatür ifadesini kullanıyorlar. Minyatür ifadesinin tarihi nedir ve neden minyatür demememiz gerekir?

    Minyatür aslında kitap resmi için kullanılan bir terim ama İslam dünyasında kullanılan bir kavram değil. Minyatür, Latince miniare kelimesinden türüyor. Küçük anlamında değil, kurşundan üretilen kırmızı rengin adı olarak onunla yapılan boyamaya miniare deniyor. Zamanla bu İtalyanca miniatura olmuş, giderek hem tezhipler hem resimler için kullanılmaya başlanmış. Batı’da da kitap resmi için minyatür sözcüğü kullanılıyor. Aslında minik sözcüğüyle bağlantısı olmasa da gitgide küçük fildişi portreler için de kullanılıyor. Sanat tarihi yazımı modern anlamda Avrupa’da başlıyor, daha doğrusu biz oraya bakıyoruz. Avrupalı yazarlar Müslüman kitap resmi için minyatür sözcüğü için kullandıklarında biz de başta kabul ederek kullandık. Sonrasında ise “peki Osmanlılar, Farslar buna minyatür mü diyorlar?” diye sorarak, bizler de o dünyanın kullandığı tasvir, resim, suret gibi sözcükleri kullanmaya karar verdik.

    Osmanlı dünyasında resmin kullanım alanları nelerdi? Kitap resimleri dışında resim kullanılıyor muydu?

    Kitap resimleri daha korunaklı olduğu için günümüze daha fazla ulaşıyor. Ama görselliğin başka alanları da mevcut. Görselliği çok daha geniş bir kavram olarak düşünürsen, bir caminin çinilerine baktığında orada eğer bir bahçe görüyorsan, o da bir resimdir. Resmi sınırları çok belirli bir tanımlama olarak gördüğümüz için böyle algılıyoruz. Onun dışında manzara resmi Osmanlı duvarlarında daima kendine yer bulmuştur. Manzara resmi genellikle 18. yüzyıldan itibaren başlatılır çünkü o tarihten itibaren günümüze ulaşmıştır. Ama manzara resmi, 15. yüzyılda bir nakkaşın kâğıda yapacağını andırır şekilde Edirne Muradiye Camisinin duvarlarında, yani II. Murat döneminde dahi var. Onun çağdaşı bu türden başka manzaralar da karşımıza çıkıyor. Tabii insan, hayvan gibi canlı resmi bu duvarlara konmuyor. Ama Osmanlı deyince yalnız Müslüman ahaliyi düşünmezsen, bir Ermeni evinde insan figürleri de görebilirsin ya da Suriye’deki bir evde bambaşka görsel tercihler olabilir. O yüzden duvar resmi geleneği çok yerleşik bir şekilde mevcut.

    Onun dışında yine kitapların dışına çıkmış olan tek yaprak resimlerden bahsedebiliriz. Bu tek yaprak resimler zaman zaman bir albümün ya da bir murakkanın içinde derlense de cüzler içinde saklansa da bir biçimde, resme bakma eyleminin ortamını oluşturuyor. Mesela 17. yüzyılın başında vefat eden ve albümler yapmakla ünlü bir saraylı olan Kalender Paşa, albümlerinden bir tanesinin başında, açıkça bu resimlere bakmanın insanın ruhunu, gönül aynasını parlatacağını, ibret gözünü geliştireceğini söyleyerek güzel bir resmi seyretmenin yararlarının neler olduğuna dair fikirlerini sunuyor. Onun fikirleri kendine has değil tabii ki, kendi çağının ve çevresinin de bakışını gösteriyor. O yüzden, bu tek yaprak resimlerin dolaşımda olduğunu da biliyoruz. Sadece bir saray çevresinde tüketilen, bakılan, seyredilen, albümlere konup hazineye kaldırılan bir şey olmanın çok ötesinde; birçok kentlinin zaman zaman bu türden resim, hat gibi güzel sanat eserlerine olağanüstü merakları olduğunu, topladıklarını, birbirleriyle yarıştıklarını da biliyoruz. Bunları bize Gelibolulu Mustafa Ali, 1587’de yazdığı Menakıb-ı Hünerveran’ında anlatıyor. Bu kitaptan hareketle bu türden sanat eserlerinin İstanbul’da, “elitler” arasında dolaşımda olduğunu biliyoruz.

    Öte yandan bir başka tür olarak portreler var. Portre üretimi ve tüketimini zaman zaman bir edebiyat toposu da olsa, gündelik hayatta bir yerinin olduğunu görüyoruz. Âşıkların birbirlerine resimlerini yollaması teması yalnız edebiyat konusu olarak meşhur olamaz, gerçekte de mutlaka bir karşılığı olmasa yalnız edebiyatta bu kadar yaşayamaz herhâlde. Demek resim aracılığıyla âşık olma olgusu daima vardı ki edebiyatta da bu kadar işlenmiş. Bu imgelere, portrelere bakarak suretlerden siretleri okuma geleneğiyle de bağlantılı olarak portre de ayrı bir tür olarak belli ki daima varlık göstermiş.

    Padişah portrelerini bir tür olarak sayabiliyor muyuz?

    Evet elbette, tam da bununla bağlantılı olarak sayıyoruz çünkü padişah portreleri her ne kadar önce Al-i Osman’ın kendi hazinesi için kendi atalarının resmini yapıp korumak ve şehzadelerin diğer gençlerin seyretmesi, ibret alması için başlasa da zamanla bir geleneğe dönüşüyor. Padişah portreciliğinin Fatih’le başladığını söyleyebiliriz ama Fatih döneminde portrecilik birey üzerinden gidiyor. Esasen başka padişah portreleri, mesela Kanuni’nin de Nigari veya Nakkaş Osman tarafından tek başına yapılmış portreleri var, II. Selim’in şehzadeyken yapılmış portreleri de mevcut. Ama padişah portreciliği zamanla I. Osman’dan başlayıp, hükmeden padişaha değin seri şekilde suretlerinin yapılması şeklinde bir türe dönüşüyor. Sarayda başlayan bir gelenek olarak da saraydan dağılıyor. Bu geleneğin biçimleri değişiyor ama ta 1579’da Nakkaş Osman’ın oluşturduğu padişah portreleri kalıbı sürekli izlenerek; fotoğrafa, afişe, yağlıboyaya dönüşse de Cumhuriyet’e kadar devam ediyor. Ailenin tahta çıkmış üyelerinin resimlerinin yapılması geleneği yalnız kitaplarda kalmış değil; dolaşımda, dağılmış bir tür. Mesela, Bağdat’ta, profesyonel nakkaşlar oturup Osmanlı padişahlarının resimleri başka bir forma dönüştürüp silsilename olarak hazırlamışlar. Sülale üyelerinin portrelerini yaptırmak Timurilerde de, Babürlerde de varsa da neredeyse hiç ara vermeyen bir süreklilik içerisinde uygulanmasını başka bir Müslüman imparatorlukta görmüyoruz. Sarayın müşterisi olduğu, sarayın emri doğrultusunda yapılıp sanatsal üretimin bir şekilde içine sızmış olarak yaşamaya devam etmiş gelenek başka yok.

    Doğu dünyasının sanat merkezleri nereler? Sanat nerelerde üretiliyordu?

    Tek bir zaman ve mekân değil, koca bir dünyadan bahsediyoruz. Önemli merkezler varlıklarını ve etkinliklerini her zaman korumuşlar: Herat, İstanbul, Kahire gibi. Osmanlılara bakarsan Bursa’da pek günümüze ulaşmış örnek bilmiyoruz ama mesela, Amasya’da üretim olduğunu biliyoruz. Özellikle II. Murat ve II. Mehmet döneminde, sonra 17. yüzyılda Edirne’nin çok önemli bir kitap sanatı merkezi olduğu kesin. Kitabı yalnız okunan bir şey olarak değil bir sanat nesnesi olarak tasarlayıp bezemek, onu güzelleştirmekten bahsedersek tabii ki İstanbul’u söylemeye bile gerek yok. Osmanlı öncesi ve sonrası Kahire, Bağdat önemli şehirler. Elimizde ketebeli yapıtlar olduğu için Bağdat’a dair biraz daha fazla bilgimiz var. Onun dışında yoğun bir şekilde üretim yapan Tebriz ve Şiraz 14. yüzyıldan itibaren çok önemli merkezler. Belki ilk başta yönetici sülalelerin denetimi ya da desteğiyle başlamış olsa bile 1470’lerden itibaren Şiraz’da profesyonel üretim olduğunu görüyoruz. Politik olarak güçlü şehirlerde mutlaka sarayların yönlendirmesi altında resim üretilip tüketiliyor.

    Nakkaşlar yalnız saray bağlantısı olan bireyler için değil ama alım gücü olan, resimli kitaba sahip olma isteği olan herkes için çalışıyordu. Çarşı ressamları olarak anılan bir grup sanatçı tarafından ticari amaçlarla yapılan bir üretim olduğunu biliyoruz. Ne tür atölyelerde çalıştıklarını bilmiyoruz ama bir 16. yüzyıl kaynağına göre Şiraz’da her evde resimli, tezhipli, güzel ciltli kitaplar hazırlandığı söyleniyor. Herhâlde kendi özel evlerinde, işliklerinde çalışıyorlar. Aynı şekilde asitanelerde, tekkelerde resimli kitap yapılıp muhtemelen tekkeye gelir sağlamak için satıldığını da biliyoruz.

    Bu farklı merkezler arasındaki etkileşimleri takip edebilmemiz mümkün mü?

    Merkezler arası ilişkilerin olmaması mümkün değil. Öncelikle, ürünlerin bir saraydan diğerine hediye olarak gidip geldiğini biliyoruz, o vasıtayla dağılıyor. İkinci olarak, sanatçıların hamileriyle birlikte hareket ettiğini görüyoruz. Örneğin, bir Timurî şehzadesi Herat’tan Şah İsmail’le beraber Tebriz’e yarı konuğu yarı tutsağı olarak giderken oradan I. Selim’le beraber İstanbul’a geliyor. Bir Timurî mirzası olarak hazinesi de onunla hareket ediyor. Bu hazinede sadece malı mülkü değil aynı zamanda içinde şairler, nakkaşlar, edipler, müzisyenler olan bir maiyet var. Şehre gelen bu yeni sanatçıların etkisi suya bir taş atmışsın gibi dağılıyor İstanbul’da. Bu şehzade ve çevresindeki kişilerin hem kendi meslektaşlarıyla hem de kendi muadilleriyle ilişkilerinden yayılanlar önemli etkileşimlere neden oluyor. Bu etkileşimler ortaklıkları, birliktelikleri, paylaşılanları oluşturan ortamlar sağlıyorlar. Onlar dışında mesela, doğrudan iş aramaya Şiraz’dan kalkıp Edirne’ye gelen hattatlar var. O yüzden yapıtların, üreticilerin ve tüketicilerin dolaşımda olduğu bir dünyadan bahsediyoruz. Yeni eserler veya sanatçılar şehre geldikten sonra, bir biçimde iki sarayın beğenisi birleştiğinde ortaya çıkan şey, üretildiği yerin istek ve beğenilerine göre yeniden yorumlanıyor. Hiçbir şey olduğu gibi kopyalanmıyor, kopyalansa bile o resimlerdeki figürler Osmanlı kıyafetleri giyiyorlar, Osmanlı binalarının içinde yaşıyorlar. Yani hem dekorlar hem giyimler Osmanlılaşıyor. Osmanlı görsel ögeleri kullanılıyor. Özellikle Osmanlı bağlamında mesela İtalya’dan ve Dubrovnik’ten hem yapıtlar hem onları yapanlar geliyorlar. Bu yüzden Osmanlı resminde daima Avrupalı bir yanın varlığı söylenebilir.

    Örneğin klasik bir hataî motifinin her yerde bulunmasından dolayı ortak bir ikonografik dilden, ortak bir görsel bellekten, tekrar eden imgelerden bahsedebilir miyiz?

    Hataînin, hançerî yaprağın şablonlaşması, saray nakkaşhanesi denilen kurumun varlığıyla ilişkili. Çok benzer durumu birçok saray için görebiliyorsunuz. Süslemelerde kullanılan motifler, o motiflerin yan yana gelme biçimleri, inşa edilmeleri, nasıl ölçeklenecekleriyle ilgili kabuller saray nakkaşhanelerinden çıkan modellere dayanır. Örneğin İznik’te bir cami için çini siparişi veriliyorsa, modeller de yollanıyor. Ya da Uşak’a dokuma tezgâhlarına modeller gidiyor. O yüzden, herhangi bir sarayın nakkaşhanesinde özellikle de kitap sanatları için geliştirilmiş olan motifler ve bu motiflerin nasıl ve nelerle beraber kullanıldığı, ölçeği çok önemli. Bu şablonlar bütün coğrafyaya yayılıyor.

    Saray nakkaşlarının bu ölçekleri derken aklıma geldi. Saray nakkaşları farklı malzemelerde ve farklı ölçeklerde çalışabilecek şekilde yetişmiş sanatçılar. Diyelim ki Osmanlı resminin en ünlü sanatçılarının başında gelen Nakkaş Osman, bir duvarı bezemek üzere de görevlendirilmiş olabiliyor. Küçücük, 10 santimetrecik bir alanı bezeyebildiği gibi devasa mimari anıtları da resmedebilecek bir göz ve el terbiyesine hâkim. Bir hançeri yaprağı, bir rumîyi anıtsal boyutta bir eserde, alttan görülecek şekilde yapabiliyor.

    Osmanlı sanat geleneklerine dair bir ön kabul, sanatçıların imza atmayarak anonim kalmayı tercih ettikleri yönündedir. Bu iddiayı doğru kabul edebilir miyiz?

    Güzel bir soru ama evet böyledir, hayır böyle değildir şeklinde bir yanıt vermem o kadar kolay değil, hatta doğru da olmaz. Zamanına ve yerine göre değişiyor bu sorunun yanıtı. Biz Osmanlı ressamlarının bir kısmını imzasından tanırız, bir kısmını onlar hakkında söylenenlerden tanırız, bir kısmını sanat tarihçi gözüyle bakarak tanırız. İmzalarını atmadıkları doğrudur gerçekten ama esas olarak kitap içinde yaptıklarına atmazlar. Kitabın içindeki resme imzasını atan çok az sayıda sanatçı var. Mesela Levnî Surnâme’sinde bir-iki tane resmine imzasını atmıştır. Ama tek yaprak resimde, hele bir de kalem-i siyahî ise, tek başına tüketilecek bir şeyse, o zaman atabildikleri anlaşılıyor. Bu türden imzalı epeyce örnek elimizde mevcut. Tevazudan dolayı anonim kalmak için imza atmıyorlardı gibi bir kanun-ı kadim vardı denemez. Bazen yazar adını, bazen yazmaz. Ama genel olarak böyle bir eğilim var. Çünkü düşünecek olursan, kitap resmini bir kişi baştan sona kendisi yapmıyor. Nakkaş Osman’ın bütün Surnâme’nin resimlerini yapması mümkün değil. Hatta belki de bir resim içinde yüzleri boyuyor, çünkü en kıymetli yer yüz. Bir resim bir ekibin elinden çıkmış olabiliyor. O yüzden adını yazmamak hem bir efsane hem de değil. Hem gerçeklik payı var hem de bir şekilde daima aynı biçimde görülmez.

    Tarihçi Talikizade III. Mehmet’in Eğri seferini anlattığı kitabının sonuna Nakkaş Hasan nasıl bu eseri daha güzel hâle getirdi diyerek ressamın adını verir. Hatta onun hemen üstüne de Nakkaş Hasan kendini, Talikizade’yi ve hattatı küçük bir odada herkes kendi işini yaparken resmeder. Talikizade kitabını yazar, hattat metni beyaza çeker, Hasan da resim yapar. Açık pencereden güzel efil efil bahar esintileri gelir. Demek ki değil anonim kalmayı tercih etmek, otoportresini kitabın içine koyan nakkaşları da görüyoruz. Nakkaş Osman da kendi resmini yapmıştır. O nedenle birey yok, ressam yok gibi genel kabullerin çok genel kabuller olduğunu söylemek gerek.

    Mehmet Siyahkalem çok merak edilen bir sanatçı. İmzasını atmadığı içini onun bir kişi mi, bir akım mı olduğunu bilemiyoruz.

    Mehmet Siyahkalem kesinlikle tek bir kişi değil. Bir 15. yüzyıl sanatçısı olarak kalem-i siyahî tarzı çalışan Mehmet veya Muhammet isimli birisi muhtemelen vardı. Ama bu resimlerin altındaki imzaların özgünlüğü daima soru işareti barındırıyor çünkü bu imzaların çok büyük bir bölümü sonradan yapılmış atıf imzası. Bu bir tarzın adı. Sadece tarz demeyeyim, belirli temaları resmeden bir dünyanın ustalarından bir tanesi anlaşılan. Kalem-i siyahî imgeler bazen daha yumuşak ve sulandırılmış mürekkeple yapılmışken kimilerinde sert çizgilerin kullanılmasının dışında, belirli üslup farkları var o resimler arasında. İmzaların niteliğine bakarsak da kimileri o kadar acemice yazılmış ki. Ama tematik bütünlükleri onları daha çok bir araya getiriyor. Devler, cinler, periler, göçer yaşamın ögeleri, göçerek yaşayan bir dünyada dans eden, hikâye anlatan bireylerin resmedildiği bambaşka bir dünyaya tanıklık eden imgeler bunlar. Bizim bugün tanımadığımız, metinleri de olmadığı için bir yere de tam olarak bağlayamadığımız bir dünyanın resimleri.

    Osmanlı resim sanatının kendine has bir estetik dünyası var mıydı?

    Osmanlı saray nakkaşhanesinde üretilen resmi düşünürsen edebiyat eserlerini çok fazla resmetmez Osmanlı nakkaşları, İslam klasiklerinin resimli nüshalarını pek yapmaz. Osmanlı saray nakkaşhanesinin temel görevi ailenin tarihini yazıp resmetmektir. Ama bunun yanında hiç mi hikâye, şiir kitabı resmetmiyorlardı dersen tabii ki yapıyorlardı, mesela Bâkî’nin Divan’ını, çeşitli mesnevileri de resimliyorlardı, 32 kısım tekmili birden aşk maceralarını anlatan kitapların resimlerini de yapıyorlardı. Ama Osmanlı hazinesini düşününce resimli Fars klasiği olarak Şehnâme’nin ya da Nizâmî Hamse’si çok sayıda nüshası var, belki de yeniden yapmaya gerek görmediler. Bize bugün ulaşmış olan, elimizdeki resimli el yazma kitapların çok büyük bir kısmı sarayın koleksiyonunda korunmaya devam etmiş olanlar. Ve bunların arasında ya saraya bir hediye olarak gelmiş ya da el konulmuş, satın alınmış, ya da ganimet olarak gelmiş eserler var. Bir de sarayın kendi sipariş ettiği yapıtları var. Bunların çok büyük bir kısmı Osmanlı sülalesinin tarihi. Onun dışında sarayda padişahın çevresindeki kitaba düşkün elitlerin verdiği siparişlerde onların beğenileri çok belirleyici oluyor.

    Resimden bu kadar bahsettik ancak, İslam sanatından bahsederken kurulan ilk cümleler tasvir yasağı üzerinedir. Osmanlı görsel kültürü üzerine çalışan bir uzman olarak, İslam’da tasvir yasağı olduğu iddiası hakkında ne düşünüyorsunuz?

    Ben bu türden sorulara doğrudan evet veya hayır diyemeyen insanlardan biriyim. Bu da yine kişilere, zamanına ve yerine göre çok değişen bir şey. Şurası kesin ki tasviri çok seven bir ifade dünyasının hâkim olduğu ortamlar beslememiş İslam dünyası. Bunun çeşitli nedenlerini sayarsın ama o nedenlerin ikincisi Edirne’ye uymaz, üçüncüsü Herat’a. Tabii ki bu bir efsane değil. Tasvirin ya da resmin günlük hayatta çok fazla tüketilen bir anlatı ya da sanatsal ifade biçimi olmadığı belirgin bir şekilde görülüyor. Fakat bu durum çok sert bir tasvir yasağı olduğu anlamına katiyen gelmiyor. Demin de dediğim gibi padişahların portreleri dolaşıyor. Hz. Muhammed’in hilyesini düşünelim. Tasvir deyince bu illa görsel bir temsil olmayabilir, yazılı bir temsil olarak hilye okunuyor, seyrediliyor. Seçkin yönetici sınıfın tükettiği bir şey olmanın dışında kentliler arasında imgenin varlığı çok kesin. Zaman zaman bunun karşıtları çıkabiliyor. Demek istediğim bu sorduğunuz soruya benim cevabım ne evet ne hayır. Zaman zaman evet zaman zaman hayır. Tümüyle yasaklandığı da görülmüş bir şey değil. Ama bir caminin içinde de bir insanın bir canlının resmini görmeniz de mümkün değil. Benim bildiğim içinde “canlımsı” tasvir olan yegâne cami, Ankara’daki Arslanhane Camisinde mihrabın üzerindeki bir tür yılana benzeyen, İlhanlı beğenisini yansıtan süsleme. Başka bilmiyorum. Yasaktan çok bir tür gelenek. Esasında “İslam dünyasında resim olmaması tasvir yasağına mı bağlıdır?” basit bir sorudur, basit bir cevabı da yoktur.

    Peygamberleri ve dinî çerçevede muhterem sayılan figürlerin tasvirinde nasıl bir seyir görüyoruz?

    Mesela Osmanlılar Hz. Muhammed’in yüzünü örtüp Hz. Ali’nin yüzünü örtmezler. Safaviler ikisinin de yüzünü örterler. Osmanlılar Hz. Fatıma’yı nikapla örtüp Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’i örtmez, sonra başka bir eserde tutar örter. Yüz örtme 15. yüzyılın sonlarına doğru başlayan bir tutum. Kutsal bireylerin kimi zaman yüzü açık olur, her zaman başı etrafında nur halesi olur, kimi zaman hale bütün vücudunu sarıp sadece bir nur olarak görünür. Yani, bu tutumların yüzyıllar boyunca değişmeden uygulanan kuralları, kanonları vardır demek yanlış olur.

    Hocam, bu keyifli ve zihin açıcı söyleşi için çok teşekkürler!