İLİM TASNİFLERİNDE FIKHIN YERİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • İslam düşünce tarihinde, insanların elde ettikleri bilgilerin ve belirli bir tedvin çalışması sayesinde disipline dönüşebilmiş ilimlerin tasnifine dair ortaya çıkan düşünceler ve telif edilen eserler, esas itibarıyla iki farklı çizgiyi takip etmektedirler. Bu çizgiler, varlık hakkındaki kuşatıcı ve kesin bilginin yani metafizik bilginin hangi yolla elde edilebileceği sorusuna verilen cevaplar ışığında şekillenen muhtelif ilim anlayışlarını yansıtan iki farklı tasnif geleneğine işaret eder. Dünyaya, gerçekliğe, aşkın olana yani bütün bir varlığa ilişkin bilginin hâkim ve belirleyici kaynağının ne olacağı, diğer bir ifadesiyle din-felsefe, akıl-vahiy ilişkisinin nasıl kurgulanacağına dair verilen cevaplar, birinde şer’in diğerine akl’ın merkezde olduğu iki farklı tasnif geleneğini ortaya çıkarmış; ilkini ulema, ikincisini ise hukema sahiplenip temsil etmiştir. Bu tasniflerin ortak noktası ilimlerin şeri olanlar ve olmayanlar şeklinde ikiye ayrılması iken ayrıldıkları nokta hangi ilim grubunun üstün ve belirleyici olduğudur. İslami ilimler dâhilinde şekillenen tasnif, hakikatin mutlak kaynağı olarak vahyi esas aldığı için vahyin sunduğu zemin üzerinde şekillenen şeri ilimleri üstün konuma taşımıştır. Buna mukabil, İslam dünyasında felsefi düşüncenin doğmasıyla şekillenen diğer tasnif, hakikatin mutlak kaynağı olarak aklı gördüğü için felsefi/akli ilimleri üstün konuma taşımış ve vahiyle elde edilen bilgiler zemininde şekillenen ilimleri ilk sınıfta yer alan ilimlerin altına yerleştirmiştir.1 Bu yazıda, ilk olarak İslam dünyasında şeri çizgide şekillenen ilim anlayışına ve elde edilen birikime kısaca temas edilerek fıkhın bu ilim anlayışının ürettiği tasnif içerisinde yerine temas edilecek, ardından felsefi düşünce çizgisinde şekillenen tasnif içerisinde fıkhın nerede durduğuna değinilecektir. Her iki çizgiyi temsil etmek üzere seçilen temsil kabiliyeti yüksek birkaç düşünür üzerinden tasarlanan bu yazı, kuşatıcılık iddiası taşımamaktadır.

    Hz. Peygamber’in davetine icabet ederek İslam dairesine giren müminler, muhatap oldukları teklifin inanç, amel ve ahlaka ilişkin buyruklar içerdiğini gördüler. Kur’an’ın taşıyıcısı ve tatbik edicisi konumundaki Hz. Peygamber’in (s.a.v.) sünneti ile müşahhas hâle gelen buyrukların muhtevası, ilk başta bir bütün hâlinde telakki edildi ve dinî bilginin unsurlarını bu buyruklar teşkil etti. Sünnet Kur’an’ı açıklayarak, ümmet de sünneti şerh ve izah ederek hitabın sunduğu dünyada, hâkim ve yegâne vasfı vahye istinat olan yeni bir bilgi alanının doğmasını sağladılar. Sahabe ve onları takip eden nesillerin yaşamı, örneklikleri ve ortaya koydukları faaliyetler, vahiy etrafında oluşan bilgi alanının çok hızlı bir şekilde genişlemesine yol açtı ve Müslümanların sahip oldukları dinî bilgiler yaklaşık bir asır sonra neredeyse ihata edilemez sınırlara ulaştı.

    Hicrî ikinci asrın başları itibarıyla dinî bilginin bütünü için fıkıh kelimesi kullanılmakta idi. Bir bilgilenme ve idrak sürecini ifade eden fıkıh hakkındaki açıklayıcı ilk ifadeler, kelimenin hicrî ikinci asrın başlarında dinî bir ıstılaha dönüşmesi ile birlikte görülür olmuş; başta ilim olmak üzere dinî bilgiyi ifade eden diğer kavramlarla arasındaki ilişki ve farklılıklar bu açıklamalar sayesinde belirgin hâle getirilmiştir. Fıkıh ve ondan türeyen diğer kelimeler, Kur’ân-ı Kerîm’de ve Hz. Peygamber’in (sav) hadislerinde sıklıkla deruni kavrayış ve bu kavrayış doğrultusunda davranışta bulunabilme becerisini ifade eden bir anlam dairesine sahipti. Kelimenin dinî bilginin elde edilişi anlamında kullanıldığı Tevbe suresinin 122. ayeti ile Hz. Peygamber’in “Allah, hakkında hayır murat ettiği kimseyi dinde fakih kılar” hadisi, fıkhın ilerleyen zamanlarda kazanacağı anlamlar için âdeta bir başlangıç noktası teşkil etti. Hicrî ikinci asrın ortalarından itibaren İslami ilimlerin tedvini ile birlikte Müslümanlar rivayete dayalı dinî bilgilerle beşerî ve entelektüel gayretlerle ortaya konan yeni bilgileri birbirinden ayırma ihtiyacı duydular; ilk sınıfta yer alan bilgiler hususi bir manayla ilim diye adlandırılırken, ikinci sınıftaki bilgilere en geniş kullanımıyla fıkıh denilmeye başlandı.

    Fıkhın hicrî ikinci asrın ortalarında müstakil bir bilgi alanına dönüşmesiyle birlikte, fıkhi bilginin ne türden bir bilgiye karşılık geldiğine yönelik tanımlamalar yapılmaya başlandı. Bildiğimiz ilk fıkıh tanımı, Ebû Hanîfe’ye nispet edilen “Fıkıh, kişinin lehine ve aleyhine olan şeyleri bilmesidir.” cümlesi olup bu tanım, daha sonra daralacağı şekliyle yalnızca amele taalluk eden hususları değil, akaitten tasavvuf ve ahlaka kadar bütün bir dinî bilgi sahasını kuşatmaktaydı. Ebû Hanîfe’den hemen önce Hasan-ı Basrî tarafından serdedilen bir cümle de, bu dönemde fıkha dair tasavvurları ve fakihlerden beklentileri yansıtır. Rivayete göre Ferkad es-Sebâhî, Hasan-ı Basrî’ye bir şey sormuş ve aldığı cevap karşısında fakihlerin kendisine muhalif olduğunu söylemişti. Hasan-ı Basrî’nin buna cevabı şöyle oldu: “Sen bugüne dek hiç fakih gördün mü? Gerçek fakih dünyaya karşı zahit, rağbetini ahirete yöneltmiş, dininde basiret üzere olan, Rabbine ibadet üzere daim, vera‘ sahibi, Müslümanların ırzlarından kendini uzak tutan, mallarına göz dikmeyen ve Müslüman cemaatine karşı samimi davranan kişidir”.2 Aslında Ebû Hanîfe’nin tanımı, amele tekaddüm eden itikatla ve amelle birlikte ve de sonrasında bulunması beklenen ahlakla ilgili bütün hâlleri kuşatan bir bilince dayalı bilgilenme hâlini ifade eder. Ne var ki aynı Ebû Hanîfe kavramın bu geniş anlam dünyasını daraltmak için müdahalede bulunarak fıkhı müstakil bir ilmî disipline çeviren kişi olmuş ve onun çalışmalarıyla artık dinî alandaki bilgiler titiz bir şekilde ayrıştırılarak fıkıh yalnızca zahire yansıyan yönleri üzerinden mükelleflerin fiillerine taalluk eden ahkâm-ı şer’iyye ile ilgilenen disiplinin adı olmuştur. Nitekim bu dönüşümün ardından Hanefi fakihler Ebû Hanîfe’nin tanımına “amel bakımından” kaydını ekleyerek söz konusu daralmayı tescil etmişlerdir.

    Ulemanın Tasnifinde Fıkıh İlmi
    Fıkıh ilminin naslardan hareketle doğuşu ve şekillenişi ile yine naslardan doğan diğer ilimlerle münasebetini, bu konuda değerli bilgi ve tahlillerde bulunan Beyzâvî (v. 685/1286) ile İbn Haldûn’un (v. 808/1406) yazdıkları üzerinden takip edebiliriz. Beyzâvî, aynı vadiden gelen iki kaynak olarak nitelediği Kur’an ve sünneti, “dinî ilim nehirlerinin ve şeri yol gösterici pınarların kaynadığı göze” olarak niteler. Her iki kaynak da Hz. Peygamber’den (s.a.v.) sadır olduğu için bütün ilimler onun sünnetinin açılımı ve tezahürüdür. Nasların bir kısmı akait ve bilgiye, diğer bir kısmı ise insanların fiilleri ve hâllerine taalluk eder. Ayetler ve sünnetlerin fiiller ve hâllere taalluku, ya hüküm koymak ya da kıssa ve haberler aktarmak suretiyle olur. Bu itibarla şeri ilimler üç kısımda değerlendirilebilir. İlk kısımda yer alan ilimlerle, bilgi ile ilgili konularla ilgilenen ve hakikatlerin peşinde koşan kimseler ilgilenmiş ve ilgili naslar üzerinde yaptıkları ayrıntılı ve bütünlüklü araştırmalar sayesinde en üst dereceye ulaşmış, İlahi İlim, Usûlü’d-dîn ve Kelam İlmi diye adlandırılan en üstün bilgiyi elde etmişlerdir. İkinci kısımda yer alan ilimler, mükelleflerin fiillerine emir veya yasaklar yöneltme yahut serbest bırakma yoluyla taalluk eden hitaplarla ilgili olup ikiye ayrılır. İlki zahirî amellerle ilgili iken ikincisi bâtıni amellerle ilgilidir. Şeri hükümleri araştırmakta olan müctehidler ilkini incelerler. Kitab ve sünnetten elde edilen bilgiler içinde, vaz’i ve teklifî hükümlere ulaşılmasına imkân tanıyan külli kaideleri bildirenler, Usûl-ı Fıkıh diye adlandırılmıştır. Herhangi bir fiile dayanak ve esas teşkil etmek sûretiyle hususen delalet eden ve müctehidin nasların mefhûm, medlûl ve ma’kûlünden çıkararak elde ettiği hükümler ise Fıkıh İlmi, Şerîat İlmi ve Mezheb İlmi diye adlandırılmıştır. Allah Teâlâ’ya doğru seyrini sürdüren sufiler (erbâb-ı sülûk) ise diğer kısmı tercih etmişlerdir. Onlar, naslarla deruni bir ilişkiye girmiş ve elde ettikleri bilgileri “zahirin bâtını” saymışlardır. Böylece nasların zahirine ilaveten amel sayesinde hakikatlerine ve bâtınlarına da vâris olmuşlardır. Zahir ve bâtının bir araya getirilmesiyle elde edilen bilgiler, Tasavvuf İlmi, Hakikat İlmi gibi adlarla anılmıştır. Ayetler ve sünnetler içinde fiiller ve hâllere kıssa ve haberler aktarmak suretiyle taalluk edenlerle de iki zümre ilgilenmiştir. İlk zümreyi teşkil eden kıssacılar, ayet ve sünnetlerde anlatılanları Kıssa İlmi ve Tarih İlmi’nde bir araya getirmişler; ikinci zümreyi teşkil eden öğüt verici vaizler ise ayet ve sünnetlerin içerdiği teşvik ve korkutmaları (terğîb ve terhîb) Tezkîr İlmi’nde derlemişlerdir.3

    Beyzâvî’nin bütün şeri ilimleri Kur’an ve sünnete dayandıran ve nasların muhtevasından hareketle tasnif eden bu yaklaşımı, İbn Haldûn’da daha mütekâmil bir ilim tasnifi ile sürdürülmüş ve dinî ilimler bir derecelendirme eşliğinde sıralanmıştır. İbn Haldûn, el-Mukaddime’de fıkıh, usûl-ı fıkıh ve bu iki ilme tabi sayılan alt disiplinleri ilimler tarihine dair geliştirdiği perspektif ışığında ele almıştır. O, ilimlerle ilgili altıncı bölümde ilk olarak bilgi kuramının önemli problemlerine değinmiş, bilginin elde ediliş ve yayılış süreçlerini kendisinin geliştirmiş olduğu umrân teorisi ile irtibatlandırarak izah etmiş ve İslam toplumlarında varlık kazanmış yahut eskiden intikal etmekle birlikte varlığını sürmekte olan ilimler hakkında bilgi vermiştir. İbn Haldûn’un el-Mukaddime’sinin kendisine ait önemli değerlendirmeleri de içeren ve dinî ilimlerle başlayan bu bölümünü, bir ilimler tasnifi olarak takip etmek de mümkündür.

    İbn Haldûn ilimleri, geleneksel ikili tasnifi sürdürerek hikemî/felsefi ilimler ve naklî/vaz‘i ilimler diye ikiye ayırır. İlk sınıfta yer alanlar, düşünme yetisi sayesinde elde edilen ve insanlığın doğal olarak sahip olduğu ortak ilimler iken ikinci sınıfta yer alanlar, din sahibinin vaz ettiği ve insanların aktarım yoluyla elde ettiği ilimlerdir. İşte bunlar İslam ümmetine has ilimler olup diğer ümmetlerin sahip olduğu ilimlere nispetle çok daha gelişmiş durumdadırlar. İbn Haldûn’un umrani perspektifinden süzülen değerlendirmeleri, özellikle şeri ilimlerin tarihî gelişim süreçleri hakkında aydınlatıcı yorumlar içerir. İbn Haldûn şeri ilimleri Kur’an ve sünnetten doğrudan neşet eden ilimlerle nasların ferî olarak görülebilecek diğer ilimler olmak üzere iki kademede ele alır. Naklî ilmin “asl”ı Hz. Peygamber vasıtasıyla Allah’tan gelmekte iken insanlar/Müslümanlar “fer”i asla ilhak etmek suretiyle yeni bilgiler ve disiplinler elde edebilirler. Esasında şeri ilimler sahasında insanlığın yapabileceği de bununla sınırlıdır. Müslümanlar nasları asıl olarak kabul etmekle birlikte, tarih boyunca karşılaşılan “yeni” durumları anlamlandırıp bu durumların doğurduğu problemlerin bu asıllar doğrultusunda çözüme kavuşturulmasına imkân tanıyacak bir ilmî uğraşı içerisinde olmuşlar, böylelikle meseleleri dinî bir referans ve çözüm dairesinde hâl yoluna koymuşlardır. Asıllar ve asıllardan bu gayretlerle elde edilen fer’leri yani vaz‘i/naklî ilimleri İbn Haldûn altı grupta toplar: Kur’an ilimleri (tefsir ve kıraat), hadis ilimleri, fıkıh, fıkıh usulü, kelam ve tasavvuf. Naklî ilimlerin çeşitlenip gelişmesini sağlayan ana faaliyet alanı olan “kıyaslama”, İbn Haldûn’un düşüncesinde bu ilimler grubu ile felsefî ilimler arasındaki yöntem farkına da işaret etmektedir. İnsanın düşünme yetisi sayesinde elde ettiği ilimlerin bu sınıflaması, insanların ilimlerle elde etmek istediği gayeleri farklılaştıran şeydir aynı zamanda. Felsefi ilimlerle dünya hayatı işbirliği, dayanışma ve bir arada yaşam yoluyla kurulacak iken; naklî/vaz‘i ilimlerle de uhrevi hayata hazırlık için peygamberlerin getirdiği ilahi mesajın anlamı kavranacaktır. İnsan ilkini kurar, ikincisini ise kavrar.4 Bu kavrama sürecinde fıkıh ilmi, mükelleflerin fiillerine taalluk eden ilahi hükümlerin keşfini üstlenerek konusunu diğer naklî ilimlerden farklılaştırmıştır. Bu keşif faaliyeti, “nass-ı Kur’an ve hadîsten ve ahkâm-ı mezkûreyi bilmek için Şâri‘in nasb u ta‘yîn etmiş olduğu edille-i şer‘iyyeden me’hûz”dur. Vücûb, hürmet, nedb, kerâhet ve ibâha olmak üzere beşe ayrılan bu hükümler, delillerden istinbât ve istihrâc edildikleri ve bu sırada yoğun bir araştırma ve idrak sürecine ihtiyaç duyulduğu için bu ilme “fıkıh” denilmiştir.5

    Şeri ilimler çizgisinde şekillenmekle birlikte felsefi çizgiden de unsurlar barından Taşköprülüzâde’nin -oğlu Kemâleddin Mehmed Efendi tarafından Osmanlı Türkçesine Mevzûâtu’l-ulûm adıyla çevrilen- Miftâhu’s-saâde ve misbâhu’s-siyâde fî mevzû‘âti’l-ulûm’unda fıkıh ilmi, haricî varlığa/dış dünyaya taalluk eden ilimler arasında yer almaktadır. Taşköprülüzâde, eserini “taraf” adını verdiği iki ana bölüme ayırmış ve bu bölümleri bilgi edinme yöntemleriyle ilgili iki temel anlayışa göre şekillendirmiştir. Önce nazar yöntemiyle (tarîku’n-nazar), ardından arınma yöntemiyle (tarîku’t-tasfiye) ulaşılan bilgileri ele alan Taşköprülüzâde, yetkinliğe ancak bu iki yöntemi birleştirenlerin erişebileceği kanaatindedir. İlimleri varlık mertebeleri (merâtib-i vücûd) anlayışından ileri gelen bir bakış açısına göre sıralayan Taşköprülüzâde, varlığın yazıda, sözde, zihinde ve dış dünyada bulunuşuna göre bir gruplandırma yapar. Bu eserde ilimler yedi ana başlıkta (devha) tasnif edilmiş ve her bir başlıkta yer verilen ilimler genel bir girişin ardından alt disiplinleriyle birlikte sıralanmıştır. Bu başlıklar sırasıyla yazıya ilişkin ilimler (hat sanatı ve Arap imlası), lisan ilimleri (sarf, nahiv, belagat ve edebiyat), mantık ilimleri (mantık disiplinleri ve tartışma yöntemleri), dış dünyayı konu alan ilimler (metafizik, fizik, matematik, mekanik, tıp, coğrafya ve astronomi dâhil bütün disiplinler), amelî hikmet (ahlak, ev idaresi, siyaset), şeri ilimler (kıraat, hadis ve usulü, tefsir, kelam, fıkıh ve usulü) ve bâtın ilimleri (ibadetler, âdetler, helake götüren ahlaki kötülükler ve necata ulaştıran erdemler) şeklindedir. Bu tasnife hâkim olan bakış açısı şeri, felsefi ve tasavvufi disiplinleri bütüncül bir bilgi sistemi içinde ilişkilendirmektir. Haricî varlığa taalluk eden ilimleri nazari ve amelî ilimler diye ikiye ayıran Taşköprülüzâde, fıkha amelî ilimlerin şeri kısmında, usûl-ı fıkha ise nazari ilimleri şeri kısmında yer verir.6 Taşköprülüzâde, itikadi ilimler olarak da adlandırdığı şeri ilimlerin konularını şu nazarla ayrıştırır: a. Nakle taalluk edenler, b. Naklî bilginin anlaşılıp yorumlanmasına taalluk edenler, c. Delillere dayalı olarak inşa ve takrire taalluk edenler, d. İstinbat yoluyla hüküm elde etmeye taalluk edenler. İlk sınıf, kıraat ve hadis rivayet ilimlerine karşılık gelir; Hz. Peygamber’in bildirdikleri vahye istinat ediyorsa kıraatin, masum şahsiyetinden sadır olmuşsa hadis rivayet ilminin konusu olur. İkinci sınıf tefsir ve hadis dirayet ilimlerine karşılık gelir; Allah kelamının anlaşılıp yorumlanması ile ilgili ise tefsirin, Hz. Peygamber’in hadislerinin yorumu ile ilgili ise hadis dirayet ilminin konusu olur. Üçüncü sınıf usûlü’d-dîn ve usûlü’l-fıkh ilimlerine karşılık gelir; düşünce ve inançların nazari inşası ile ilgili ise kelamın, amellerin nazari inşası ile ilgili ise fıkıh usulünün konusu olur. Nakle dayalı delillerden hüküm istinbatını hedefleyen ve dördüncü kısımda yer alan ilim ise fıkıhtır.7

    Hükemanın Tasnifinde Fıkıh İlmi
    İslam felsefesi literatüründe ilimler tasnifini başlatan kişi olarak kabul edilen Fârâbî’nin (v. 339/950) eserleri, İslam düşüncesinde akıl-vahiy ilişkisine dair filozofların tasavvurunu yansıtan kurucu metinlerdir.8 Fârâbî, geliştirdiği nübüvvet teorisiyle dinî ilimleri pratik felsefî ilimler kapsamında görmüş ve bu düşünce filozoflarca sürdürülmüştür. Fârâbî vahyi, Meşşâî felsefenin sudur teorisine dayalı esasları doğrultusunda, akli bilginin duyulur formda ifadesi olarak açıklayan bir nübüvvet teorisini benimsemiş olduğu için ilimler tasnifinde merkeze felsefi ilimleri yerleştirmiştir. Fârâbî, varlık hakkındaki kuşatıcı ve kesin bilginin akıl yoluyla elde edilebileceğini söyler ve vahyi makulün mütehayyile gücü tarafından faal akıldan idrak edilişi olarak görür. Ona göre gerçek anlamda bilgi, ruhun dış ve iç duyuların sağladığı hazırlık sayesinde faal akıldan aldığı makullerdir. Peygamber, faal akıldan gelen feyzi mütehayyile gücünün idrak ettiği formda insanlara ulaştıran kişidir. Peygamberin tebliğ ettiği vahyi ancak hakiki bir filozof anlayabilir ve onu doğru anlamanın tek yolu felsefedeki asıllarına irca etmektir. Dinî ilimler olarak görülen disiplinlerse filozofların ve peygamberlerin olmadığı bir ortamda varlık bulur. Bu ilimler, peygamber gibi tecerrüt ve tahayyüle veya sadece tahayyüle sahip olan kimseler bulunmadığı zaman ortaya çıkan ve vahyi makul gibi algılayan insanlar tarafından üretilir. Toplumun varlığının devamı ve insanların yönetimi için işlevsel olan bu ilimler işte bu yüzden pratik felsefe içinde yer alırlar. Fıkıh ve kelamı siyaset bilimi ile irtibatlandırarak felsefi ilimlere dâhil eden Fârâbî’nin tasnifi, Platon ve Aristoteles’in felsefi tasnifine dayanmakla birlikte, dinî ilimlerin bu sisteme dâhil edilmesi çok önemli bir müdahaledir. Fârâbî, fıkıh ve kelamı meşru ve hatta siyaset teorisi bağlamında teşekkülü zorunlu iki disiplin olarak kabul eder. Ona göre bu iki ilim, siyaset ilminin ihtiva ettiği küllîlerin cüzilerini kapsarlar ve bu yüzden siyaset ilminin birer cüzü olarak pratik felsefenin altında yer alırlar. Kelam ve fıkıh âlimleri, dinin vaz’ı olan reîs-i evvelin çizmiş olduğu dinî-politik çerçeve dâhilinde faaliyette bulunan kimselerdir.

    Fârâbî’nin İhsâu’l-ulûm’daki tasnifi beş başlıktan oluşur: Dil İlimleri, Mantık İlimleri, Talimî İlimler (Matematik), Fizik ve Metafizik İlimler, Siyaset İlmi. Fârâbî, felsefi ilimlerin geleneksel tasnifini koruyarak ilimleri teorik ve pratik olarak ikiye ayırmış; metafizik, matematik ve doğa ilimlerini teorik kısma; ahlak, ev idaresi, siyaset, fıkıh ve kelamı da pratik ilimlere dâhil etmiştir. Bu tasnifte dinî ilimler felsefi ilimler altına yerleştirilmiş; pratik felsefi ilimlerden siyaset ilmi altında Kelam ve Fıkıh ilimlerine yer verilmiştir. Fârâbî’nin ismen zikrettiği dinî ilimler kelam ve fıkıhtan ibaret olup tefsir ve hadis gibi ilimleri muhtemelen hakiki disiplinler olarak görmediği için kelam ve fıkıh zımnında değerlendirmiş olmalıdır. Farâbî’nin teori ve tasnifini benimseyen İbn Sînâ da, kelam ve fıkhı pratik felsefe dâhilinde değerlendirmiştir.

    Bu tasnifte kelam ve fıkha aynı kısımda ve hatta bazen birbirlerini ifade edecek şekilde tek bir kelimeyle yer verilmesi, önemli bir husustur. Filozoflar kelamı metafizikle ilgilenen bir disiplin olarak görmedikleri ve kelamcıları cedelci kişiler olarak kabul ettikleri için bu iki ilmi aynı düzleme yerleştirirler. Onlara göre, bir peygamberin tebliğ ettiği vahyin inananlar nezdinde sürdürülmesini sağlayan disiplinler olarak kelam ve fıkıh, inançlarda ve eylemlerde dine uygunluğu sağlayan ilimlerden ibarettir. Her din ve şeriat kendi kelam ve fıkıh ilimlerini doğurur ve bu ilimler anlamlarını kendi dinlerinin inanç ve fiiller alanında kazanır. O yüzden Farâbî kelama “fıkh fi’l-ârâ” (görüşlerde/inançlarda fıkıh) ve bilindik manasıyla fıkha ise “fıkh fi’l-ef‘âl” (eylemlerde/amellerde fıkıh) der. Fıkıhla kelamın farkı şudur; fıkıhçı birtakım ilkelere dayanarak hüküm çıkarmaya çalışırken kelamcı bu ilkeleri yeni bir hüküm çıkarma gayreti gütmeksizin üstün kılma gayretindedir. Fakih, din koyucunun açıkça belirtmiş olduğu şeyleri müsellem sayar ve onları ilkeleri haline getirirken kelamcı bu ilkelerin doğruluğunu ispatlamaya çalışır.

    Farâbî’nin geliştirip İbn Sînâ’nın sürdürdüğü bu tasnif, İbnü’l-Ekfânî’nin İrşâdü’l-kâsıd ilâ esne’-mekāsıd adlı eserinde daha da sistemli bir ifadeye kavuşmuştur. İlimleri asli ilimler ve alet ilimleri olmak üzere ikiye ayıran İbnü’l-Ekfânî, mantık ve dil/edebiyat ilimlerini alet ilimleri içinde sayarken asli ilimleri de nazari ve amelî diye ikiye ayırır. Amelî ilimler ahlak, ev yönetimi ve siyasetten ibaret iken nazari ilimler fizik, matematik ve metafizik kısımlarına ayrılır. Nübüvvetin mahiyeti ve işlevini açıklamayı üstlenen nevâmîs ilmini metafiziğin alt dallarından biri olarak sayan İbnü’l-Ekfânî, dinî ilimlerin vahiyden yani nâmûstan kaynakladığını belirtir. Burada sayılan dinî ilimler kıraat, rivâyetü’l-hadis, tefsir, dirâyetü’l-hadis, usûl-i din, usûl-ı fıkıh, cedel ve fıkıhtır. Hakiki ilimler olarak felsefi ilimleri kabul eden İbnü’l-Ekfânî, dinî ilimleri şeriatı yorumlayan disiplinler olarak görür.9

    * Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi



    1. 1 İslam düşüncesinde ilimler tasnifi düşüncesinin doğuşu, temel problematikleri ve telif gelenekleri için bk. Ömer Türker, “İslam Düşüncesinde İlimler Tasnifi”, Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi, 22. Sayı, s. 533-556.
    2. 2 Ebû Tâlib el-Mekkî, Kūtu’l-kulûb fî mu‘âmeleti’l-mahbûb, I-II, thk. Âsım İbrahim el-Keyyâlî, Beyrut: Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye, 1426/2005, I, 263.
    3. 3 Beyzâvî, Tuhfetü’l-ebrâr şerhu Mesâhîhu’s-sünne, I-III, Dımaşk/Beyrut: Dârü’n-nevâdir, 1433/2012, I, 6-8.
    4. 4 İbn Haldûn’un ilim tasnifine yön veren düşünceleri ve bu tasnifin belirgin hususiyetleri hakkında bk. Murteza Bedir, “İslam Düşünce Geleneğinde Naklî İlim Kavramı ve İbn Haldûn”, İslam Araştırmaları Dergisi, 2006, sayı: 15 [İbn Haldun Özel Sayısı I], s. 5-31.
    5. 5 İbn Haldûn, Tercüme-i Mukaddime-i İbn Haldûn, I-III, mütercim: Ahmet Cevdet Paşa, yayına hazırlayanlar: Yavuz Yıldırım, Sami Erdem, Halit Özkan, M. Cüneyt Kaya, İstanbul: Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, 2015, III, 66.
    6. 6 Taşköprülüzâde ve eseri hakkında değerlendirmeler için bk. İlhan Kutluer, DİA, “Miftâhu’s-saâde”, XXX, 18-19. Yine vahyî hakikatin mutlak ölçütü sayan bir diğer tasnifin sahibi olan Tehânevî, ilimleri esas itibarıyla üçe ayırmış ve dil ilimleri, şeri ilimler ve akli ilimler şeklinde bir sıralamayı takip etmiştir. Keşşâf’ın fıkıhla ilgili bölümünde sıralama usûl-ı fıkıh, fıkıh, ferâiz ve sülük ilimleri şeklindedir. Tehânevî, sülûk ilmi diye andığı tasavvufu fıkhın bir uzanımı olarak takdim etmek suretiyle, Ebû Hanîfe’nin tanımındaki bütüncül dinî bilgi anlayışını sürdürmek ve de fıkhi bilginin her zaman vurgulanan amelle ilişkili yönünü öne çıkarmak istemiş olmalıdır. Böylelikle o da Taşköprülüzâde gibi teorik bilgi elde etme süreçleriyle amele dayalı arınma yoluyla bilgi elde etme süreçlerini bir arada sunmuştur. Bk. Keşşâfu ıstılâhâti’l-ulûm ve’l-funûn, I-II, ed. Refik el-Acem, Beyrut: Mektebetü Lübnan, 1996, I, 37-43.
    7. 7 Taşköprülüzâde, Miftâhu’s-saâde ve misbâhu’s-siyâde fî mevzû‘âti’l-ulûm, I-III, Beyrut: Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye, 1405/1985, II, 5. Diğer tasniflerde fıkıh ve usûl-ı fıkıh ilimlerinin yeri için bk. Murat Şimşek, “İlimler Tasnifi Açısından Fıkıh ve Usulü”, Bakü Devlet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin İlmi Mecmuası, 2013, sayı: 19, s. 68.
    8. 8 Bazı araştırmacılar İslam düşünce tarihinde ilimler tasnifini başlatan eser olarak Câbir b. Hayyân’a (v. 200/815) nispet edilen Kitabu’l-Hudûd’u zikrederler. Ancak bu eserin muhtevası itibarıyla Câbir b. Hayyân’a nispetinin isabetli olmadığı belirtilmektedir. Fârâbî öncesinde yaşamış bir diğer isim olan Kindî’nin (v. 252/866) Kitâbu aksâmi’l-ilmi’l-insî ve Kütübü Aristoteles ve ma yuhtâcu ileyhi fi tahsîli’l-felsefe adlı eserlerinin de kapsamlı bir ilimler tasnifi sunmadığını düşünen Türker, gerçek anlamda ilimler tasnifi sunan ilk eser olarak İhsâu’l-ulûm’u kabul eder. Bk. “İslam Düşüncesine İlimler Tasnifi”, s. 540-541.
    9. 9 Filozofların geliştirdiği ilim tasnifleri hakkında bk. Selime Çınar, Fârâbî’den Taşköprîzâde’ye: İslam Medeniyetinde İlimler Tasnifinin Gelişimi (yüksek lisans tezi, 2014), Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Medeniyetler İttifakı Enstitüsü, s. 12-37.