İSPANYA-DOĞU KARŞILAŞMASININ İSPANYOL EDEBİYATINDAKİ YANSIMALARI

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Müslümanlar İspanya’ya ilk defa 711 yılında vardılar ve yarımadadan tamamıyla sürülene kadar (1609-14) dokuz asır boyunca İspanyol kültürüne büyük katkı sağladılar. Endülüs ve İspanya tarihi çalışanların malumudur ki İspanyol kimliğinin ne ihtiva ettiği tartışmasında öne çıkan iki isim vardır: Américo Castro ve Claudio Sánchez Albornoz. Castro İspanyol kimliğinin İslami, İbrani ve İsevi kültürlerinin yoğrulmasıyla ortaya çıktığını ve aynı zamanda hem Batılı hem de Doğulu olmasıyla Avrupa’da kendine özgü bir yere sahip olduğunu öne sürer. Sánchez ise bunun aksini söyler ve Hristiyan İspanya’nın İslami bir geçmişi olsa bile asıl kimliğinin 711’den önceye, yani Gotlara dayandığını savunur. Bu iki zıt fikir hâlâ tartışılagelse bile İspanyol akademisinde Arabi ve İslami Çalışmalar (Estudios Árabes e Islámicos) bölümlerinin ve Arabistlerin çoğalması ile Endülüs ve İslam kültürünün İspanya’ya etkilerine yönelik çalışmalar artmış, Müslümanların İber Yarımadası’na katkıları daha belirgin hâle gelmiştir.

    Américo Castro’nun da dediği gibi “Tarihçiler Hristiyan İspanya’yı üzerine İslami kelimelerin, edebiyatın, kurumların düştüğü sabit bir dünya olarak düşünegeldiler.” Hâlbuki Hristiyan ve İslami İspanya arasındaki etkileşim çok daha giriftti. 1130’dan itibaren Toledo başpiskoposu Raimundo de Sauvetat ile başdiyakoz Gundisalvo de Segovia, Kastilya kralı X. Alfonso’nun denetimi altında meşhur Toledo Çevirmenler Okulu’nun inşasına başlarlar ve buradan bütün Avrupa’ya astronomi, matematik, botanik ve felsefe gibi alanlarda İslam dünyasındaki son gelişmeleri aktarırlar. Bu okulda çalışmış olan Miguel Escoto, hayatının son yıllarını Sicilya’da II. Federico’nun sarayında tabiplik ve çevirmenlik yaparak geçirir. İbn Rüşd’ün yorumladığı Aristoteles’in eserlerini çevirmeye başlaması da muhtemelen bu döneme denk gelir.

    İbn Hazm, İbn Bayyah, Ebu’l Kasım, İbn Tufayl… İslam âlimlerinin bilim dünyasına katkılarına ve Batılı meslektaşları üzerindeki etkilerine dair örnekler çoğaltılabilir. Ancak İslam ve Doğu kültürünün etkilediği bir alan daha vardır ki bilim ve felsefenin yanında çoğunlukla göz ardı edilir. Bu alan edebiyattır. İspanyol edebiyatının başyapıtlarından El cantar de Mío Cid, El conde Lucanor, El libro del Buen Amor, Don Quijote gibi eserler Doğu kültüründen izler taşımakla kalmayıp aynı zamanda Doğu klasiklerinden veya Doğu kaynaklı tema ve motiflerden doğrudan yararlanmışlardır. Bu alanda Álvaro Galmés de Fuentes’in çalışmaları büyük önem taşır. Galmés’in araştırmalarına göre aljamiado (el-Acemiyye edebiyatı) ve Morisko edebiyatından anlatıların derlendiği El libro de las batallas (Muharebeler Kitabı), İspanyol edebiyatının ilk örneklerinden olan destan El cantar de Mío Cid’in bazı kısımlarında kendini gösterir. Endülüs edebiyatında sıkça kullanılan jarcha, moaxaja, zéjel gibi şiir türleri İspanyol şiirinde yer bulmuştur. Bir Doğu klasiği olan Kelile ve Dimne 1251’de X. Alfonso tarafından çevirtilmiş, İspanyol klasiklerinden Ramon Llull’un Llibre de meravelles’ini, Juan Manuel’in El conde Lucanor’unu etkilemiştir. Bu etkileşimin sayısız örnekleri mevcut, fakat burada dikkat çekmek istediğim bir başka nokta var, o da Türklerin İspanyol edebiyatına etkisi.

    Türklerin, yani Osmanlı Devleti’nin İspanyol kültürü üzerindeki etkisi tabii ki Endülüs-İslam kültürünün etkisinden çok farklı gelişmiştir. Türkler ürettikleri bilimsel, felsefi, edebî çalışmalarla değil, İspanya’nın ezeli düşmanı hâline gelerek varlıklarıyla İspanyol edebiyatında önemli bir yere sahip olmuşlardır. Bunun Osmanlı Devleti’nin mezkûr alanlarda ürettiklerinin nitelikleriyle alakası yoktur; artık ne İspanya’da Türklerin kültürüne ilgi duyacak âlim ve ferasetli X. Alfonso gibi krallar vardır ne de İspanya artık Ortaçağ İspanya’sıdır. Katolik krallar Isabel ve Fernando’nun 1492’de Granada Emirliği’ni ilhak etmesiyle ve 1502’de Kastilya’da, 1525’de Aragón’da çıkarılan kanunla Müslümanlar din değiştirmek veya sürülmek arasında bir seçim yapmak zorunda bırakılırlar. Takiye yoluyla İspanya’da kalan Moriskolar topluma entegre olmayı başaramazlar ve devletin baskıları sonucunda Las Alpujarras’da başlattıklarına (1568-71) benzer ayaklanmalara başvururlar. Bu ve birçok başka sebep onların 1609-14 yılları arasında İspanya’dan tamamıyla sürülmelerine sebep olur. Velhasıl 16. yüzyıl İspanya’da Moriskolar için bir baskı ve yabancılaşma sürecini beraberinde getirmiştir.

    Reconquista’nın ardından bilim ve felsefe alışverişinin sekteye uğradığı söylenebilir, ancak edebiyat her dönemde olduğu gibi bu süreçte de inkişaf etmeye devam etmiştir. Anonim El Abencerraje y la hermosa Jarifa (1561), Ginés Pérez de Hita’nın Guerras civiles de Granada’sı (Birinci kısmı, 1595) ve Mateo Alemán’ın Guzmán de Alfarache (1599) eserinin bir bölümü olan Ozmín y Daraja’sı, İspanya’da novela morisca (Morisko romanı) adı verilen edebî bir alt türün en bilindik örnekleridir. Bu türde Müslüman karakterler başroldedir ve Hristiyanlar ve Müslümanlar arasında büyük ölçüde bir convivencia, yani barış içinde bir birliktelik ve mutabakat gözlenir. Şiir alanında romance morisco (Morisko romansı) ve tiyatro alanında, M.a Soledad Carrasco’nun deyimiyle, comedias de moros y cristianos (Endülüslü Araplara ve Hristiyanlara dair oyunlar) ile comedias moriscas (Morisko oyunları) gibi alt türler mevcuttur. Yani edebiyatın her alanında Müslümanların varlığı gözlemlenir ve yukarıda zikredilen üç eserin dışında özellikle tiyatro alanında Müslümanları sahneleyen birçok oyun kaleme alınmıştır. Bu yazarlar arasında İspanyol edebiyatının gelmiş geçmiş en meşhur oyun yazarları Lope de Vega ve Calderón de la Barca da vardır. Bahsedilen bu alt türlerdeki bazı eserlerde Müslümanların olumlu vasıflarla donatılması maurofilia, yani Araplara/Müslümanlara dair şeylere duyulan sempati gibi bir akımın varlığını akla getirir. Barbara Fuchs’un Exotic Nation: Maurophilia and the Construction of Early Modern Spain adlı eserinde olduğu gibi bu akım çeşitli çalışmalarda irdelenmiştir. Ancak hem Müslüman olup hem de İspanyollarla etkileşim içinde olan Türklerin rolü edebî araştırmalarda büyük ölçüde göz ardı edilmiştir. Şimdi Türklerin İspanyol literatüründe, özellikle kurgu eserlerde nasıl yer bulduklarına bir göz atalım.

    Osmanlı Devleti’nin 14. ve 15. yüzyıllar boyunca Avrupa’nın içlerine doğru emin adımlarla ilerlemesi sonucunda Avrupa’da Osmanlı Türklerine dair eserler kaleme alınmaya başlandı. Ancak bu dönemde öncelikle İspanya’nın Anadolu’ya coğrafi olarak uzaklığından dolayı İber Yarımadası’nda bu yeni tehdide dair yazıp çizilen çok şey olmadı. Zaten İspanyol krallıkları bu süreç boyunca kaybettikleri toprakları Müslümanlardan geri almaya çalıştıkları reconquista hareketiyle meşgul olmuşlardır. Bu döneme ait Türklerin yer aldığı eserler arasında Anadolu’ya ayak basan Katalanları konu alan bir vakayiname olan Ramon Muntaner’in Crònica’sı (1325-8) ve I. Murad’ın oğlu Yakub Çelebi’nin maceralarını anlatan Katalan anlatısı Història de Jacob Xalabín (Yakub Çelebi’nin Öyküsü, İletişim, 2015) ile birlikte Anadolu coğrafyasından geçen iki İspanyol’un seyahatnamesi, Embajada a Tamorlán (Timur Devrinde Kadis’ten Semerkand’a Seyahat, Köprü Yayıncılık, 2016) ve Tractado de las andanças e viajes (Pero Tafur Seyahatnamesi, Kitap Yayınevi, 2016) anılabilir. Ancak İspanyolların Türklerin ilerleyişini gerçekten ciddiye alması 16. yüzyılın ilk yarısına denk gelir. Mohaç Meydan Muharebesi’nde (1526) Türklerin galip gelmesiyle Habsburg İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğü tehlikeye girmiş, Habsburg imparatoru seçilen V. Carlos ile I. Süleyman arasındaki ezelî rekabet başlamıştır. İspanya’da Osmanlı Devleti üzerine yazılan eserler de bu vesileyle artışa geçmiş, Türkler şövalye öykülerinde, tiyatro oyunlarında, savaşa teşvik metinlerinde ve tarih kitaplarında boy göstermeye başlamıştır. Osmanlı’nın 16. yüzyılda Kuzey Afrika’daki kritik noktaları ilhakı ve korsancılık faaliyetlerine dâhil olmasıyla bu eserlere Türklerin eline düşen İspanyol esirlerin esaret anlatıları da eklenir. Ancak Türklerin İspanyolların hayatında yer tutması ve zihinlerini meşgul etmesi tiyatro aracılığıyla olmuştur demek yanlış olmaz. Zira sürekli korsan akınlarına uğrayan kıyı kesimlerinde ikamet edenler ile deniz yolculuğu yapanların bizzat yaşadığı Türk korkusu hariç, İspanyol halkının Türkleri en yaygın şekilde tanıma yolu Osmanlı Devleti hakkında kendilerine ulaşan haberler (avisos ve relación de sucesos) ve corral de comedias diye adlandırılan umumi tiyatrolar yoluyla olmuştur. Tiyatro sahnesi üzerinde Türk kimliğine bürünmüş oyuncuların sergilediği oyunlar sayesinde İspanyolların kolektif bilincinde bir Türk imgesi oluşmuştur.

    16. yüzyılın son çeyreği ile 17. yüzyılın ilk yarısında Türk teması, İspanyol edebiyatının en çok işlenen temalarından birisi hâline gelir. Obras turquescas diye adlandırdığım bu Türk oyunlarına ilk defa popülerlik kazandıran kişi Don Quijote’nin yazarı Miguel de Cervantes’den başkası değildir. İnebahtı’da Osmanlı donanmasına karşı savaşmış ve Osmanlı yönetimindeki Cezayir’de beş yıl esaret yaşamış birisi olarak Cervantes’in Türkler hakkında söyleyecek çok şeyi vardı. Nitekim esaret döneminden izler taşıyan El trato de Argel adlı eseri, İspanyol Altın Çağı’nın bir diğer meşhur oyun yazarı olan Lope de Vega’yı etkilemiş ve onun da Los cautivos de Argel adında Cezayir’deki Hristiyan esirlerin yaşantısını anlatan bir oyun yazmasına vesile olmuştur. Tabii ki her iki yazarın de eserleri bunlarla sınırlı kalmaz. Türk oyunlarının zirveye tırmandığı dönem 1595-1610 yılları arasıdır ve bu dönemde Lope ve Cervantes’in yanı sıra Luis Vélez de Guevara, Francisco Agustín Tárrega gibi çeşitli oyun yazarları esaret konulu oyunlar, İspanyol ve Osmanlı imparatorlukları arasındaki savaşları konu alan oyunlar ve Osmanlı ile diğer Hristiyan devletleri arasındaki savaşları konu alan oyunlar şeklinde üç farklı kategoride eserler kaleme almıştır. Savaş konulu oyunlar birkaç eser dışında Osmanlıların Hristiyanlar karşısındaki hezimetlerini (İnebahtı Deniz Muharebesi, Tunus Seferi, Malta Kuşatması vb.) sahnelerler. Eğer Doğu Avrupa, Kuzey Afrika ve Akdeniz havzasında faaliyet gösteren gerçek Türkler ile edebiyat alanında özellikle tiyatro sahnesinde temsil edilen kurgusal Türkler İspanya halkını bu kadar meşgul etmişse, İspanyol tahayyülündeki Türk nasıl bir imgeye karşılık geliyordu?

    16. yüzyılda İspanya’nın birçok düşmanı vardı: Katolik İspanya’ya kafa tutan Protestanlar, ülkenin Hristiyan kimliğine halel getiren Moriskolar, Yeni Dünya’da kolay kolay teslim olacağa benzemeyen yerliler ve tabii ki dönemin diğer bir süper gücü olan Osmanlılar. Bu nedenle, ister istemez, Türk’ün yeri, Endülüslü Arapların yerinden çok farklıdır, zira Endülüs artık üstesinden gelinmiş bir güçtür, mazide kalmıştır ve idealize edilmeye müsaittir. Türkler ise İspanyolların hâlihazırdaki ezelî rakibi olarak ekseriyetle düşmanca tasvir edilmekten kurtulamazlar. Edebî, tarihî, dinî ve enformasyon endeksli metinler propaganda aracı olarak kullanılmış, halkın Türklere karşı duyduğu düşmanlığı körüklemiştir. Unutmamak gerekir ki Türkler ile İspanyol arasındaki etkileşim husumete ve rekabete dayalıydı. Buna bağlı olarak İspanyol eserlerinde Türkler genellikle savaşçı ve kibirli, fakat Hristiyanlar karşısında korkak; gaddar, güvenilmez, eğlence ve şehvet düşkünü olarak betimlenmiştir. Savaş alanında Türklere karşı galibiyet veya Türklerin elinde şehadet; bir Hristiyan’ın Büyük Türk’ün, yani padişahın sözüne güvenerek emrine girmesi ile saray entrikaları sonucunda öldürülmesi; Hristiyan erkek/kadının Müslüman/Türk kadın/erkek tarafından ayartılmaya çalışılması ve Hristiyan’ın gösterdiği metanet; devşirme olarak saraya giren Hristiyan’ın ileride geçmişini öğrenerek eski dinine avdet etmesi vb. konular Türk oyunlarında en çok işlenen konulardır. Osmanlı Devleti’nin İspanya ve Hristiyan âlemi için bir tehlike teşkil etmesi gibi Türk toplumunun da bir Hristiyan için hem manevi hem de fiziki yönden tehlikeli olduğu vurgusu yapılmıştır. Türklerin eline esir düşen Hristiyanların önemli bir kısmının İslam’a girdiği düşünülürse, bu vurgunun sebebi düşmanı karalamanın yanı sıra Hristiyan’ın Müslüman olmasını engellemek ve İslam’ın cazibesine kapılmasını önlemek olsa gerektir.

    Ancak her dönemde olduğu gibi bunun istisnaları vardır. Azımsanamayacak sayıdaki tarihî ve edebî eserin —Türklerin dini İslam’a ilgi uyandırabilecek dinî kitaplar Engizisyon tarafından yasaklanmıştır— nispeten tarafsızca yazılmış olması, Türklere karşı duyulan safi ilginin göstergesidir. Barbaros kardeşlerin hayatını anlatan Los corsarios Barbarroja, Historia pontifical y católica’nın Osmanlı tarihi hakkındaki kısımları, La pérdida honrosa gibi ılımlı oyunlar buna örnektir. Ancak şunu da akılda bulundurmak gerekir ki Türkler veya İslam’dan övgü ile bahsedenler, İspanyol toplumunda Türk sempatizanlığıyla suçlanmakla karşı karşıyaydılar. Özellikle Cervantes gibi Türkler arasında zaman geçirmiş kişiler tekrar İspanyol toplumuna döndüklerinde irtidad etmediklerini kanıtlamak mecburiyetindeydiler. Bu da eli kalem tutan herkesin yazdıklarına dikkat etmesini gerektirmiştir.

    Sonuç olarak Doğu kültürüyle harmanlanmış olan İspanya, Endülüs’ten izleri ileriki dönemlerde de yaşatmıştır. Bu yüzden İspanyolların reconquista’nın ardından geçmişlerini inkâr ettikleri düşüncesi yanlıştır. Türklerin ise tarafsız gözlerle görülmesi için İspanya ve Osmanlı arasındaki savaşın dinmesi yetmez —zira Türklerle ilgili eserlerin zirveye ulaştığı dönem, iki ülke arasında ateşkes imzalanmasından sonraya denk gelir—, Osmanlı Devleti’nin güç kaybedip zayıflaması gerekir. Ancak Türklerin dizginleri ellerinde tuttukları dönemlerde yazılıp çizilenler de bir hayli ilginçtir. Örneğin kendi döneminde çok az ilgi görse bile meraklı bir İspanyol’un Osmanlı’yı hangi gözlerle gördüğünü merak edenler Viaje de Turquía’yı (Türkiye Seyahati, ErKo Yayıncılık) mutlaka okumalıdır. Tiyatro alanında Osmanlı sarayının nasıl tasvir edildiğinin bir örneğini görmek isteyenler Cervantes’in kaleminden çıkan La gran sultana’yı (Yüce Sultan, İş Bankası Kültür Yayınları) incelemelidir. Tarih alanında Osmanlı hakkında neler yazıp çizilmiş bilmek isteyenler Crónica de los turcos’u (Kitap Yayınevi, çeviri aşamasında) araştırmalıdır. Amaç düşmanı tanımak —böylece düşmanın aynasında kendini tanımak— veya sadece merak olsun, İspanyollar ve Türkler arasındaki karşılaşmanın İspanyol halkı açısından ne derecede önem taşıdığı aşikârdır. Osmanlı tebaasının veya ulemasının İspanya’ya düşman olarak arz ettiği tehlike dışında ekseriyetle “Frengistan’da bir ülke” gözüyle baktığı düşünülürse Türk toplumu olarak dış dünyaya merakımızı tekrar sorgulamamız gerektiği düşüncesindeyim.