İNSAN MAYMUN OLMAK ZORUNDA MI? İNSANIN KENDİ KENDİNİ SINIFLANDIRMA SORUNU

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • İnsan Nasıl Maymundan Türetiliyor?
    Oxford İngilizce Sözlükleri “insanı” şu üç yolda tanımlıyor: 1) İnsanı Tanrı’dan, hayvandan ve makineden ne ayırt eder? 2) İnsanın davranışı ne zaman gerçekten arzu edilen bir davranış sayılabilir? 3) Kim homo cinsinin bir üyesi olarak görülebilir? Bunlar gerçekten farklı tanımlardır. İlk tanımın muazzam bir kavramsal açıklığı vardır, ancak bu açıklık kavramsal alanla sınırlıdır. Bu tanımı pratik alanda da işletmek zalimce olacaktır. İkinci tanım hem kuramsal hem de pratik açıdan açık değildir. Ancak bu tanım bir yandan da “insanın” asli anlamından, yani oldukça kapsamlı bir yetiştirme ve eğitimi gerektiren kural koyucu bazı tasarıların -ki onlardan birine bugün “beşerî bilimler” diyoruz- neticesinden istifade eder. Üçüncü tanım ise en yakın tarihli tanımdır, zira insanın bazı önemli yönlerden maymuna benzediği -ondan türemesi bir yana- fikri şunun şurasında 18. yüzyılın ortalarındaki Avrupa Aydınlanmasına tarihlenir. Türümüzü ilk defa Homo Sapiens diye adlandıran İsveçli taksonomist Carolus Linnaeus’tur.

    Üçüncü tanım üzerinde durmaya değer. Çünkü o, evrimcilerle yaratımı savunanlar arasındaki günümüz tartışmaları için ortak bir zemin olarak etkili biçimde iş görüyor, aksi takdirde bu iki görüş insan doğasına dair uç kutuplarda yer alıyormuş gibi görünürdü. Evrimciler insanın tam anlamıyla mutasyona uğramış maymunlar; yani diğer maymun türlerinden farklılıklarını uzun süre genişletme imkânı bulan binlerce kuşak boyunca kendilerine elverişli çevre koşulları bulabilmiş maymunlar olduğuna inanıyorlar. Buna karşın yaratımı savunanlar bu evrim hikâyesinin daha ne kadar karmaşık hâle getirilirse getirilsin her hâlükârda insanın ayırt edici özelliğini açıklayamadığına inanıyorlar. Ancak yine de bizzat yaratımı savunanlar insanlığın “katma değerini” Tanrı’nın maymun benzeri bazı mahluklara “ruh” veya “tin” zerk etmesi aracılığıyla anlamaya eğilimlidirler. Linnaeus’un Homo Sapiens kavramını ortaya attığı başlangıçtaki durum tam olarak böyleydi. Evrimciler söz konusu kavramı Darwin’in önde gelen çağdaş rakibinin, Alfred Russel Wallace’ın izniyle devralmışlardı. Aslında Wallace doğal işleyişe yönelik tanrısal müdahalenin üç uğrağı olduğunu öne sürer; cansızlıktan canlılığa doğru, bitkisel candan hayvansal cana doğru ve nihayet maymun canlılığından insani canlılığa doğru gerçekleşen dönüşümler.

    Kısacası evrimcilerle yaratımı savunanlar bugünlerde maymunların insanın inşa edileceği temel katmanı temsil ettiği görüşünde ortaktır. Anlaşamadıkları nokta anılan dönüşümün faili meselesindedir; yani bu, doğal seçimin kör işleyişinin mi yoksa yaratıcı Tanrı’nın şartlara uygun kararının mı sonucudur? Tartışmalı arazinin böylesine küçük oluşu evrimcilerin yaratımı savunan muhalifleriyle tartışarak, onları ne ölçüde ikna edebileceklerini gösteriyor. İlginçtir ki samimi bir Hıristiyan ve yaratım savunucusu olan Linnaesus bizzat bu durumun sorumlusudur. O, insanlarla maymunların hem dış görünüş hem de bâtıni organlar bakımından öylesine benzediklerini düşünüyordu ki yalnızca maddi olmayan bir ruhun Tanrı tarafından bedene zerk edilmesi bu iki varlık arasındaki farkı doğurabilirdi. Kutsal Kitap’ın etkisiyle bu benzerlikleri maymunların “cezalandırılarak yozlaşmış” insanlar, yani Adem’in Aden Cennetinden kovulmasının hemen ardından ortaya çıkan “düşmüş” yaratıklar olduklarını haber veren noktalar olarak yorumlamak gayet doğaldır. Buna göre, insanlar az veya çok maymun benzeri nitelikler göstermeyi sürdürdükleri sürece kendi “düşmüş” yapılarını da sergiliyorlardır.

    Fosil belgeleriyle de ellerini güçlendirmiş evrimciler insanları, maymunların doğa tarihi boyunca insanlardan sonra değil önce geldiklerine ikna ediyorlar. Öte yandan Linnaeus’un çağında bile, yani Jean-Baptiste Lamark’ın ilk biyolojik evrim kuramını ortaya atmasından yarım asır önce, maymunlarla insanlar arasındaki fiziksel benzerlikler insanların aklını çeliyordu. Hem dindar hem de seküler düşünürler insanın maymundan ayırt edilmesini sağlayacak ampirik ölçütü elde etmek için çaba gösterdiler; maymun benzeri şu mahlukların ruhları olduğu nasıl söylenebilirdi ki? Aydınlanmanın kusurlu duruşu diğer birçok meselede olduğu gibi burada da Hıristiyan yaklaşımının seküler hâle getirilmesinden ibaretti. Dinsizleri Kutsal Kitap’ı anlamalarını sağlayarak hidayete erdirmeyi denemek yerine bu kişiler maymunlarla, insanlar tarafından eğitilebilmelerini sağlayacak türden bir iletişimin mümkün olup olmadığını görmek istediler. Eğitim böylece türler arası kitle iletişiminin bir aracı olarak görülmeye başladı. Bu, primatolojide ampirik bir proje olarak hâlâ varlığını sürdürmektedir; son dönemde, 20. yüzyılın ikinci yarısının en meşhur dil bilimcisi Noam Chomsky’den sonra, onun onuruna “Nim Chimpsky” adı verilen insan benzeri maymun özne projesi de buna dâhildir.

    İnsan Soyu Maymunlara Çıkartılabilir Mi Ya Da Oradan İndirilebilir Mi?
    Kuşkusuz, Aydınlanma döneminde Jean-Jacques Rousseau gibi bazı düşünürler, insanların dili temel olarak özel ilişkiler yaratmak ve böylece aralıksız süren çatışmaya bir dur demek için kullandığını söyleyerek bu düşünce çizgisine taş çıkaracak şeyler söylemişlerdi. Bu bağlamda eğer dil insanın alameti farikasıysa insanın dili kullanması da onun “düşmüş” konumunun alametidir. Bu noktada, Rousseau’nun şu az konuşan “asil yabani” tipinin, orangutanın kendine has doğasından örnek alınarak ortaya konduğunu hatırlatmakta yarar var. Yine, Marx’ın erken dönem kavramı olan ve modern insanın günün birinde dönebileceği umulan “yitirilmiş bir ütopya olarak ilkel komünizm” anlayışı da kuşkusuz Rousseau’nun “aşırı iletişim ve haddinden fazla ticari ilişkinin insanı kendi kendine yabancılaştıran etkisinden azade olan insani saflık” görüşüne fazlasıyla borçludur.

    Her şeye rağmen Aydınlanmanın daha ana akım sayılabilecek iddiası, yani aksi değil de maymunların bir gün insan olabileceği fikri daha uzun süre hüküm sürmüştür. Burada Lamarck’ın asli evrim kuramı hayati bir rol oynar, çünkü bu yaklaşım tüm canlılık biçimlerinin en güçlü anlamda kendini geliştirebilmesi iddiasına dayanıyordu. Bu görüşe göre maymunlar insan olmaya can atarlar, ancak doğal ortamları onları bundan alıkoyar. Böylece Batı modernizminin sancaktarı hâline gelecek, 18. yüzyılın ilerlemeci ideolojileri doğmuştur.

    Bu gidişatta en çarpıcı nokta maymunlara yönelik ilginin insanı tanımlamada ne ölçüde iş gördüğüdür. Oysa Batı’nın ilkellere yönelik ilgisi yalnızca erken modern döneme, yani Avrupa’nın dünya çapında kolonyal yayılım hevesinin başlangıcına tarihlenir. Batılı ufukta maymunlar, henüz Afrika’ya, Güney ve Doğu Asya’ya, Latin Amerika’ya yapılan düzenli yolcuklardan evvel kenarda kalmış yaratıklardı. Örneğin hayvan hikâyelerine dayanan Ezop masallarında yalnızca tek bir maymun tipi bulunur ve Kutsal Kitap’ta maymunlar yoktur. Kur’an’da bile maymunlar çok kısa ve o da aşağılayıcı bir bağlamda görünürler. Üstelik hayvanlara büyük itibar atfeden Antik ve Orta Çağ düşünürleri bile maymunlara özel bir ilgi göstermemişlerdir. Maymunlarla insanlar arasındaki muazzam fiziksel benzerlik ancak Batılıların birçok farklı insan türlerini ve birçok farklı maymun türlerini fark etmeye başladıktan sonra anılır olmuştur. Bu teveccühün içeriği büyük ölçüde fetih ve sömürüye dayanıyorsa o hâlde asırlardır türler hakkındaki eğilimin kaymasında ve yargıların karartılmasında şaşılacak bir şey yok.

    Gerçekte bizzat Darwin H.M.S. Beagle gemisinde görevli olduğu sırada, içinde “ilkel” olanların da dâhil olduğu farklı insani yaşam alanlarını görmek durumunda kaldığında içindeki içgüdüsel kölelik karşıtlığını anlamaya çalışırken insanın asli soyunu yüceltmek durumunda kalmıştı. Hiç şüphe yok ki hayvan hakları koruyucuları en büyük retorik -ve haklı- başarılarını maymunların içler acısı durumlarını kölelerin içler acısı durumuyla karşılaştırarak gösterirken elde etmişlerdir. Tartışmasız, özel olarak beslenmek için yetiştirilen sığır, domuz ve tavuk gibi evcil hayvanlar da her zaman değilse bile sıkça tıpkı maymunların maruz kaldığı gibi insan zalimliğine maruz kalıyorlar. Burada ima edilen ironinin -yani hayvan hakları hareketi maymunları kayırıyor, çünkü hayvanlara hâlâ insan merkezli bir yaklaşımla yaklaşıyor- üzerinde daha fazla durmak istemiyorum, ama hayvan hakları savunucularının tartışmayı sürdürdüğü ve kabul ettiği konum burasıdır. Ancak Oxford İngilizce Sözlüklerindeki ilk iki tanımın önerdiği gibi, maymunlarla olan muazzam fiziksel benzerliğimizi keşfetmemizden çok önceleri de bir insan kavrayışımız vardı. Şimdi bunun ne anlama geldiğine dönmek istiyorum tekrar.

    İnsanlar Maymundan Gelmiyor Mu?
    İbrahimî dinlerde insanın tanrısal yaratımda ayrıcalıklı bir konumda olması meselesinde genel olarak uyuşma söz konusudur. Bu durum, Aziz Augustinus’un bizim “Tanrı’nın suretinde ve O’na benzer şekilde” yaratıldığımızı iddia eden Yaratılış/Genesis Kitabı’na dair keskin yorumunu izleyen Hıristiyanlar arasında bile ortakça kabul edilmiştir. Öte yandan burada, gelişkin maymunlarla fiziksel benzerliğimizin bu bağlamla ilgili olduğunu düşünmek için hiçbir neden yoktur. Hıristiyanların “Tanrı’nın Oğlu” olduğuna inandığı İsa’nın insan bir anneden doğmuş olması Tanrı’nın, insanların kendilerinden biri olarak görecekleri bir versiyonunu göndermek suretiyle insanlarla iletişim kurma girişimini yansıtır basitçe. Anılan “suret ve benzerliğin” Kutsal Kitap’a uygun anlamı insanda Tanrı gibi mükemmel bir bilme, yaratım ve sevme yeteneği olmasa da insan türünün eşsizliğiyle ilgilidir. Maymunların insanlarla fiziksel benzerliklerinden dolayı anılan yeteneklere büyük olasılıkla sahip hayvanlar olduğu düşüncesi salt teolojik olan bakış açısından yalnızca çok az kafircedir.

    Yukarıda değindiğimiz gibi, insanın dış görünüş bakımından maymunla çarpıcı benzerliği olgusu Lamarck’ın “evrim” ve “biyoloji” kavramlarını tedavüle sokmasından sonra 50 yıldan daha kısa bir sürede -ve hiç kuşkusuz Darwin’in kuramından yaklaşık bir asır önce- metafizik bir anlam kazanmıştır. İnsan soyunun maymundan “çıkartılması” (Lamarck) veya oraya “indirilmesi” (Darwin) yaklaşımlarındaki sorunlar doğrudan insan köleliği ve kökensel ayrımcılık meseleleriyle bağlantılıdır ki bu meseleler de günümüze kadar taşınmış ve daha genel olarak hayvan refahı meseleleriyle ilişkili olacak denli genişletilmiştir. Beri yandan biyologların bugün “modern evrimci sentez” veya “yeni-Darwincilik” adını verdiği yaklaşımların tarihi 1930’lara dayanır ve bu yaklaşımlar, Darwin’in çağında henüz yeterince açık olmayan, yaşamın genetik tertibi anlayışı ve tarihin işleyiş yörüngesiyle alakalı gelişmeleri yansıtırlar. Böylece neticede insanın maymunla benzerliğine asli olarak yüklenen geniş anlam daha bulanık hâle gelir. Bir yandan, hayvan ve bitkileri de kapsayacak şekilde tüm canlı türleri arasındaki genetik örtüşme derecesi onlar arasındaki geniş dış görüş farklılıklarından daha önemlidir. Öte yandan, insanın radikal rastlantısallık sonucu Homo cinsinden evrilerek insan olduğu fikri stratejik bir mevziye -Richard Dawkins’in akılda kalıcı ifadesiyle “[her türe] yayılmış fenotip”e- bağlıdır.

    Elbette 20. yüzyılın erken dönemindeki “felsefi antropoloji” çevresi insanın ayırt edici özelliklerini maymunlardakine benzer donanımlarımızın geçirdiği dönüşümlere bağlamaya çalışmıştı. Dolayısıyla bu bağlamda özellikle iki ayak üzerinde dik duruşumuz, başparmağımızın işlevselliği ve en çok da ön beynimizin genişliğine dikkat ediliyordu. Beyin gerçekten de insan bedeninin hâlâ en ilgi çekici, ama aynı zamanda en gizemli özelliğidir. Günümüzde insan beyni şempanzeninkinden nerdeyse dört kat daha büyüktür ve bedendeki enerjinin 1/5’ini kullanır. Bu da insan bedenini düşünme yetkinliği bakımından en güçlü bilgisayardan hâlâ çok daha etkili kılar; her ne kadar beyin yanılgıya ondan daha açık olsa da.

    Bilgisayarın bir dizi, özel zihinsel görevleri insandan çok daha etkili ve kesinlik içeren şekilde yerine getirme yeteneği varmış gibi bir izlenime kolayca kapılırsak bu noktayı ıskalamış oluruz. Zira insan bedeni bu türden özel işlerden çokçasını tek bir anda ve düzenli bir şekilde yerine getirir ki bunlardan birçoğunun yerine getirildiği dışarıdan görece çok az belli olur. Geçenlerde, insan beyni taklit edilerek, bir sinir sistemine sahip olarak programlanmış özel bir bilgisayar insan beyninin %2’sinin bir dakikada yaptığı işi ancak dört dakikada yapabilmişti. Bu durum, yapay zekânın neyle karşı karşıya olduğunun anlaşılması için iyi bir ölçüt sunuyor.

    Evrensel Bir Beyin Olarak İnsan
    İnsan beyninin eşsizliği hakkındaki bu büyüleyici örnekleri ne kadar çok keşfedersek şu maymun atalarımız, insanın ne anlama geldiğini tanımlamada kullanılmak için o denli elverişsiz olur. Bunun yerine beynin artarak çeşitlenen yollarda yapılandırılmış -veya “programlanmış”- hâle gelmesine, böylesi gelişmesine olanak tanıyan insan merkezli ortamın özelliklerine odaklanmalıyız. Dawkins’in “[her türe] yayılmış fenotip” kavramını yürürlüğe sokmasından nerdeyse bir asır önce biyologlar hikâye eden, aktaran ve geliştiren kolektif zekânın yardımıyla aynı türün hatta farklı türün üyelerinin iş birliğini kolaylaştıran “süper organik” bir alan hakkında zaten konuşuyorlardı. Bu günlerde “[her türe] yayılmış zihin”den söz etmek oldukça moda, ancak eşit şekilde yazının icadından akıllı telefona kadar bilgi teknolojisi hakkında da insanlığın serpildiği “ikinci bir doğa” olarak konuşabiliyoruz.

    Kendisine özgü biyo-kimyasal bileşimi ve görece esnek yapısıyla beyin görünüşe göre bizi insan yapmaya tek başına yetecek bir organdır. 1970’lerde Harvardlı filozof Hilary Putnam meşhur düşünce deneyini, bizi “fıçıdaki beyinler” olarak varsayan deneyini sundu. Bu hâlâ ilgi uyandırıcıdır, çünkü sezgisel olarak geçmişteki maymun bedenlerimizde beyin dışındaki tüm organların beynin düşünme sürecinde yalnızca sanal bir varlıkları olabileceğini hayal edebiliyoruz. Bu durum ise önceki felsefi uğraşların, iki ayak üzerinde duruşumuz ve işlevsel başparmağımıza yönelik ilginin insanı maymunlardan ayıran ölçüt bahsinde neden büyük ölçüde kaybolduğunu açıklıyor. Ancak filozoflar beynin eşsiz bir üretimi olarak “bilinç” veya “zekâ” meselesiyle uğraşmayı sürdürüyorlar. Beyin en azından ilkesel açıdan öylesine eşsizdir ki dünyanın geri kalanını kendi sanal tasarımı olarak gösterebilir.

    Bugünkü insanlık algımız giderek geçmişteki maymun benzerliği algısından uzaklaştığı için diğer türlerin şu maymun kuzenlerimizinki kadar veya onlardan daha yüksek bir zekâ seviyesinde olabileceği iddiasını akılda tutmak kolaylaşıyor. Dolayısıyla biyolojide “ortak zihin” veya “dağıtılmış zekâ” olarak adlandırılan şeyin varlığı hakkında; “beynin” herhangi bir türün herhangi bir üyesinde bulunabilecek münferit bir organ olduğunu varsaymayan düşünceler hakkında tartışmalar giderek artıyor. Metafizikçiler uzun süredir bu şekilde “pan-psişik” bir yaşam anlayışından söz ediyorlar. Bu yaşam kavrayışı görünüşe göre bir noktada, yerleşmek için ilk bakışta daha zeki bir yer olarak dünyayı temsil eden insana daha konuksever bir doğal ortam sağlamış. Ancak bu kavrayış insana bir de, zekâ sahibi diğer tüm türler arasında bu ayrıcalıklı konumu atfederek ağırca bir yük yüklemiş.

    Sonuç olarak, modern evrimci sentez fikrinin Britanyalı kurucusu Julian Huxley tarafından geliştirilmiş hipotezler dikkate almaya değer. Darwin’in en meşhur savunucularından T. H. Huxley’in torunu Julian Huxley 20. yüzyılın ortasında, yani tam da İkinci Dünya Savaşı vahşetinin insanın maymun benzeri atalarından asla kurtulamayacağını ısrarla hatırlattığı bir dönemde insani eşsizliği tanımlamakla uğraşıyordu. O, tüm canlı biçimlerinin evrim yasasına boyun eğerken yalnızca insanın neye boyun eğdiğini bildiğini iddia ediyordu ki bu bilgi de insana evrim sürecini yönlendirme şansı -hatta belki de yükümlülüğü- verir.

    Huxley kendine “evrimci hümanist” diyordu, ona göre Homo Sapiensin ortaya çıkışı tüm yaşamın denetleneceği bir yönetim merkezinin, Huxley’in bazen evrensel bir beyne benzettiği fenomenin ortaya çıkışına işaret ediyordu. Bu bağlamda o, “trans-hümanizm” kavramını tedavüle soktu. Söz konusu kavram son yirmi yılda, insani durumdaki tüm fiziksel kısıtlamaların fiilen üstesinden gelmeye adanmış fütürist bir hareket olarak oldukça yaygınlaştı. Ancak Huxley’in düşünce çizgisinin bir başka ve kesinlikle daha ikircikli olan mirası da ekologların bugün “insan çağı (anthropocene)” diye adlandırdıkları şeydir. Bu kavram şunu iddia eder; sanayi devriminden beri insanın yeryüzüne darbesi o denli muazzamdır ki başta gelen sorumluluğumuz artık böylesi bir yaşamın sürdürülüp sürdürülmemesi meselesidir. “Tanrı’nın suretinde ve O’na benzer yaratıldığımız”a vurgu yaparken Aziz Augustinus’un aklında herhâlde böyle bir şey yoktu; ama bugün insanı eşsiz kılanın ne olduğu tanımlanırken akıllarda olan tam da budur.

    *Prof. Dr., Warwick Üniversitesi Toplumsal Epistemoloji bölümünde Aguste Comte Kürsüsü’nde çalışmaktadır.