BİR DÜŞÜNCE GELENEĞİNİN İNŞA İMKÂNI ÜZERİNE -I-

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • “… Hiç bilenlerle bilmeyenler müsavi olur mu? Ancak temiz akıllı olanlar anlar.” Zümer 9

    “Allah güzeldir; güzeli sever.” Hadis-i Şerif

    “Hamd, şeyleri bir yokluktan ve yokluğun yokluğundan var eden ve şeylerin varlığını kelimelerinin yönelişine dayandıran Allah’a mahsustur. Bu sayede onların yaratılmışlığını ve Hakk’ın kadimliğinden kaynaklanan ezeliliklerinin sırrını öğrendiğimiz gibi Allah’ın bize bildirdiği kadimliğini de öğreniriz.”1

    Yaşadığımız çağda, “düşünmek” denen şeyin mahiyetini tekrar düşünmemiz gerekiyor. “Düşünmek ne demektir?” sorusunu soran Heidegger’in, Batı uygarlığının “düşünme derinliğinin eksikliğine” dair tespitleri, bizleri de benzer bir yola sürüklemeli… Nasıl düşünürüz? Düşünmenin tek aracı felsefe midir? Sanat da bir düşünme biçimi olarak kabul edilebilir mi? Felsefenin ve kelâmın İslam düşüncesini belirlediğini düşündüğümüz yerde tasavvufa ve sanata ne tür anlamlar biçmeliyiz?

    Yukarıda aktardığımız Fütûhât’ın giriş cümlelerinde İbnü’l Arabî Hz. bize tam olarak ne söylemek istiyor sorusu yardımımıza koşabilir. Ekrem Demirli, bu giriş cümlelerinin Fütûhât’ın adeta bir özeti olduğunu söylerken, tasavvufun, iki düşünme biçimi olan kelâm ve felsefeden ayrıldığı yerleri gösterdiğini ifade etmektedir. “Yokluk”tan var etmek tabiriyle felsefeden, “yokluğun yokluğu” tabiriyle de kelâmdan…

    Bir düşünce “geleneği” kurmak ve “eskimeyen yeni”nin ifadesi için bir yol bulmak derdi ve niyetinde isek, bu ayrımların ve birleşimlerin farkında olmamız gerektiğini bilmekle yola koyulmalıyız. Sanatın, “yokluk” ve “varlık” ile kurduğu bağın, belki başka türden, ama ontolojik olarak mesela modern felsefeden çok daha derine kazıyan bir düşünme biçimi yaratma kapasitesinin farkında olacak “bir düşünce geleneğinden” bahsettiğimizde, “her şeyi yerli yerine koyarak” ama tevhidî bir bakışı seferber ederek bir yol çizme çabası anlaşılmalı.

    Düşünce geleneği, öncelikle tevhidî bir çaba olarak, “düşüşten” öncesine yönelen bir “yükselme” çabası demektir bizler için. Üç bölümde yayımlayacağımız bu yazılarda, öncelikle başat düşünme aracı olarak görünen felsefenin, sanat ve tasavvufla karşılıklı ilişkilerini anlamaya çalışacağız. Her dönüşte, bu karşılaş(tır)maları biraz daha derine kazıyarak, üçüncü ve son bölümde genelde sanatın, özelde de film sanatının “düşünce geleneği kurmak”ta muhtemel katkılarını ele almayı amaç ediniyoruz.

    “Bir düşünce geleneği kurmak” diyorsak, öncelikle gelenek denince ne anladığımızı aktarmamız ve çapamızı dayayacağımız muhkem bir nokta bulmamız gerekiyor. Bilginin imanla, aşkın akılla, güzelin bilmekle, bilmenin arınmayla bağlarını henüz koparmadığı bir hâlin aranmasıdır gelenek. Bir tevhid anlayışının peşinde koşmak… O yüzden tarihsel ya da coğrafi olanı kapsamakla birlikte, onların da ötesine taşan bir yönü vardır geleneğin… Aklın, henüz kalbin fonksiyonu olduğu bir yitik ülkeyi aramaktır gelenek kurmaya çalışmak.

    Giriş Ve Bir Vakıa Olarak Felsefi Düşünme Biçimlerine Yönelik Durum Tespiti:
    Türkiye’de bir felsefe gelenek-i kurulup kurulamayacağı üzerine sorular soran ve sorulara cevaplar arayan bir ilahiyatçı-düşünürün ilham ettiği bir yazı dizisi bu. Son yıllarda yazdıklarını merakla ve önemseyerek okuduğum Recep Alpyağıl’ın yazdığı kitapları çıkış noktası yaparak biz de benzer sorular sorarak o soruların cevabını aramak istedik. Ancak bizim sorularımız sadece bir “felsefe gelenek-i” aramak değil, felsefenin de içerisine “yerli yerini alarak” dâhil olabileceği daha külli bir düşünce geleneği arayışı için olacak. Sanatın da içerisine hayati bir zorunluluk olarak dâhil olacağı bir arayış…

    Bir felsefe gelenek-inden bahsederken, aslında neden bahsediyoruzdur? Böyle bir gelenek -eğer kurulduysa- ülkemizde ya da dünyada ne tür temeller üzerinden kurulmuş ve yükselmiştir? Felsefeden ya da gelenek-ten bahsederken tam olarak neyi kastediyoruzdur? Bu sorular Recep Alpyağıl’ın, okuduğum kitaplarında cevaplarını aradığı sorulardı aslında.

    Alpyağıl’ın Derrida’dan Caputo’ya Dekonstrüksiyon ve Din, Batı düşüncesi içinden ama o düşüncenin kimi yönelimlerine muhalefet eden Derrida ve Derrida’dan hareketle dekonstrüksiyon ve din meselesi üzerine düşünmüş Caputo’nun fikirlerini anlamaya çalışarak, İslam düşünce geleneği içinde negatif teoloji ve tasavvufa varan bir yol aramaya çalışan özgün bir çalışmaydı. Bu çalışmada Alpyağıl, sonraki yazdıklarında temel argümanlarını ortaya koyacağı gelenek ile gelecek arasındaki köprüleri kurma yönünde ilk adımlarını atıyor görünüyordu. Derrida ile negatif teoloji arasında kurulan ve genellikle Batılı teologların yazdıkları ekseninde genişletilen bağlar, Alpyağıl tarafından tasavvufun kıyılarına ulaştırılıyordu. Bu yazı dizisinin de temel meselesi olan “karşılaşmalar,” bu kitapta Derrida ve takipçilerinin yazdıklarıyla “negatif teoloji” arasında kurulan bağlar olarak ortaya çıkıyor. Ancak karşılaşmaların, aynı zamanda karşılaşmanın “görüleceği” mekâna göre anlam kazandığını akılda tutmamız bu aşamada hayati önem arz ediyor. Mesela Derrida’dan hareketle anlaşılan bir negatif teoloji geleneğinin tasavvufa ne derece uyduğu meselesini ele almamız gerekiyor.

    Peki, tasavvufun ontolojisi, negatif teolojinin sınırları içinde değerlendirilebilir mi? Negatif teolojinin “yakîn” bilgisine uzak yaklaşımı ile yakîn’in katman katman genişlemesini ontolojisinin de epistemolojisinin de temel izleği yapmış tasavvufun yaklaşımı birbirlerine ilişkilendirilebilir mi? Alpyağıl’ın, negatif teoloji geleneği ile Derrida arasında kurduğu bağ ve oradan tasavvufa çıkan yolunun özgün bir arayışı ihtiva ettiğini özellikle belirtmeliyiz. Bu arayış, çeşitli biçimlerde ve giderek genişleyen halkalarla son kitabına kadar süren, bir köprü kurma arayışı olarak oldukça değerli bir çaba olarak değerlendirilmeyi hak ediyor.

    “İşte böylece Yahudi ve Müslüman geleneklerdeki negatiflikten ya da apofatik hareketlerden bahsetmemeye karar verdim. Bu muazzam yeri boş bırakmak ve bilhassa Tanrı’nın belli bir ismini Mekânın ismine bağlayabilecek olan şeyi boş bırakmak, böylece eşikte durmak, olabildiğince keskin sonuçları olan bir apofasis değil midir? Konuşamadığımız şey, ona sıra gelince, sükût daha yerinde değil midir?”2

    Ian Almond, Ibn Arabi ve Derrida başlıklı kitabında, Hristiyan negatif teoloji geleneği hakkında rahatlıkla konuşabilen Derrida’nın, neden Yahudi/İslam teoloji geleneği hakkında susmayı tercih etme sebeplerini araştırırken önemli tespitler yapar. İbnü’l Arabî’nin, Eş’arî ve Mu’tezile kelâmcılarına olan karşıtlığının, yani hem Tanrı’nın fiillerinden O’nun ifade edilebileceğini/açıklanabileceğini öne sürenlere (Eş’ariye fırkası) ve hem de sadece Tanrı’nın ne olmadığının ifade edilebileceğini, O’nu açıklamak için hiçbir şeyin söylenemeyeceğini düşünenlere (Mu’tezililer) karşıtlığı, İbnü’l Arabî’yi ne pozitif teolojinin ne de negatif teolojinin bir mensubu yapmaktadır.3 Son tahlilde İbnü’l Arabî’nin, “tenzihte teşbih, teşbihte tenzih” anlayışının kemali olarak gördüğü İslam’ın, negatif teolojinin daraltılmış sınırlarına sığmayacağını düşündüğü aşikârdır.

    Alpyağıl’ın arayışının mahiyetine geri dönelim ve bu arayışın bir “düşünce geleneği kurmak” bağlamında bize sunabileceği katkıları kısaca gözden geçirelim:

    Türkiye’de Otantik Felsefe Yapabilmenin İmkânı ve Din Felsefesi çalışması, etraflıca değinmeye çalışacağımız bir kitap olarak, Alpyağıl’ın sonraki çalışmalarından olan Türkiye’de Bir Felsefe Gelen-ek-i Kurmaya Çalışmak başlıklı kapsamlı derlemenin temel taşlarını atması açısından önemlidir. Paul Ricour’dan hareketle, neden, nasıl ve niçinini aramaya koyulduğu gelenek ve felsefe meselesini ele aldığı bu kitabı, Derrida’dan sonra, bir başka dalgakıran Batılı düşünürü de, gelenek ışığında ve kimi zaman İslam düşüncesi içinden bir arka plan kurulmaya çalışılarak inceliyor.

    Her iki kitabın da esas amacı Derrida, Caputo ya da Ricour’un düz-analizlerini yapmak değildi aslında. Alpyağıl, Derrida’yı olduğu gibi Ricour’u da “kendimiz” üzerine düşünmenin yöntem ve yollarını aramak için çıkış noktası yapıyor. Derrida’dan Caputo’ya Dekonstrüksiyon ve Din kitabında bir arayış olarak otantik felsefe yapma imkânı, yolunu çoğu zaman İslam tasavvufunun nazariyatında buluyordu. Türkiye’de Otantik Felsefe Yapabilmenin İmkânı ve Din Felsefesi çalışması ise, Ricour’un kişiliği ve çalışmaları etrafında Türkiye felsefe ortamındaki eksiklikleri anlamaya ve sorunları çözmeye yönelik bir girişim olarak dikkat çekiyordu. Bu çalışmasında Alpyağıl, arayışını oldukça ciddi bir merhaleye getirerek, bu meselenin kendisi için hayati bir konumda olduğunu ortaya koyuyordu. Mesele hayatiydi, çünkü Alpyağıl’a göre Türkiye’de bir felsefe gelenek-i yoktu ve kurulabileceği yönünde en azından felsefe bölümleri içinde yakın zamana kadar bir emare de görünmüyordu. Çünkü Alpyağıl’a göre, Türkiye felsefe camiası, öncelikle kendi kültürel ve tarihî geleneği ile bağını kopardığı için, bir gelenek arayışı olsa dahi, bu gelenek-in “kökü” genellikle uzakta aranıyordu.

    “Hiç kuşkusuz özgün felsefe yapabilmek, her şeyden önce özge olan düşünme biçimlerine açıklıkla mümkün olacaktır. Vakıa, açık olmak yine en yakın daireden başlayacaktır. En yakın halka, filozofun içinde yer aldığı coğrafya ve düşünsel birikimdir”4

    Alpyağıl’a göre, Türkiye felsefe ortamında, ama özellikle felsefe bölümlerinde en yakın dairelerin tümüyle görmezden gelinmesi, hatta aşağılanması bir yana, en uzak dairelerle ilişki de o coğrafyanın düşünsel birikimi göz önüne alınarak kurulmuyordu. Bu noktada Alpyağıl’ın son derece önemli bir soruna parmak bastığı açıktır. Zira özellikle Tanzimat sonrası gelişmelerin, en azından, dinî gelenekle bağları tümüyle koparamasa da oldukça zayıflattığı bir vakıadır. Felsefe denince çoğunlukla Rönesans sonrasındaki Batı düşüncesiyle, o düşüncenin Roma ve “dönebildiği kadarıyla” Yunan düşüncesini ele alış tarzlarının kastedildiği de ayrı bir vakıadır… Dolayısıyla bir taraftan felsefe denen kavramın Batı’daki dönüşümünün yarattığı çatlak, diğer yandan Türkiye’ye özel, çoğunlukla yüksek perdeden aşağılık kompleksinden mülhem intelijensiyanın bakış açısındaki sorunlar, Alpyağıl’ın “gelenek kurmak” olarak tanımlamaya çalıştığı soruyu hayati bir mesele olarak günyüzüne çıkarıyor.

    Evet, “kökü olan” bir düşünme biçimi, “felsefe postacılığı” dışında “otantik” bir yönelim olarak bir gelenek kurulması elzemdir. Felsefe postacılığı, Türkiye’deki felsefe çalışmalarının temel karakteristiğidir. Zira ortada, üzerine basılması ve oradan hareketle kurulması gereken bir temel yoktur. Öyle bir temel aransa dahi, Alpyağıl’ın dediği gibi, bu temel çoğunlukla coğrafi ya da kültürel açıdan en yakın dairelerde değil, oldukça uzak ufuklarda aranır. Felsefe postacılığı olarak değerlendirilebilecek çalışmaların temel karakteristiği, kavramların, alındıkları kişi ya da “gelenek”lerden hazır olarak kullanıma sokulmalarıdır. Bir başka toprakta yeşermiş olan bir çiçeğin, ektiğimiz her yerde aynı güzellikte yeşereceğini sanmaktır bu bir anlamda.

    “Bir düşünme geleneği” imkânını araştırmanın, “başka memleketlerin/tarihlerin/kişilerin mezarlıklarındaki kemiklerin taşınıp bizim memleketimizdeki/tarihimizdeki mezarlıklara gömülmesi” dışında bir çabayı gerektirdiği muhakkak. Bu durum, Batı’da ya da Doğu’da düşünme biçimlerinin sağlıklı bir “temellük”ünü gerektirir belki, ancak bundan ibaret değildir. Tam tersi, temellük’ten sonra başlar düşünmek…

    Türkçe felsefe çalışmalarının, düşünmekten çok aktarmaya dayanması bir “nasıl bir gelenek” sorusunu gündeme getirebilir. Ancak Alpyağıl’ın kitaplarında isabetle tartıştığı gibi, gelenek, dönülecek bir yer, ya da, olduğu gibi geçmişten bugüne taşınacak bir şey değil; daha çok her döndürüldüğünde farklı bir menzile çıkacak bir köktür. Dolayısıyla “en uzak ufukları” aktarmak, bir gelenek kurmak ya da düşünmek değil, postacılık olarak görülebilecek bir “düşünce tarihçiliği” faaliyetidir en fazla… Düşünmek denen şeyin bizatihi kendisinin, “düşünce tarihçiliğine” indirgenemeyeceği bir arayışın ismidir “gelenek kurmak”.

    Kavramlar -ya da düşünme ve felsefenin başka tür formları- yaşayan şeylerdir. Yaşamaları için üzerinde yetişip büyüdükleri toprağa bağlı köklerin sağlam olması gerekir. Kavramları ya da düşünmenin diğer formlarını bir tür felsefe postacılığı ile alıp, bambaşka bir kültürel, dinî, toplumsal ortamda hiçbir müdahale yapmadan yaşatmaya çalışırsanız o kavramın yaşama imkânını azaltmakla kalmaz, o kavramın yaşayabildiği yönünde bilgileri de şüpheye düşürürsünüz.
    Peki, kavramlara (ya da diğer düşünme formlarına) nasıl müdahaleler olmalıdır ki, o kavramlar başka yerlerde de yaşayabilsinler? Recep Alpyağıl, önce Derrida ve Caputo’dan hareketle, sonra da Ricour’u anlamaya çalışarak bu “taşıma” işinin nasıl olması gerektiğini araştırıyor.

    Alpyağıl’ın sözünü ettiğimiz iki kitabıyla birlikte özellikle Wittgenstein’in “…olarak görme” adını verdiği görme biçimiyle tasavvufun ontolojisine dokunmaya çalıştığı metninin de olduğu Fark ve Yorum: Kur’an’ı Anlama Yolunda Felsefi Denemeler başlıklı kitabı, özellikle “gelenek kurma” meselesinin dinî gelenek ve vahiy göz önüne alınmadan başarılamayacağını imlemesi açısından özellikle önemlidir. Alpyağıl, bu çalışmasında ve özellikle sözün ettiğimiz makalesinde hermenötik ve din üzerine kapsamlı bir giriş yapmayı amaçlıyor. Ancak bu çalışma sonraki çalışmalarında da görebileceğimiz kimi eksiklikleri de gündeme getiriyor. “… Olarak görme” bir tür öznel bilgi meselesi midir, yoksa nesnel bir yönü var mıdır? Wittgenstein gibi, Alpyağıl da bu soruya kesin bir karşılık vermek yerine, genellikle bunu hermenötik meselesi içinde ele almayı tercih eder. Bu sorun, özellikle “kesin bilgi” meselesinin mümkün olup olmadığı sorusu ve bu soru etrafında kurulacak olan bir düşünce geleneğinin mahiyeti konusunda da tartışılması gereken bir sorundur. Alpyağıl’un bu meselede aldığı konum, bizim gelenek meselesinde aldığımız tavırdan temel bazı noktalarda ayrılmaktadır. “… Olarak görme” kesin bilgiyi dışlayan bir deneyim midir? Ya da kesin bilgi ancak “inanan özne” dolayımında mı gerçekleşir?

    “Nietzsche’yi, Heidegger’i ya da başka bir ismi okuyan bizlerden, niçin ne Derrida, ne Ricour, ne Rorty, ne Vattimo ne de başka biri ortaya çıkamıyor? Bunun anlamı şudur: Bağlantı sürekli uzaklarda kurulduğu müddetçe tekrar ve taklit çalışmalardan öteye geçecek bir durumumuz da yoktur. O zaman soralım, Türkiye’de felsefe kordonunu nereye bağlayalım, ek-leyelim? Bu kordonda, ateiste, deiste, panteiste, pan-enteiste varıncaya kadar bir yığın isme yer olsun da birkaç Osmanlıya yer olmasın mı? Yani, felsefenin göbeğini tek bir yere mi bağlayalım sadece? Bu kesinlikle felsefecinin tutumu olamaz…”5 Alıntıdan da anlaşıldığı gibi, şimdiye kadar felsefe çalışmaları yapmak isteyen insanların, kordonu bağlayacağı gelenek-e dair şeyler ihmal edildiği, hatta yok sayıldığı için Alpyağıl da mecburen hareket noktasını Derrida’dan, Caputo’dan, Ricour’dan kurma ihtiyacı duyuyor. Ancak son çalışması olan Türkiye’de Bir Felsefe Gelen-ek-i Kurmaya Çalışmak kitabında Alpyağıl, sadece soru sormak ve beklemek değil, bir şeyler yapmanın yöntemlerini uygulamaya geçmiş görünüyor. Bu çalışma, bir gelenek oluşturmak yönünde Tanzimat sonrası “düşünürlerimizin” kimi eserlerinden alıntılardan oluşturulmuş oldukça kapsamlı bir derleme. Kordonun bağlanabileceği bir kök arayışı… Bir nevi antoloji olarak değerlendirilebilecek olan bu eserdeki kişilerin seçimi, bize bir gelenek kurmak için ne kadar yardımcı olabilir? Kitabın önsözünde çoğunu önemsediğimiz sorulara verilen cevaplar, bir gelenek oluşturmakta ne derece önemlidir? Bu yazı dizimizde, özelde felsefe, genelde de “düşünce geleneği” arayışımızda asıl cevabını aradığımız soru budur.

    Nedir Şu Gelenek-ini Kurmaya Çalıştığımız Felsefe? Bu soru üzerine düşünmeye, Alpyağıl’dan yapacağımız bir alıntıyla başlayabiliriz. “Daha da tuhaf bir biçimde ‘felsefe ya da felsefi olan nedir?’ sorusu da çok çabuk yanıtlanacak bir soru değildir. Şayet tutarlı olunup, Batıda onun seyrine bakılacak olursa, her ne kadar genel adı felsefe olsa da, son derece geniş ve çoğul ve geniş bir türler yelpazesi ile karşı karşıya kalınacaktır. Şu ana kadar yapılan genel hata, felsefenin doğasını, özcü bir biçimde tek bir düşünme biçimine indirgeyerek diğer düşünme biçimlerini bunun dışında bırakmak olmuştur. Oysa çağdaş felsefede analitik ve kıtasal felsefe geleneği biçiminde bölünme bir yana, felsefenin edebiyatla, bilimle, tarihle ve hatta mitosla olan ilişkileri hakkında ifade edilenler çok açıkça özcü tanımlamanın yanılgısına işaret etmektedir.”6

    Felsefenin ya da çeşitli türlerden düşünme biçimlerinin birbirinden ayrılması süreci, modern ve bugün o süreci “geri döndürmeye” çalıştığı ifade edilen Batı düşüncesi içinde gerçekleştirilen bir süreçtir. Alpyağıl’ın örnek olarak göstermeye çalıştığı bugünkü Batı düşüncesi içinde sözünü ettiği bu eğilimlerin, elbette bir gelenek kurmak açısından önemi büyüktür. Ancak bu eğilimler hakkında konuşurken asıl problemleri gözden kaçırmamaya azami özen göstermeliyiz.

    “Felsefe nedir?” ve “Düşünce geleneği kurmak derken, hangi felsefe ile nasıl bir kök arasında bağ kurulması gerekir?” soruları bu bağlamda hayati bir öneme sahiptir. Felsefenin kökenini ister Eski Yunan’a, isterse de ondan eski olan geleneklere bağlayalım, felsefe, modern döneme kadar “hikmet sevgisi” olarak anlaşıldı. “Kavramlar tanımlanmalarına katkıda bulunan kavramsal kişiliklere gereksinim duyarlar. Bilgi-dostluğunun Yunanca kökenine tanıklık ettiği bile söylenen Dost da böylesi bir kişiliktir. Başka uygarlıkların Bilgeleri vardır, ama Yunanlılar daha alçakgönüllü olmakla kalmayan bu ‘dostları’ sunarlar. Bilgenin ölümünü onayan ve onun yerine filozofları, bilgeliğin dostlarını, bilgeliği arayan, ama biçimsel olarak ona sahip olmayanları geçirenler, Yunanlılar olsa gerektir. Ne ki, filozof ile bilge arasında bir merdivenin basamaklarındaki gibi bir fark olmayacaktır yalnızca; Doğu’dan gelmiş yaşlı bilge belki figürler aracılığıyla düşünmektedir, oysaki filozof, Kavram’ı keşfeder, onu düşünür. Çok değişmiştir bilgelik… Yunanlılar, bundan böyle bir başkasıyla değil, ama bir Bütünlük’le, bir Nesnellik’le, bir Töz’le ilişkiye giren dostu, felsefe aracılığıyla bir güç gösterisinden geçirirler.”7

    Deleuze’den yapılan bu alıntılar, özellikle Batı felsefesi içindeki, önce parçalanma, sonra da bulutsu bir belirsizlik içinde tekrar bütünleşme çabasının asıl mahiyetini gösterdiği için önemlidir. Zira Alpyağıl’dan alıntıladığımız kısımlarda biraz da umutla bahsedilen günümüz Batı düşüncesinin sorunlarının da, üzerinde biriktirildikleri modern felsefelerin sorunları kadar önemli olduğunu gösterir. Önemlidir, zira bir gelenek kurmaktan bahsedildiğinde, geleneğini “Yunan Bilgeliğine” değil ama rasyonalitesine bağlamış Batı düşüncesinin çeşitli türlerden fraksiyonlarının, ancak form ve biçimler açısından faydalı olabileceğini; ama meselenin aslını kavramak bakımından bize çok az katkı sağlayabileceğini ifade etmek gerekiyor. Formlarla meselesinin hakikatini birbirine karıştırmamaya çalışmak, gelenek kurma meselesi açısından en önemli çıkış noktamız olmalıdır. Felsefeyi “kavram,” sanatı da “duygulanım” aracılığıyla düşünme olarak açıklamaya çalışan Deleuze, yine de geleneğinin “kökenindeki” sorunlardan muzdariptir. Kopukluk, parçalanma, ayrışma ve o ayrışmaların birleştirilmesinin “özcülük karşıtlığı” gibi sunulan nihilizmindedir sorunlar. Gelenek denen şeyi yatay bir zeminde inşa etmeye çalışan modern ya da post-modern Batı düşüncesi içindeki çeşitli türden fraksiyonların her birisi çok temel eksiklikleri paylaşırlar. Miras, reddedildiğinde de, kabul edildiğinde de, o miras üzerine yükselen düşünceyi çeşitli biçimlerde etkiler. Yukarıdaki Deleuze alıntısında olduğu gibi, Batı düşüncesinin, Yunan felsefesinin sadece “post-hikmet” yönünü devralması, o düşünceyi dikey boyutlarından soyup kimi fantastik yönlerini kullanmayı sürdürerek yataya hapsetmiştir. Ve “oluş denizi” içinde sonsuz devinimlerin içinde, sabit bir hakikat arama çabasının dahi özcülükle nitelendirildiği parçalanmış bir miras, Deleuze gibi modern felsefeye eleştiri getirenlerin de mirası olagelmiştir.

    Oğuz Haşlakoğlu’nun felsefeyi anlamaya çalıştığı Platon Düşüncesinde Tekhne başlıklı kitabında tekhne kavramı üzerinden felsefe ve sanatın ortak köklerini kavramaya çalışması, Alpyağıl’ın arayışı kadar, hatta ondan da önemli bir çıkış noktası olabilir bir düşünce geleneği arayışında. Haşlakoğlu’nun kitabı, Platon’un Aristocu yorumunun adeta “saptırılmış bir felsefe tarihine” yol açtığını, Platon’un felsefeye verdiği anlamla (sahne değiştirme) Aristocu yorumun ortaya çıkardığı anlamlandırma sorunlarının, bugüne gelinceye kadar (hatta Heidegger’in de Aristo’nun bir re-enkarnasyonu olduğunu belirtmesiyle önemli bir iddia sunmaktadır ortaya) Batı felsefesi (hatta İslam felsefesinde de) devam ettiğini ifade etmesi8 Deleuze’ün yukarıda alıntıladığımız pasajındaki sorunların kökenini bize göstermesiyle önemli bir çıkış noktası olabilir. Bu kitabın bize açabileceği yolları yazı dizisinin son bölümünde ele almak üzere, gelenek meselemize geri dönelim.

    Bağları Çözen Bir Gelenek Örnek Olabilir Mi?
    Şimdi tekrar “felsefe nedir?” sorumuza dönelim ve bu defa bu soruya bir başka düşünür aracılığıyla cevap bulmaya çalışalım. Bu sorunun cevabı, “akıl” denen şeyin ne olduğuna vereceğimiz cevaplara bağlıdır. Zira yukarıda bahsettiğimiz bölünmeler, parçalanmalar ve günümüz Batı düşüncesinde bu bölünmelere karşı sunulan çözüm reçetelerinin sorunları, akıl meselesindeki ayrımlarla birlikte “hikmet” ile “bilgi” arasındaki bağların çözülmesinden kaynaklanır.

    Seyyid Hüseyin Nasr, akıl meselesini ele aldığı bir makalesinde, “akıl”ın, bağlı olduğu/olması gerektiği Akl’dan koparılmasını tarihi bir kopuş olarak değerlendirir. “Bundan dolayı insanı yalnızca ‘akıllı hayvan’ olarak tanımlamaktan çok, Mutlak üzerine merkezlendirilmiş bütüncül bir akıl bağışlanmış ve Mutlak’ı tanımak üzere yaratılmış bir varlık olarak tanımlayabilirsiniz… Bilmek demek, nesnel dünyayı teşkil eden her şeyin kaynağı olan Yüce Cevher’i ve insan bilincinin merkezinde parlayan ve güneş ve ışınları arasında söz konusu olduğu şekilde akılla ilişkili olan Zât-ı İlâhî’yi nihai olarak bilmektir.”9

    Yazının en başında Fütûhât’ın alıntıladığımız ilk cümleleri, Zât-ı İlâhî’yi nihai olarak bilmenin yolları üzerine hayati bir çıkış noktası arz eder. Düşünme, son tahlilde Zât-ı İlâhî’yi ve O’ndan dolayı da yarattıklarını bilmenin yollarını aramak demektir. Ve Fütûhât’ın giriş cümleleri, bir yanıyla yokluk’a, öte yanıyla da “yokluğun yokluğuna” (Ayân-ı Sabite’ye?) yönelecek akleden kalbin düşünme/olma güzergâhlarını çizmesiyle tekrar tekrar dönülüp her dönüşte biraz daha derine kazınması gereken bir hazine. Nasr da o hazineden payını almış önemli bir düşünür olarak modern düşüncenin hayati eksiklikleri üzerinde durarak, “düşünce gelenek”inin çapasının nereye bağlanması gerektiğini anlamaya çalışıyor.

    Nasr’a göre Akl’dan koparak, akıldan (intellect) usa (reason) dönüşen akıl, öncelikle felsefenin ilk boyutu olan hikmeti tahrip etmiştir. Bu mesele, en başından beri cevabını aradığımız, nereye bağlanacağımız sorunudur. Ve bu sorun coğrafya, kültürel havza ve dile bağlı olmakla birlikte, onların hepsinin üstünde yer alır. Diğer her şey gelenek oluşturma meselesinde yatay zemini oluştururken, dikeye açılan yollar inşa edilmedikçe gelenek denen şeyin asıl anlamı ihmal edilmiş olacaktır. Alpyağıl’ın kitaplarında, özellikle dinle ve din felsefesi ile bağ kurması gerektiği ifade edilen felsefe gelenek-i, dini, “bölümler içinde bir bölüm” ya da “fragmanlar içinde bir fragman” olarak ele alması bakımından bizce eksiktir. Eksiktir, çünkü tüm her şeyin üstünde/kökünde yer alanın, kurulması muhtemel bu gelenek içinde büyük oranda Batı’daki düşünürlerin değerlendireceği biçimde “özcülükle” irtibatlandırılma ihtimali vardır. Alpyağıl’ın “gelenek” kavramı ile bizim ele almaya çalışacağımız gelenek arasındaki temel ayrım buradadır. Öncelikle hayati olan mesele, o geleneğin, coğrafi ya da kültürel bağların çoğu zaman oynak zemini üzerinde kurulması değil, “akıl” ve “bilgi”nin hak ettiği yerle ilişkilendirilmesi meselesidir.

    Batı düşüncesinin ana akımının Rönesans sonrasında parçalayıcı, bağları çözücü, dikotomiler yaratıcı olduğunu söyleyebiliriz. Bu parçalanmanın karşısında özellikle Romantikler ve sonrasında Nietzsche ile başlayan başkaldırma da, gelenek-in bağlandığı yerin sorunlarıyla irtibatlıydı elbette. Hume’u övgüyle anan Kant, Hume’un; Kant’ı yerden yere vuran Nietzsche Kant’ın; Heidegger Nietzsche’nin; Gadamer Heidegger’in vs. sorunlarından bir kısmını teslim alıyordu çünkü. Modern parçalanmacılığın ve “parçalı kesinliğin” karşısına, daha bütüncül görünen ama aslında fluluğun ve agnostizmin birbirine karıştığı bir nihilizmin geçme şansı yüksekti elbette. Günümüz Batı düşüncesinin gelenek-e her geri dönüşü, onu aynı yere çıkarmasa da benzer problemlerin farklı yüzlerde yeniden inşasına zemin hazırlıyor. Önce “akıl” Akl’dan ayrılıyor ve bu kopuş, Aydınlanma’nın “kendi ayakları üzerinde duran ve başka hiçbir şeye ihtiyaç duymayan” insan modelinin tüm Batı düşüncesine -modern ya da anti-modern- hâkim olduğu bir duruma eviriliyor. Düşünmenin formları önce mikro boyutlara kadar küçültülüyor. Sanat, bilim, felsefe, din ve onların içindeki binlerce uzmanlık adacığı… Dinin bile Tanrı’yı kovmaya çalıştığı bu yeni bölünmüşlük içinde her alan kendi bağımsız adacığında hükümranlığını ilan ediyor. “Pratik akıl,” “saf akıl”dan ayrılıyor ve her ikisinin “yargı gücü”nden bağımsızlaştığı garip bir akıl kakofonisi, bilmenin ve aklın sınırlarını “görmek istediklerinin temsil ettiği rasyonalizmin” sınırlarına çekiyor. Ancak Külli Akl’a bağlı olduğunda değerli olan akıl, bir mantık aracına indirgeniyor. “Kendinde şey bilinemez” yargıları üzerinden, aklın, Akl ile birlikte tüm gerçek metafizik ile bağları çözülüyor ve üstelik bu çözülme sahte bir metafizik ile birlikte rasyonel teolojiye de zemin hazırlıyor. Sonra metafiziği ortadan kaldırmak için ortaya çıkan düşünürler, ortadan kaldırdıkları metafiziğin ardından öne sürebilecek bir hakikat bile bırakmıyorlar. Ortalığın toz duman olduğu bu ortamda, hakiki metafizik ile birlikte, hakiki teoloji de kayboluyor. Ortadan kaybolan hakiki teolojinin yerini bambaşka bir teoloji alıyor. Son tahlilde teoloji, din felsefesi ve felsefe derken, öncelikle, “çoğulculuk” meselesinden ziyade aklın ve bilginin ilkeleri meselesini ele almak, gelenek kurmak konusundaki asıl meseledir. “Özcülükle” suçlanmak pahasına…

    Dipnotlar
    1 İbn’ül Arabî, Muhyiddin. Fütuhat-ı Mekkiyye (Çev. Ekrem Demirli), Cilt 1, S.15
    2 Derrida’dan aktaran Almond, Ian. Ibn Arabi ve Derrida. Ayrıntı Yayınları. S.14
    3 A.g.e. S.24
    4 Alpyağıl, Recep (2010).Türkiye’de Otantik Felsefe Yapabilmenin İmkânı ve Din Felsefesi. İstanbul: İz Yayıncılık. S.24
    5 Alpyağıl, Recep (2010).Türkiye’de Bir Felsefe Gelen-ek-i Kurmaya Çalışmak. İstanbul: İz Yayıncılık. S.21
    6 Alpyağıl, Recep (2010).Türkiye’de Otantik Felsefe Yapabilmenin İmkânı ve Din Felsefesi. İstanbul: İz Yayıncılık. S.18
    7 Delueze, Gilles-Guattari, Felix (1996) Felsefe Nedir? (Çev. Turhan Ilgaz). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. S.12
    8 Haşlakoğlu, Oğuz. Platon Düşüncesinde Tekhne (2016). Sentez Yayıncılık. S. 11-15
    9 Nasr, Seyyid Hüseyin (2001). Bilgi ve Kutsal (Çev. Yusuf Yazar). İstanbul: İz Yayıncılık. S.14