ÖTEKİ ENDÜLÜS: SİCİLYALI MÜSLÜMANLAR VE HRİSTİYANLAR ARASINDA BİR KARŞILAŞMA HİKâYESİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Sicilya’da Müslümanlarla Hristiyanların Yan Yana Serpildiği Vakitler
    Zaman zaman “Müslüman İspanya” ya da Endülüs’teki muhteşem şeyler üzerine düşünürüm. Yaklaşık 711’den başlayıp 1492’de sona ermesine kadar burada Müslüman yöneticiler hep bir convivenciayı korudular. “Birliktelik içinde yaşamak” ya da “birlikte var olmak” anlamına gelen bu İspanyolca kelime, Avrupa kıtasında eşi görülmemiş bir inançlar arası iç içe geçme seviyesine izin veren bir yaklaşıma gönderme yapar. Belki de Endülüs Müslümanlar, Hristiyanlar ve Yahudiler arasındaki beraber yaşamanın zirvesini temsil eder. Burada ayrıca, Sicilya’dan ve -bugün İtalya’ya ait- adalardan doğan parlak bir tarih; sıklıkla görmezden gelinen veya yanlış değerlendirilen bir tarih söz konusudur.

    Sicilya’da gelişmiş yekpare topluma, Hristiyanlık veya İslam bağlamında, nerdeyse hiçbir Avrupa tarihçisi değinmemiştir. Asırlar boyunca süren, inançlar arasındaki kültürel, dinsel ve bilimsel alışveriş Norman, Arap ve Bizanslı köklerden türeyen melez bir kültür doğurmuştur. Bir zamanlar Sicilya Batı ile Doğu arasında, İslam’la Hristiyanlık arasında tam bir kavşak noktasıydı.

    Arap Müslüman Yönetimi
    Müslümanlar İtalyan tarihiyle çok az bağlantılandırılırlar, ancak Sicilya’yla İslam’ın teması, Hazreti Peygamberin vefatından aşağı yukarı 20 yıl sonra, Hazreti Osman döneminde başlamıştı. O dönemde Suriye valisi olan Muaviye, Müslümanlarla Bizans İmparatorluğu arasında batıda cereyan eden çarpışmaların uzantısı olarak Sicilya’ya bir deniz seferi düzenlemişti. Yaklaşık 200 yüzyıl boyunca Müslümanlar, o zaman bir Bizans vilayeti olan adayı denetim altına almak için yoğun çaba sarf ettiler. Bu çabalar içinden başarılı olan askerî sefer, İfrîkıye -veya bugünkü Tunus- bölgesindeki Kuzey Afrika Müslümanlarınca gerçekleştirilen seferdir.

    Endülüs’ün aksine Sicilya Müslümanların eline daldan düşen olgun bir meyve gibi geçmedi. Şehri zapt eden Müslümanlar bunu 75 yılda tamamladı. Sicilya’yı güvence altına aldıktan sonra Müslümanlar adayı üç idari bölgeye ayırdı ki adları bugün hâlâ yaşamaktadır. İlk bölge olan Val di Mazara batı kıyılarını kapsar. Arap Müslümanlar başkente Palermo adını verdiler. Sirakuza kentini de içine alan, Sicilya’nın merkezî bölgesine Val di Noto adı verilirken, geri kalan (ve en son fethedilen) bölgeye Val Demone adını verdiler. Katanya ve Messina kentleri bu son bölgede yer alır. “Val” kelimesi “vilayet” anlamına gelen Arapça kelimeden türemiştir.

    Başlıca üç Müslüman hanedan 1071’e kadar Sicilya’da hüküm sürmüştü. Bunlardan ilki, Bağdat’taki Abbasi Halifeliğinden ayrılan ve İfrîkıyeli bir aile olan, Sünni Ağlebîler’dir. Bunlardan sonra, kendilerini 909’de buradan süren ve Sicilya temelli Mehdiye’yi 916’da kuran Şii Fatımîler gelir. Fatimîler aslında 969’da Mısır’ı fethetmiş ve halifeliği 973’te yeni kurulan Kahire kentine taşımışlardır. Fatımî emirleri veya yöneticileri İfrîkıye’de ve Sicilya’da hüküm sürmüştür.

    Sicilya nüfusu bu Müslüman hanedanlarının yönetimi altında hızla büyümüş; Messina, Sirakuza, Sciacca, Mazara ve Castrogiovanni gibi onlarca yeni kent ve kasaba kurulmuş ve bu yeni kurulan yerlere nüfus yerleştirilmiştir. O dönem Sicilya’daki en güzel şehir, El-Banurmu veya basitçe El-Medîne (şehir) denilen Palermo’dur. Endülüslü bir coğrafyacı, seyyah ve şair olan İbn Cübeyr Palermo’yu hararetli ifadelerle betimler;

    “[Palermo] iki armağanla bezenmiştir; görkem ve refah. Arzulanabilecek tüm hayalî ve gerçek güzelliğe sahiptir. Görkem ve ihtişam tüm meydanları ve kırsal bölgeleri süsler, sokaklar ve yollar geniştir, kentin hâlindeki güzellikten gözler kamaşır. Kent baştan aşağı, Kordoba’dakilere benzeyen, kireçtaşından yapılma binalarla, harikalarla doludur. Dört kaynaktan çıkan ve her daim akan bir akarsu kenti kat eder. Sayılamayacak kadar çok cami vardır. Bunların birçoğu okul olarak da hizmet eder. Tüm bu görkem karşısında gözler kamaşır.”

    Palermo’nun gelişimi ve yayılımı büyük ölçüde zirai ve teknolojik yenilikler sayesindeydi. Müslümanlar pamuk, kenevir, hurma ağaçları, şeker kamışı, dut ve narenciye gibi birçok yeni mahsul yetiştirmeye başlamıştı. Bu ürünlerin yetiştirilmesi yeni sulama teknikleri sayesinde mümkün olabilmişti. Bu zirai yenilikler tekstil, şeker üretimi, ipek, kâğıt ve ip üretimi gibi diğer endüstrileri saf dışı bıraktı.

    Normanlar Ve II. Rugerro
    İtalya’ya ilk Normanlar yaklaşık 1000 yılında, Kudüs’e yaptıkları ziyaretten anavatanları Avrupa’ya dönerken gelmişlerdi. Bu gelişlerine, şehrini Müslümanlara karşı savunmada yardımlarını isteyen Salernolu III. Guaimar’ın çağrısı neden olmuştu. Şehrin savunmasının ardından küçük bir Norman birliği İtalya’da kaldı. 1016’da Norman Hristiyanlar Apulia’daki Monte Gargano’nun üzerinde bulunan Aziz Michael türbesini ziyarete gittiler. Burada, tarihsel kaynaklarda Ishmael olarak da adlandırılan ve Bari’deki Bizans karşıtı ayaklanmanın önderi olan Melus’la karşılaştılar. Melus, Normanlar’dan Bizans yönetiminden bağımsız olmasına uğraştığı kenti için yardım istedi. Böylece Norman fethi kademe kademe gerçekleşti.

    1061’de, Sicilya emiri İbnü’s-Sümme süren iç savaşta yardım etmeleri için Roberto Guiscardo ve Hauteville’li Roger’in önderliğindeki küçük bir askerî kuvvet tuttu. O dönemde oldukça geniş ve isyankâr bir Hristiyan nüfusa ev sahipliği yapan ada Arap emirleri arasında bölünmüştü. Normanlar sonunda güçlerini birleştirdiler ve 1071’de Palermo’yu ele geçirdiler, 1091 civarı ise Noto ve Malta adası -son Arap kalesi- Norman Hristiyanlarca alındı.

    Sicilya’nın en dikkat çeken hükümdarı II. Rugerro’dur. Rugerro, eski Papanın Akdeniz’de Müslümanlara karşı savaşmaları için görevlendirdiği Hristiyan şövalyelerin soyundandır. 1130-1154 yılları arasında Sicilya Kralı olarak hüküm süren Rugerro birçok tarihçi tarafından 12. yüzyıl Avrupası’nın en başarılı hükümdarlarından biri olarak görülür. Onun, içinde doğduğu ve melez kimliğini oluşturan Müslüman ve Yunan özel hocaların, kâtiplerin çok dilli, kozmopolit dünyasında yetişmesine olanak tanıyan “Akdenizin” bir “eseri” olduğu söylenir. Yine denir ki II. Rugerro Arapça’yı mükemmel konuşurmuş. Rugerro, Güney İtalya seferinde Müslüman askerin ve Arap mancınıklarının yardımını istedi. Askerleri yeni toprakları fethedince de Normanlar’a, Norman-Arap-Bizans tarzı devasa binaları inşa etmeleri için Arap mimarları seferber etti.

    İslam geleneğinin sanatsal yöntemleri Arap-Norman sanatının temelinin atılmasında gayet başarılı şekilde birleşti. San Giovanni degli Eremiti Kilisesi Arap ve Norman sanatının bu kaynaşmasının en önemli örneklerinden biridir. 1143-1148 tarihleri arasında II. Rugerro tarafından yaptırılan kilise, Arap sanatının 12. yüzyıl Sicilya toplumundaki etkisini apaçık gösteren kırmızı kubbeleriyle meşhurdur. The Diary of an Idle Woman in Sicily kitabında Frances Elliot kiliseyi “tamamıyla doğulu tarzında… Bağdat veya Şam’da olsa hiç sırıtmazdı” şeklinde tarif eder. Palermo Üniversitesi’nde Mimari Tarihi bölümün eski başkanı Giuseppe Bellafiore şu gözlemleri sunar;

    […] Arap-Norman mimarisi ifadesindeki saf Norman unsur aslında bu ifadenin sunduğundan çok daha azıdır. Norman hükümdarlarının buldukları ne varsa kabul etmeye dair bir öngörüleri ve kıvraklıkları vardır. Bir yandan da kendilerini asıl memleketlerine bağlayan ince bağlantıları yitirmiyorlardı. Norman yönetiminin gücü ve etkisi adadaki Müslüman topluluğa yönelik bilinçli esneklik siyasetlerinden kaynaklanıyordu. Böylece genel olarak kültür ve özel olarak mimari Norman’ların kendi asıl memleketlerine çok az şey borçludur.

    Kral Rugerro yeni bir Sicilya toplumu inşa ederken oldukça çeşitli kültürel mirasları kullanmaya meraklıydı. Müslüman askerler, şairler ve bilim insanları sarayında ve dairesinde oldukça önemli roller üstlenmişlerdir. Araplar tarafından önceki iki asır boyunca geliştirilen zirai ve endüstriyel teknikler Sicilya sanatını, ekonomisini ve kültürünü geliştirmek için ciddi biçimde kullanılmıştır.

    II. Rugerro’nun dünyaya bakışı, “Batı” dünyasında çok-kültürcülüğün yaygın hâle gelmesinden çok daha önceleri çok-kültürcüydü. Saray dili Fransızcaydı, ancak kraliyet fermanları kime gönderilecekse o halkın diliyle yazılıyordu; Latince, Yunanca, Arapça ve İbranice. Astronomi, tıp, felsefe ve matematik Rugerro’nun sarayında tartışılan konulardan bazılarıdır. Sarayda, Avrupa’nın dört bir yanındaki üniversitelerde 12. yüzyılda temel metinler hâline gelecek, farklı dillerden birçok kitap çevrilmişti.

    Bilginin öğretilmesi ve yayılması II. Rugerro Sicilya’sının, Sicilya toplumunun asli öğelerinden biriydi. Saltanatı hakkında yazılan en meşhur kitap -The Book of Roger (aynı şekilde Kitâbü Rucâr/ El-Kitâbü’r-Rucârî adıyla da bilinir)- Müslüman Arap bir coğrafyacı olan Muhammed El-İdrisî tarafından Arapça yazılmıştır. İdrisî, coğrafya ve ana iklim bölgeleri üzerine bir kitap yazmak için istihdam edildiği Rugerro’nun sarayında bulunmuştu. The Book of Roger, İdrisî’nin dünyayı bir küre olarak gösterdiği ve yerçekimi kavramına dair ipuçları verdiği abidevi düşünceleri içeren bir kitaptır. Kitabı överken tarihçi S. P. Scott şu yorumu yapıyor; “üç asır boyunca coğrafyacılar hiç değişiklik yapmadan bu kitabın haritalarını kullandılar.” II. Rugerro maalesef kitabın tamamlandığını görecek kadar yaşamadı; İdrisî’nin kitabı Sicilya’nın bu büyük hükümdarının 1154’deki göçüşünden birkaç hafta sonra tamamlandı.

    Serpildiği kültürel veya dinsel geleneğe bakmadan bilginin peşine düşen bu insanlar 13. yüzyılda Salerno Üniversitesi’nin kurulmasını sağlamışlardır. Salerno dünyadaki en meşhur tıp okulu olacak ve İbn Sînâ’nın/Avicenna’nın kitapları Latince’ye burada çevrilecektir. Bir Müslüman tarafından gerçekleştirilen ilk bilimsel teşrih de yine burada, Salerno’da yapılmıştır.

    Ariano Kanunları olarak bilinen ve Norman, Fransız, Müslüman, Bizanslı hukuk kuramlarından devşirilip 1140’da yürürlüğe konulan kanunlar dizisi de II. Rugerro’nun muazzam mirasıdır. Bu kanunlar 12. yüzyıla göre oldukça ilericiydi, çünkü ister Yunan, Latin, Yahudi isterse Müslüman, Lombard veya Arap olsun tüm Sicilyalılar bu kanunlar altında eşitti. Rugerro Hristiyan olmayanlara karşı, Arap Müslüman yönetimden kalan geleneğe karşı oldukça hoşgörülüydü. Bu hoşgörü tüm dünyanın gıptayla baktığı diyalog ve entelektüel özgürlük iklimini doğurmuştur. Bir İngiliz tarihçinin Sicilya Krallığı üzerine söylediği gibi;

    Norman Sicilyası Avrupa’da -hatta oldukça bağnaz olan tüm Orta Çağ dünyasında- hoşgörü ve aydınlanma örneği olarak, herkesin kan ve inancıyla ayrıldığı diğerlerine karşı duyduğu saygının timsali olarak öne çıkar.

    Norman Hristiyanlarının diğer inanç mensuplarına karşı gösterdiği hoşgörü 12. yüzyıl için alışılmışın dışındaydı. Sicilyalı Müslümanların şeriata göre, özellikle Maliki mezhebine göre yaşamaları teminat altına alınmıştı. Mesela karşılıklı olarak tanınmış kadı (veya hâkim) El-Mâzerî, Hristiyanlarca atanan Müslümanların nasıl yasal bir gücü olduğunu ve kayıtsız şartsız itaat edilmesi gereken kişiler olduğunu gösteriyor. Hristiyanların yönetimindeki Sicilya’da Müslümanlar kendi toplulukları içinde hem toplumsal konumlarını hem de yasal yetkilerini muhafaza etmişlerdi. Norman Hristiyanları Müslümanlara, Hristiyanlara koyduklarından biraz fazla vergi koysalar da Müslümanların özel mülkiyet hakları yasaların koruması altındaydı. 12. yüzyıl Sicilya Hristiyanları Müslümanları korumak için onlara bu vergi yükünü yüklerken birer İslam kurumu olan cizye ve zimmi şeklindeki yasal ve mali yapıları benimseyip uyguluyordu.

    Norman Sicilya’sından çıkan en muhteşem hikâyelerden biri de II. Rugerro’nun torunu olan II. William döneminde gerçekleşmişti. Endülüslü coğrafyacı, seyyah ve şair İbn Cübeyr 1184’de Mekke’ye yaptığı hac ziyaretinden sonra Sicilya kıyılarına seyahat etmişti. Sicilya’yı karşı kıyılardan ayıran Messina Boğazı’nda gemisi karaya oturunca İbn Cübeyr ve diğer Müslümanlar vahşi denizde boğulma tehlikesiyle karşı karşıya kaldılar. Messina yerlileri bunların feryatlarını işitince hemen sallarını boğulanları kurtarmak için denize saldılar. O sırada bazıları gemi kazasından Müslüman hacıları kurtarmak için yüksek ücretler isteyerek kâr sağlamayı umuyordu. Bu yüksek ücretlerle karşılaşan Müslümanların talep edilen ücretleri ödemeye güçleri yetmeyince denizde boğulma tehlikesiyle burun buruna geldiler.

    O sırada, diye kaydeder İbn Cübeyr, kıyıda ata binmiş bir adam belirdi, Messinalılara emirler veriyordu. Müslüman hacılar da kurtulmuş, güvenli bir şekilde karaya çıkartılmıştı. Durumun dönüşüne şaşıran İbn Cübeyr atlı adama teşekkür etmeye gitti ve gördü ki bu adam II. William’dı. Hristiyan Norman kral İbn Cübeyr ve Müslüman arkadaşlarını hoş karşıladı ve Sicilya’da güvende olduklarına dair söz verdi.

    İbn Cübeyr sokaklarda gezerken birçok Hristiyan’ın Arapça konuştuğunu gördü ve baktı ki II. William’ın üst düzey resmî görevlilerinin çoğu müslümandı. “[II. William’ın] yaklaşımı gerçekten sıra dışı” diye yazar İbn Cübeyr. “Müslümanlara yaklaşımı mükemmel, onlara iş veriyor, görevlilerini onlar arasından seçiyor ve hepsi, neredeyse hepsi, İslam inançlarını sürdürüyorlar.” İbn Cübeyr şöyle devam ediyor; [II. William] Müslümanlara sonuna kadar güveniyor ve işlerini, en önemli işlerini bile onların ellerine bırakacak kadar itimat ediyor. Hatta o derece ki baş aşçısı bir Müslüman.” II. William hicri tarihli Arapça paralar bastırmakla kalmamıştı, saray mahkemesinin kayıtları da Arapça yazılıyordu.

    Kutsal Roma İmparatoru II. Frederick
    Sicilya Krallığını yöneten efsanevi krallar yalnızca II. Rugerro ve II. William değildi. II. Rugerro’nun torunu ve Kutsal Roma İmparatoru II. Frederick de Sicilya’da hüküm sürmüştü. Yarı Alman yarı Norman’dı. Annesinin memleketi olan Sicilya’da büyüyen Frederick yarı Arap yarı Yunan kültüründe doğmuş ve bu kültürde yetişmişti ki onun için İslam ve Hristiyanlık öğelerini birleştirdiği söylenir. Konuştuğu diller yalnızca Arapça ve Yunanca değildi, Frederick aynı zamanda Latince, Almanca, Fransızca ve Sicilyaca da konuşuyordu. H. G. Wells şöyle yazıyor; “II. Frederick Hristiyanlığa dair İslami bir bakış açısına ve İslam’a dair Hristiyanca bakış açısına varmıştı.” Frederick ayrıca çağdaşı olan bir kronikte stupor mondi (dünyanın harikası) olarak tarif edilir ve Frederick Nietzsche onu “ilk Avrupalı” olarak adlandırır. Yine 1231 tarihli, Liber Augustalis olarak da bilinen ve Sicilya’da 1819’da kadar yürürlükte olan bir dizi yasalar külliyatı, yani Melfi Kanunnamesi de onun tarafından vaz edilmiştir. Dedesinin Ariano Kanunları’na dayanan Melfi Kanunnamesi Sicilya Krallığının tüm mensuplarına “kanun karşısında eşitlik” tanıyordu. Kanunnamenin dikkat çeken bir başka yönü ise Lucera’da sadık bir Müslüman topluluğu ve ordusu olduğunu ifade etmesi, ayrıca krallıktaki Yahudilere de kanun karşısında eşitlik tanımasıydı.
    II. Frederick’in Müslümanlarla kurduğu samimi ilişki meşhurdur. Tasavvufa merak duyduğu söylenir. 1228’de Frederick Filistin’e doğru bir Haçlı seferine çıkmaya karar verir. Ancak bu, bilindik, saldırgan Haçlı seferlerinden değildir. Onun seferi yalnızca tarihsel açıdan Haçlı seferidir ve bu seferde şiddete yer yoktur. Kahire’yi ziyareti sırasında Frederick, şiire, felsefeye ve satranca yönelik ilgisini paylaşan Mısırlı Sultan Melik El-Kâmil’le tanışır. İslami geleneğe saygısının nişanesi olarak II. Frederick Sultan El-Kâmil’e çok sevdiği kartallardan hediye ederken karşılığında sultan da ona fil hediye etti. İki hükümdarın karşılaşmasının sonucunda ateşkes ilan edildi ve 18 Şubat 1229’da antlaşma imzalandı. Böylece II. Frederick Kudüs, Beytlehem ve Nazaret’teki kutsal yerlerin denetimini eline alırken Kubbetü’s-Sahrâ ve Mescid-i Aksa Müslümanların elinde kalıyordu. Bu, hem Müslümanlar hem de Hristiyanlar için kazanılmış kansız bir zafer demekti. Basit bir diplomatik takas Hristiyan-Müslüman ilişkisinde şiddetin daha önce hiç olamadığı kadar başarılı olmuştu. İşte bu yüzden tarihçi Humbert Fink, Frederick’in mirası hakkında şunları yazmaktadır;

    [O,] Doğu’ya ve Araplara kılıçla değil de ikna sanatıyla ve o güne kadar oluk gibi kan akmasına neden olan yaklaşım yerine empatiyle yaklaşan ilk Batılı hükümdar ve monarktı.

    Müslüman ve Hristiyan Uyumu
    Asırlar öncesinde olduğu gibi Sicilya dikkat çekici melez kültürel öğeler sergilemeye devam etti. Bugün bile Sicilya’da geçmişin hâlâ yaşayan gelenekleri görülebilir. Alcantra (Arapça köprü anlamına gelen el-kantara kelimesinden), Gibellina (Arapça dağ anlamına gelen el-cebel kelimesinden) gibi yer adları mesela, bunun örneklerinden yalnızca iki tanesi. Hâlâ birçok yer adının Arapça olduğu anlaşılıyor, bazı örneklerde ise yalnızca adları değil sokakların eski özelliği de korunmuş. Palermo’daki Lattarini semtinde mesela, 9. yüzyıldan beri güzel koku satanlar ve bakkallar yerleşmişti. Araplar bu semte el-attârîn demişler, koku satanlar pazarı anlamında.

    Sicilya’daki Arap ve Normon hâkimiyeti gerçekten boyundan büyük işler başarmıştır. Burası Müslüman-Hristiyan karşılaşmasının tarihteki ana merkezlerinden biridir. Çoğulculuk burada, İslam’ın altın çağı ve Avrupa’nın daha karanlık günlerinde bu adada serpildi. Sicilya bize hiç kuşkusuz Batı ve Doğunun, aynı şekilde İslam ve Hristiyanlığın birbirlerini dışlayan şeyler olmadıklarını hatırlatıyor. Hatta tam aksine bu ikisi dünyada bilinen en muazzam medeniyetlerden bazılarını yaratmak için birleşmişlerdi.