KARŞILAŞMALAR: EVLİYA ÇELEBİ ÖTEKİLERİN DİYARINDA
Ömrünün son günlerini Kahire’de geçirdiği düşünülen ve 17. asrın sonunda vefat eden Evliya Çelebi, “hayr duâlar ile yâd edilme”yi dileyip eserine son noktayı koyduğu anda ardında dünyada eşi benzeri olmayan bir eser bırakmış oldu: Seyahatnâme ya da yazarının kendi deyişiyle Târih-i Seyyâh. Seyahatnâme başlığının yaygınlığı kitabın orijinal adını gölgede bıraksa da, Târih-i Seyyâh, yani “gezginin tarihi” adlandırması eserin içeriğini çok daha iyi yansıtıyor görüşündeyim. Çünkü Seyahatnâme’nin içeriği yalnızca Evliya Çelebi’nin gezip gördüğü yerleri anlatmasından ya da o bölgelerle ilgili mimari, tarihî ve coğrafi bilgiler vermesinden ibaret değil. Evliya’nın alamet-i farikası ve büyüleyiciliği aslında onun yediğiyle içtiğiyle, konuştuğuyla anlattığıyla, giyindiğiyle kuşandığıyla, inandığıyla inanmadığıyla insanı anlatması, onu ete kemiğe büründürmesidir. Sultanlardan paşalardan İstanbul’un meczuplarına, Trabzonlu balıkçıların nasıl hamsi yakaladığından Kağıthane’de ölülerini yakan Hindu dervişlere, Afrika’daki kabilelerin gündelik yaşamlarından Avrupalıların âdetlerine kadar uçsuz bucaksız bir insanlık panoraması…
Bu bağlamda “ben” ve “öteki” Seyahatnâme’nin merkezinde yer alan iki ana kavram olarak karşımıza çıkıyor, ki Evliya’nın farklı kültürlerden envaiçeşit insanı tanıma fırsatı yakaladığını da göz önüne alırsak bu merkezin çapının epey geniş olduğunu söyleyebiliriz.
Seyahatnâme’nin 10 cilt, 6500 daktilo sayfasından oluşan hacmi de bu yargıyı niceliksel olarak destekler. Çünkü Evliya Çelebi 17. yüzyıl dünyasının bildiğim kadarıyla en geniş kişisel kaydını tutmuştur. Okuyucu bunu şöyle hayal edebilir: elimizde bir pergel var ve bu pergelin merkezi Evliya’nın doğduğu şehir olan İstanbul’a yerleştirilmiş; pergelin sabit olmayan ayağı ise yazarın gezdiği yerleri kapsayacak şekilde bir daire çiziyor: kuzeyde Kırım, Ukrayna, Kafkasya, batıda Avusturya, Yunanistan, Macaristan, doğuda İran, Arabistan, güneyde ise Mısır’a kadar uzanan devasa bir alan bu. Dolayısıyla Seyahatnâme derken başta İstanbul ve Anadolu şehirleri olmak üzere, Kefe, Astrahan, Kamaniçe, Viyana, Belgrad, Atina, Selanik, Bakü, Bağdat, Tebriz, Hemedan, Basra, Kudüs, Mekke, Medine ve Kahire gibi birçok menzilden oluşan ve yaklaşık yarım asır eyer üstünde süren bir seyahatin kaleme alınmasından bahsediyoruz. Bundan dolayı Evliya Çelebi’nin doğup büyüdüğü şehirden uzakta geçen ömrü göz önüne alındığında, Donnersmarck’ın meşhur filminden mülhem, “başkalarının hayatları,” Seyahatnâme’nin özünü oluşturan bileşenlerden biri olarak dikkati çeker. Bu sebeple ben de bu yazıda “öteki”nin Evliya’nın gözünden nasıl göründüğünü yazarın Beç, yani Viyana ziyareti üzerinden ele alacağım.
8 Haziran 1665: Evliya Viyana’ya Adım Atıyor
1665 yılının 8 Haziran günü Viyana ahalisi kale kapısı civarındaki sokakları, dükkanları, altı yedi katlı binaların balkonlarını, damlarını ve çatılarını doldurmuş merak içinde Kara Mehmed Paşa önderliğinde az sonra şehirlerine girecek olan Osmanlı heyetini bekliyordu. Bir süre sonra yedi kat mehter takımının geçtiği fasıllar eşliğinde yüzlerce kişilik elçilik heyeti tüm şaşaasıyla Viyana’ya girdi: en önde meşaleciler, ellerinde meşale saplarına sarılmış rengarenk kumaşlar, meşale boğazlarına bağlanmış yağlıklar ve meşale içlerine konan sümbüller, güller, erguvanlarla şehre gösterişli bir giriş yaparken, onları baştan aşağı zırhlı, kaplan postu giymiş, kartal kanatları kuşanmış at üstünde birbirlerine topuzlar atıp tutan, bağdaş kuran, atlarının karnı altından girip diğer taraftan çıkan süvariler takip ediyordu. Akabinde çavuşlar, ellerinde sancaklar, bayraklar ve tuğlar taşıyan piyade takımını, “Allahu ekber!” nidasıyla yer yer de “ikişer ikişer ağalar!” diye bağırarak düzen içinde tutup ilerlerken, çift yağlı meşin tuman giymiş pehlivanlar ile gürzbazlar, okçular ve matrakçılar alayı türlü hüner sergileyerek geçiyordu. Arkalara doğru ağır ağır padişah ahırından imparatora gönderilen baştan aşağı süslenmiş on iki küheylan yine padişah tarafından gönderilen kıymetli mücevherât ve hediyelerle taşınırken, Evliya Çelebi de bu insan deryası içinde paşanın yakın maiyetiyle birlikte Viyana’ya, “öteki”nin evine adım atmıştı.
Geçit alayını takiben Osmanlılar şehirde sokak sokak, yine Evliya’nın sözleriyle mehterhâne “kütür kütür çalarak” ve “güm güm öterek” gezdirilir, böylece tüm Viyana ahalisi Osmanlıları görmüş, duymuş olur.
Evliya’nın Viyana’da tam olarak ne kadar kaldığı bilinmiyor. Tahminler onun en az yirmi gün ile iki buçuk aylık bir süre boyunca orada kaldığı yönünde. Ancak kesin olan bir şey varsa o da Evliya’nın elçilik heyetinden evvel şehri terk ettiğidir. Çünkü kendisi heyetin uzun bir süre burada kalacağını öğrenince, “[burada] bir buçuk yıl nice mahpûs gibi durulur” diyerek oradan ayrılmıştır.
Evvela bu şehr-i Beç içre…
Elbette Viyana o günlerde şimdikinden çok farklıydı. Günümüzde 1. Viyana’yı çevreleyen Ringstraße’nin çevresi o zamanlar bugünkü gibi üniversite binaları, opera, tiyatro, café ve müzelerle değil Evliya’nın da anlattığı üzere surlar, hendekler, kazıklı metrisler ve top tabyalarıyla çevriliydi. Surların ardında ise Viyana’daki gündelik hayattan sahneler Evliya’nın kalemine yansımıştı:
“Ve kale içi sokaklarının hepsi sanki satranç tahtası gibi düzenlenmiş sokaklardır. Cümlesi pâk u pakize kaldırım döşelidir ki bu şehre attan gayri bir hayvanat giremez. Eğer at girip pislerse hemen ardından dükkan ve hane sahiplerinin hizmetçileri at pisliklerini silip süpürürler. Eğer yağmur yağarsa cümle hane sahipleri ve dükkanlardan oğlanlar ile kadınlar çıkıp sokakları öyle pâk ve pakize ve parlak süpürürler ki, bal dökülse yalanır.”(97)1
Viyana’ya diplomatik amaçla gelen Osmanlı heyetinin önderi Kara Mehmed Paşa, bu ziyaretten 18 yıl sonra bu sefer şehri alma niyetiyle Kara Mustafa Paşa’nın komutasında Viyana’ya gelecek, buradan eli boş döndükten kısa süre sonra Budin kuşatmasında yaşamını kaybedecekti.
Evliya işte böyle bir dönemde, ikinci kuşatmanın şafağında zihni 1529’daki ilk kuşatmaya dair kolektif hafızada yer alan hikâyeler, rivayetler ve hatıralarla dolu olarak Viyana’ya geldi. Zaten bu yüzden metnin bazı yerlerinde şehrin “İslam eline girmesi” yönünde temenniler görüyoruz. Nihayetinde Viyana o yıllarda Osmanlı’nın kızıl elmasıydı. Bu sebeple Evliya’nın Viyana’yı tamamen dostane gözlerle görmesini beklemek naiflik olur, ki 17. yüzyılın dünyası bu bakımdan günümüz modern dünyasının -sözde de olsa- “dünya barışı”, “eşitlik” gibi kavramlarından da uzaktı. Yine de Evliya Çelebi’nin temennileri onun gözlerini kör edecek kadar kuvvetli değildi. Bunu yine onun yazdıklarından anlıyoruz.
Viyana’nın konumu, büyüklüğü, surların kaç adım geldiği, sur kapıları, varoşları, zanaatkârları, hamamları, çeşmeleri, heykelleri, bahçeleri, şehirdeki önemli binalar, pazar yerleri, darphane, saray ve yakın çevreye yapılan bazı geziler Evliya Çelebi’nin Viyana anlatısının kaba hatlarını oluşturur. Tabii tüm bu mekânlar anlatılırken insanlar başroldedir. Viyanalılar nasıl konuşur, nasıl dua eder, yemekleri nasıl tadar, imparatorun hâli tavrı nasıldır, saray protokolü nasıl işler, doktorlar hastaları nasıl tedavi eder, kadınlarının ve erkeklerinin kılık kıyafeti, hâli tavrı nasıldır, sur diplerindeki fakir fukara geçimini nasıl sağlar ve daha nice sorunun cevabını verir Evliya.
Evliya Çelebi’nin Viyana anlatısı yazarın görüp yaşadıklarını yansıtırken, bu düşüncelerde sık sık Doğu ile Batı arasındaki farklılıkları da okuruz. Bu bağlamda Batı ve Doğu kültür dairelerinin ciddi farklılık arz ettiği yerlerden biri olarak kadınlar Evliya Çelebi’nin Viyana anlatısında önemli bir yere sahiptir denilebilir. Kadınların erkeklerle rahatça konuşması, onlarla oturup kalkması, bir farklılık olarak Evliya Çelebi’nin kalemine yansımıştı:
“[Buranın] erkekleri ve kadınları birbirlerinden kaçmayıp bizim Osmânlılarla kadınları bir yerde oturup yeyip içtikte kocaları bir şey demeyip kapıdan dışarı gider, ayıp değildir, zîrâ bu kâfiristânın cümlesinde hüküm kadınındır. Tâ Meryem Ana’dan beri böyle bir kötü âdetleri olagelmişdir.” (89) 2 Benzer şekilde imparatorun yolda gördüğü kadınlara yol vermesi ve onları şapkasını çıkartıp selamlaması da “garâ’ib ve acîb” bir şey olarak Evliya’yı şaşırtacak ve ona “Garîb temâşâdır. Bu diyarda ve gayri kâfiristânda söz kadının olup Meryem Ana aşkına kadına saygı gösterip hürmet ederler” (124) dedirtecekti. Benzer şekilde Kara Mehmed Paşa törenle şehre girmeden önce imparator I. Leopold’ün kendisine gönderdiği süslü at arabasını da “Bizim İslambol’da böyle arabalara kadınlar biner, bize lazım değildir” diyerek reddetmesi de buna paralel düşünülebilir. Çünkü o yılların İstanbul’unda kadınların araba ile seyahat etmesi yabancı gözlerce görülmemesi için alınan bir tedbirdi. Tabii Viyana tarafında da kadınlar açısından her şey sorunsuz değildi. Modernite öncesi çoğu toplumda olduğu gibi Avrupa’da da kadının toplum içindeki konumu o dönemlerde erkeğe göre epeyce gerideydi. Örneğin Kara Mehmed Paşa’nın Viyana’yı ziyareti sırasında Osmanlı heyeti zina suçuyla halka açık olarak canlı canlı yakılacak bir kadının idamını izlemek üzere davet edilmiş, Evliya Çelebi gördüklerini dehşet içinde kaleme almıştı.
Frenk Resmi
Evliya Çelebi’nin Viyana anlatısında, onun İstifani Kenîsesi dediği, Aziz Stephan Katedrali (Stephansdom) Doğu-Batı karşılaştırması açısından önemli bir yere sahiptir. Kilisenin “göğe ser çekmiş” kuleleri, yeşim taşından direkleri, parlak haçları, renkli çatısı ve süslü duvarlarından çok Evliya’nın dikkatini kilise kütüphanesi ile kilisedeki resimler ve heykeller çeker:
“Herhangi bir diyarda böyle kitap seven cemiyet yoktur. İlla ki Mısır’da Sultan Berkuk ve Sultan Ferec camiinde ve İslambol’da [İstanbul] Ebu’l-Feth camiinde ve Süleymaniye’de ve Bayezid-i Veli ve Yenicami’de de sayısını Allahu Rabbü’l-âlemîn bilir çok kitap vardır; ama bu Beç’te İstifan Manastırı’nda kitap daha çoktur. Zira her lisanın kâfir hattı ile resimlenmiş kitapları, ansiklopedileri, Atlas ve Minor ve Coğrafya ve Papamonta [Mappamundi] isimli kitapları gayet çoktur; amma bizde “sûret haramdır” deyü bu tasvirli kitaplar yoktur. Onun için Beç Manastırı’nda kitap çoktur. Hele bu hakir, başpapazın izniyle bu kütüphaneye girip gördüğümde hayret içinde kalıp misk ve amber kokusu zihnimi doldurdu. Şimdi azizim uzun lafın kısası şudur ki, “kâfir kâfirliğince kelâmullahdır” deyü tüm kitapları haftada bir kere silip süpürüp yetmiş seksen kadar hizmetçileri var, ama bizim Mısır İskenderiyyesi’nde Câmi’u’l-attârîn derler, bir büyük cami vardır, bu kadar yüz dükkanı ve hanı ve hamamı ve mahzenleri ve nice hayratları var iken şimdi harap ve viran durumdadır. Kütüphanesi üstüne yağan yağmurdan nice bin cilt muteber kitabı ve Yakut-ı Mustasımî ve Abdullah-ı Kırımî ve Şemsullah-ı Gamravî ve Şeyh Cuşî hatt-ı şerifleriyle çok kıymetli Kuran-ı Kerimleri çürümüştür. Cuma namazına haftada bir kere bu cami’e gelenler adı geçen Kuran-ı Kerimleri yiyen güvelerin ve kurtların ve farelerin seslerini işittiğinde ümmet-i Muhammed’den bir kişi kalkıp da “Bu kadar Kuran-ı Kerim telef oluyor, buna bir çare edelim” demez. Zira Kuran-ı Kerim’e kâfir kadar muhabbetleri yoktur. Allah o camii bu kilise gibi imar edip hizmetçileri ve hakimleri o garip cami’e merhamet nazarıyla nazar edeler!” (101)
Aziz Stephan Katedrali’ndeki kitaplara gösterilen özenin Evliya’nın dikkatinden kaçmadığı anlaşılıyor. Dahası, Osmanlı coğrafyasındaki durumu da bildiği için bundan bir öz eleştiri yapma olanağı buluyor: Ona göre -en azından bu tekil örnekte görüldüğü üzere- kitaplara gösterilen ihtimam konusunda Müslümanlar “kâfir” denilenler kadar dahi olamıyor. Evliya Çelebi Müslümanların İslam’ın kutsal kitabına bile yeterli özen göstermediğini vurgularken aslında İslam coğrafyasında kutsiyet taşımayan diğer kitapların ne durumda olabileceğini de ima ediyor.3
Resim ve heykeller konusunda ise Seyahatnâme’nin farklı yerlerinde Evliya Çelebi’nin bu konudaki ilgisi görülebilir. Küçük yaşta Avrupa resmiyle tanışan Evliya, kendi belirttiğine göre Hükmizâde Alî Beg’den “nakş” yani resim yapmayı öğrenmiştir. Seyahatnâme’nin IV. cildinde geçen bir olayda, resimli bir Şahnâme nüshasının bir Kadızadeli tarafından “sûret haram” gerekçesiyle tahrip edilmesi karşısında Evliya’nın gösterdiği tepkiden onun bu konudaki tavrına tanık oluyoruz. Evliya Çelebi, benzer şekilde eserin ilk cildinde yer alan meşhur Esnaf Alayı anlatımında da nakkaşların geçişini tasvir ederken İslam’da resim sanatının mübah sayılmasından yana tavır koyar; çünkü ona göre “ümmî” Müslümanlar İslam’ı okuyarak öğrenemez, fakat tasvirler yoluyla bunu başarabilirler.
Bu sebeplerden dolayı Seyahatnâme’de Aziz Stephan Katedrali’ndeki resim ve heykellerle ilgili olarak ayrı bir başlık görünce şaşırmamak gerekiyor:
“Bu kilise içinde o kadar çok çeşit insan resmi ve heykeli var ki, Uyvar fethinden sonra Leh vilayetinde, Çek’te, İsveç’te, Macaristan’da, Donkarkız’da [Dunkirk], Danimarka’da ve Daniska iskelesindeki muazzam kiliselerde böyle putlar görmemiştim. Hatta bazı papazlar ile ahbaplık edip onları sıkıştırmak için şaka yollu “Hâşâ sümme hâşâ sizin ne çok tanrınız var ki her birine başlarınızdan şapkalarınızı çıkarıp tapıp secde edip geçersiniz”, dediğimde onlar da “Hâşâ bunlar bize tanrı ola! Allâh seni ve bizi yaradan bir bî-zevâldir ki rûhullâhdır. Hâşâ ki biz bu sûretlere tapıp ibâdet edelim ve bunlardan oğul kız ve nimet ve şans ve ömür isteyelim. Ancak peygamberimiz Hazret-i İsa ve havarilerin ve sonraki gelen evliyalarımızın ve krallarımızın ve imparatorlarımızın suretleridir ki görüp hürmet edip hayr-dualar ederiz. Cümleden ziyade Hazret-i İsa’ya saygı gösteririz, zira rûhullâhdır. Bizim dînimizde sûret çizmek câizdir, zira papazlarımız vaaz ve nasihat ederken sizin şeyhleriniz gibi halka güzelce anlatmak zor olduğu için tasvirler ile peygamberleri ve evliyaları ve cenneti bu cemal tarafının suretiyle çizip anlatırız ve cehennemi böyle zebaniler ile ve kızgın alevlerle resmedip celal tarafını çizip papazlarımız halka ‘Korkun Allâh’dan’ deyü vaaz ederken bu suretleri gösterir. Yoksa bunlara ibadet etmeyiz.” diye cevap verdiler.” (105)
Aradaki dil engelinden ötürü bu konuşmanın kurgu olup olmadığını öğrenmek mümkün olmasa da, Evliya’nın kilisedeki resimleri tasvir edişi, onun da papaz ile benzer sebeplerden İslam’da resmi neden mübah gördüğüne işaret ediyor:
“Ammâ bu Nemse [Avusturya] kralının uğursuz tahtı olan bu Beç şehrindeki İstifani kilisesinde öyle çeşitli cennet tasvirleri var ki, âdem görünce ruhunu teslim edip “iyi kullarım arasına gir, cennetime gir” [Fecr 29-30] ayetini anarak cennete giresi gelir
[…] ki hakikate Frenkler [Avrupa] resim söz konusu olunca Hind ve Acem’den üstündür.”
“Ve bu cennete karşılık bir karanlık köşede elli adım kadar uzun bir duvar yüzüne bir cehennem tasviri çizilmiş ki hakir onu görünce Fatiha sûresinden “bizi doğru yola ilet”i [Fâtiha 6] okudum. Sonrasında mizan ve teraziyi görüp Rahman sûresinden “terazide eksiklik yapmayın”ı [Rahman 9] okudum […] O cehennem içinde insanların neft ve katran ve ateş içinde çıplak olup zebaniler elinde inlediğini, zebanilerin kırbaçlar ile halkı vurarak akrep, yılan, çıyan ve develer boynu kadar engereklerin âdemleri soktuğunu gördüm. Bu şiddetli alametlerin tasvirlerini görenler Nemrud, Firavun, Kârûn tabiyatından, ayıplamaktan, dedikodudan, ara bozmaktan, günahtan, kötü işlerden, zinadan, lûtilikten, faizcilikten ve içki içmekten vazgeçer yani tüm kötü huylarını bırakır, hatta o azap verici tasvirleri görüp yemeden içmeden kesilir, bir köşeye çekilip ibadethanesinde değerli ömrünün geri kalan günlerini ibadetle geçirip dünyanın çirkefinden el çekip, “Emir Allah’ın, cennet olmazsa bari cennet ve cehennem ortasında araf olsun” der.” (106)
Avrupa Eleştirisi
Bunlar dışında Viyana anlatısının uzun yıllar boyunca “uydurma” olarak görülen kısımları mevcuttur.4
Yazarın bu kurguları ve yaratıları neden kullandığı ancak yıllar sonra dikkatli araştırmacılar elinde anlam kazandı. Evliya Çelebi bu kurguları çoğu zaman okurunu eğlendirmek, onun dikkatini toplamak için yaratmış, kimi zaman da eleştiri yapmak amacıyla kullanıyordu.
Evliya Çelebi’nin yaşadığı devirde Avrupalıların Amerika’yı istilası şiddetlenmişti. Yeni Dünya’dan Avrupa’ya o dönemde taşınan nesneler bu sebeple Evliya’nın da dikkatine takılmış olmalı. Çünkü o, Viyana’da Yeni Dünya’dan gelen bazı hayvanlara, eşyalara denk gelmişti. Örneğin Seyahatnâme’de imparatorluk sarayının tavanlarında Amerika’dan getirilmiş bir ağacın kullanıldığı yazılıdır. Yeni Dünya’nın en vurucu şekilde anılması ise Evliya Çelebi’nin Amerika yerlileriyle konuştuğunu kaydetmesidir.Bu sohbet, tesadüf müdür bilinmez, “Nemse” yani Avusturyalı tercümanlar aracılığıyla yapılmıştır. Evliya’nın Viyana’dan ayrılışını takip eden ve hayal ürünü kabul edilen seyahatleri arasında olan bir yolculukta, Evliya Çelebi Atlas Okyanusu kıyısında Lonçat [Londra?] isimli bir şehirde Amerikalı yerlilere Yeni Dünya’nın ahvalini sorma fırsatı bulur. Yerliler ona dünyalarının bir zamanlar sakin, barış içinde bir yer olduğunu, ancak Avrupalılar gibi “açgözlü” bir kavmin gelmesiyle bu huzurun yok olduğunu söylerler. Evliya’nın kurguyu nasıl eleştiri malzeme hâline getirdiğine bir örnek olarak Semih Tezcan’ın bu konudaki değerlendirmesi çarpıcıdır:
“[…] bana öyle gelir ki, Evliya Çelebi bu hayalî Batı Avrupa yolculuğunu sadece ve sadece Amerika yerlilerine bu sözleri söyletmek için kurgulamıştır. Düşünün! 17. yüzyıl ortasında, birçok Batılının, Amerika’da ne dehşetli bir insan ve kültür kıyımı yaşandığının farkına bile varmadığı bir dönemde bizim Evliya Çelebi duyduklarıyla, düşündükleriyle Okyanus ötesindeki insanların dertlerini dile getirmiş, paylaşmıştır. Ona ‘dâhi yazar’ demek çok mu?” (18)
Son Söz
Böylesine kısa bir yazıda böylesine uzun bir konuyu etraflıca ele almak tahmin edileceği üzere mümkün değil. Örneğin Osmanlı heyetinin I. Leopold tarafından kabulü ve buradaki protokole dair detayların neredeyse her satırı son derece büyük bir önemi haizdir; ancak bu başka bir yazının konusudur.
Genel olarak bakıldığında Evliya Çelebi için Viyana’nın ne ifade ettiği yine onun sözleriyle şöyle aktarılabilir:
“Bu şehrin her şeyi övgüye değer ve meşhurdur; amma şehrin tüm hekim, cerrah, hacamatçı, göz hekimi, nakkaş, saatçi, tüfekçi, çıkrıkçılarına, sokaklarının temizliğine ve hâkimlerinin hakimiyetine, alışverişte tartı ve ölçüde hile etmeyip yalan söylemediklerine ve adaletlerine ve halkının huzur içinde olup zulm edilmediğine ve havasının suyunun letafetine ve güzel erkek ve kadınlarının temizlik ve zerafetine ve çeşit çeşit kokulu ve renkli çiçeklerine ve tüm halkının herkes ile dostane geçinip gariban dostu olmalarına ve vilayetlerinin her türlü şeyden korunduğuna, sad bârekallah, aşk olsun ki, İslam diyarında böyle emn ü emân ve adalet yoktur.” (111)
Bir Osmanlı olarak Viyana’daydı Evliya Çelebi ve onun Viyana anlatısı yer yer iki devlet arasındaki rekabetten payını almıştı. Ancak daha önce de dediğim gibi bu durum onu kör etmemişti. O, Viyana’da gördüğü şeyleri kendi geldiği kültürle karşılaştırarak, hem karşı tarafı hem de kendi kültürünü eleştirerek anlamaya ve yorumlamaya çalışmıştı. Evliya’nın 17. yüzyılda yaptığı bu mukayeseler 19. yüzyıla gelindiğinde Osmanlı modernleşmesinin ve sonrasında Cumhuriyet’ten günümüze kadar gelen asrileşme tartışmalarının temelini oluşturacaktı. 19. yüzyılın büyük devlet adamı, tarihçisi ve hukukçusu Ahmed Cevdet Paşa Osmanlı ve Batı arasındaki bu ikiliği “Avrupa ile Osmanlı halkının çoğu hususta âdetleri birbirine zıttır. Mesela, bir yere varılınca Osmanlıların âdeti ayakkabılarını, Avrupalılarınki ise şapkalarını çıkartmaktır” (57) diyerek günümüzde dahi geçerli olacak şekilde tanımlaması tesadüf değil. Evliya Çelebi’den sonra Osmanlı’nın “büyük öteki”si olan Batı ile karşılaşmak, hem de bu sefer kendi evinde mütemadiyen onunla yüz yüze gelmek, halk bir yana, kuşkusuz dönem entelektüeli için bile sarsıcıydı. Bugün dahi bitmek bilmeyen entegrasyon meseleleri hâlen bu “ben” ve “öteki” arasındaki mesafenin uzaklığına işaret ediyor. Kaldı ki bugünün insanı modernite nosyonuyla “öteki”ne bakarken, 1665 yılının 8 Haziran’ında Viyana sur kapılarından içeri giren Evliya’nın ve onu gören Viyana ahalisinin durumunu hayal edelim. Kolay değil!
Malum, o zamanın dünyası çoğu insanın doğduğu köyden, kasabadan ya da şehirden dışarı adım atmadan öldüğü bir dünya. Evliya’nın “ayâ peder ü mâder ve üstâd ü bürâder kahırlarından nice kurtulup dünya gezgini olurum?” diye gençliğinde kendi kendine sorması boşuna değil. İnsanın dünyası gördüğü yer kadardır derler, Evliya Çelebi işte bu durağanlıkta dünyayı merak eden, görmek isteyen “sıradışı” bir âdemoğluydu. Muhtemelen kendi yaşadığı devirde “öteki” hakkında dünyadaki tüm yazarlardan daha çok şey yazmış, onlarla daha çok temas kurmuştu. Shakespeare ve Cervantes’in ölümüne yakın, Moliere ile La Fontaine’den ise birkaç yıl önce dünyaya gelmiş, onlarla aynı yüzyılda yaşamış ve yine onlar gibi dünya edebiyatının zirve eserlerinden birini ortaya koymuştu. Ancak diğerlerinin aksine talihin ona o kadar da bonkör davrandığını söyleyemeyiz. Zira Evliya’nın ölümünü müteakip Seyahatnâme bir yüzyılı aşkın bir süre unutulacak, onun ve eserinin kıymetinin anlaşılması için ise 20. yüzyılı beklemek gerekecekti. Artık kaderin bir cilvesi mi denir, bilinmez, 19. yüzyılda İstanbul sahaflarında bulduğu bir Tarih-i Seyyâh cildi sayesinde Evliya’yı dünyaya Viyanalı bir âlim, bir “öteki”, Joseph Freiherr von Hammer-Purgstall tanıtacaktı. Hem de tam olarak bu “ben” ve “öteki”, Doğu ve Batı tartışmalarının şiddetli bir biçimde yaşandığı bir devirde.
Kaynakça
Ahmed Cevdet Paşa. Maruzat. haz. Yusuf Halaçoğlu, Çağrı Yayınları, Ankara: 1980.
Evliya Çelebi. Seyahatnâme VII. haz. Yücel Dağlı, Seyit Ali Kahraman, Robert Dankoff. Yapı ve Kredi Yayınları, İstanbul: 2003.
———–. Seyahatnâme X. haz. Yücel Dağlı, Seyit Ali Kahraman, Robert Dankoff. Yapı ve Kredi Yayınları, İstanbul: 2007.
Dankoff, Robert. An Ottoman Mentality – The World of Evliya Çelebi. Brill Leiden: 2006.
Hammer-Purgstall, Joseph von. “Merkwürdiger Fund einer türkischen Reisebeschreibung“. Intelligenzblatt zur Wiener Allgemeinen Literaturzeitung, 2, 1814.
Karateke, Hakan. “Evliya Çelebi ve Yeni Dünya”. Doğumunun 400. Yılında Evliya Çelebi. T. C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara: 2011.
Procházka-Eisl, Gisela. “Evliya Çelebi›s Journey to Vienna”. Doğumunun 400. Yılında Evliya Çelebi. T. C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara: 2011.
Prokosch, Erich ve Karl Teply, Im Reiche des Goldenen Apfels – Des türkischen Weltenbummlers Evliya Çelebi denkwürdige Reise in das Giaurenland und in die Stadt und Festung Wien anno 1665. Graz- Wien-Köln, 1987.
Teply, Karl. “Evliya Çelebi in Wien.” Der Islam 52, 1975.
Tezcan, Nuran. “Evliya Çelebi’nin Freng-Pesend Resim Tutkusu”. Cahiers Balkaniques, s. 41: 2013.
Tezcan, Semih. “Bir Dâhinin Seyahatnâmesi”. Doğumunun 400. Yılında Evliya Çelebi. T. C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara: 2011.
- 1 Yazı boyunca Seyahatnâme’den ve diğer Osmanlıca metinlerden yaptığım alıntılar günümüz Türkçesine benim tarafımdan uyarlanmıştır. Ayrıca okuyucuyu sıkmamak adına fikirlerinden esinlendiğim her araştırmacıdan alıntı yapmak yerine metnin sonuna eklediğim kaynakçada yararlandığım kaynakların künyesini verdim.
- 2
Evliya Çelebi’nin bu “ayıp değildir” vurgusu bana İş ve İşçi Bulma Kurumu’nun 60’lı yıllarda Türkiye’den Avrupa’ya gönderilen işçilere verdiği broşürleri hatırlattı. O kâğıtlarda da Avrupalı kadınların “rahat” davrandığı, erkeklerle arkadaşlık yapabileceği bunun “ayıp”lanmaması gerektiği vurgulanır.
- 3 Ne yazık ki yukarıdaki alıntıda Evliya’nın en sonda yer alan temennisi günümüzde de gerçekleşmemişe benziyor. Ne kitap sayısı ne de özeni konusunda hâlâ istenen seviyeye gelinmiş değil. Arşivlerde kaybolan, yok olan, satılan veya haricî sebeplerle kullanılmaz duruma gelen el yazmalarını, basma eserleri vb. bir yana koyalım; günümüzde Türkiye’deki en büyük kütüphane olan Milli Kütüphane’de dahi 2016 verilerine göre basma eser sayısı yaklaşık olarak 1.2 milyonken Viyana Üniversitesi’nde bu sayı 7.1 milyon. Dijital veritabanı farklılıklarını mevzubahis bile etmiyorum.
- 4 Evliya Çelebi’nin Viyana ziyareti önceden hayal ürünü sanılıyordu. Ancak 1975 yılında bulunan bir belge ile Karl Teply Evliya Çelebi’nin Viyana’ya geldiğini kanıtlamıştır.