Tasavvufun Kozmoloji Anlayışı:
Hakikat ve Hayalin Mertebeleri -3-

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • İnsan ve Âlemdeki Konumu

    Tasavvufun âlem tasavvuru üzerine yazdığımız ilk iki yazımızda bu kozmoloji anlayışının dayandığı temelleri ve âlemin yaratılışı ve âlemdeki şeylerin sıradüzenini konu edindik. Bu üçüncü yazımızda ise âlemde yer alan bir unsur olarak insanın durumunu inceleyeceğiz. Tasavvuf kozmolojisi insanın kökeni, doğası ve kaderi, evrende insanın konumu hakkında bütünlüklü bir antropoloji doktrinine sahiptir. Bu doktrin bize insan varlığının bedenlilik ve ruh gibi kurucu unsurlarının temel özelliklerinin yanı sıra insanın âlemdeki konumuna dair bir perspektif sunar. Bu perspektif Gnostik, Hermetik ve gizemci geleneklerin insan hakkındaki tasavvurlarıyla birçok açıdan örtüşse de gerçekte sufilerin Kur’ân ya da sünnetteki ifadelerin yorumlayarak ulaştıkları türden açıklamalardan oluşması dolayısıyla özgün bir karakterdedir.

    Tasavvuf kozmolojisi insanla ilgili yukarıda zikrolunan hususlar çerçevesinde ele alındığı vakit bu sistemin antroposentrik/insan-merkezlilik özelliğinin en az Tanrı-merkezlilik özelliği kadar baskın olduğu görülür. Dolayısıyla bu kozmolojide insan birbiriyle çok sıkı irtibatlı olan biri ontolojik diğeri ise epistemolojik değeri haiz iki temel ilkesel yön ile karşımıza çıkar. İnsan âlemdeki diğer şeylerin meydana gelmelerinde etkin bir konumda olması ve Tanrının onları var etmesinde aracılığı dolayısıyla ontolojik bir ilkedir. Öte yandan Tanrının âlemi yaratmasındaki gaye olan bilinme sevgisinin en mükemmel biçimde kendisinde tahakkuk ettiği varlık olması dolayısıyla âlemin gayesidir ve bu bakımdan eşyanın hakikatlerini ve buradan hareketle Tanrıyı bilmesi insanı epistemolojik bir ilke konumuna getirmektedir.

    İnsanın tasavvuf kozmolojisi içinde ontolojik ve epistemolojik açıdan merkezî konumu açıklanırken bu doktrinde yer alan temel bir ayrım göz önünde bulundurulmalıdır. Bu ayrım insanın türsel düzeyi ile insanın ferdî düzeyi arasındaki ayrımıdır. Tasavvuf kozmolojisinde tür olarak insan ile kozmostaki insanlık mertebesi kastedilir ve türün bütün fertleri bu düzeyde eşit seviyededirler. Ferdî düzeyde ise fertler arasındaki eşitlik ortadan kaybolur. Bu önemli ayrıntıyı hatırda tutarak asıl konumuza yani insanın kozmolojik açıdan taşıdığı anlama tekrar dönelim.

    Yukarıda insanın âlemde merkezî bir konumda olduğu ve bunun insanın biri ontolojik diğeri epistemolojik olmak üzere iki yönü dolayısıyla olduğunu zikrettik. Peki, neden insan bu iki yön dolayısıyla merkezî konumda durmaktadır? Bunu anlamak sufilerin insanın hakikatine dair temel görüşlerin bilinmesiyle mümkün olacaktır. Bu amaçla sufilerin önceki yazılarımızda ele aldığımız ilahi isimler teorisi ve kozmogonilerini tekrar göz önüne getirmeliyiz. Hatırlanacağı üzere tasavvufi kozmogoni âlemdeki her bir şeyin gerçekte Tanrıya ait bir ismin imkân âlemindeki tecellisinden ibaret olması kabulüne dayanmaktaydı. Âlemdeki şeylerden bazılarının diğer bazılarına göre evleviyeti ya da şümullü olması gibi durumlar bu şeylerin hakikatlerini teşkil eden ilahi ismin diğer ilahi isimlerle bu türden bir ilişki içinde olması bağlamında açıklanmaktaydı. Bu çerçeveyi dikkate aldığımızda sufilerin insanın hakikati ile Allah ismi arasında paralellik kurdukları görülür. İşte insani hakikatin bu özelliği ona ontolojik açıdan merkezî bir konum sağlamıştır. Şöyle ki, Allah ismi ilahi isimlerin en kapsamı geniş olanıdır. Dolayısıyla âlemdeki şeylerin hakikatleri konumunda olan diğer ilahi isimler onun şemsiyesi altında toplanırlar. Allah isminin bu kuşatıcılık özelliği hakikatini teşkil ettiği varlık olan insanın da böyle olmasını yani âlemdeki şeylerin hakikatlerini kendi hakikatinde cem etmesini iktiza edecektir. Bu özellik ise beraberinde bazı ontolojik sonuçları getirir.

    İnsanın hakikatinin bütün âlemi kuşatacak denli olağanüstü bir kapsama sahip olması ontolojik açıdan öncelikle insanın zübde-i âlem yani âlemin özeti olması ve âlem-i sağîr/microcosmos yani küçük âlem olarak adlandırmasına yol açmıştır. Ancak insanın âlemdeki şeylerin hakikatlerini cem etme özelliği, bu hakikatlerin ferdî suretlerini cem etme anlamı taşımaz. Dolayısıyla zübde-i âlem olmak demek ferdî suretlerin toplamı olmak demek değil bu suretlerin hakikatlerini cem etmek demektir. Bu anlayış çerçevesinde holistik bir âlem tasavvuru geliştiren sufilere göre insan âlemdeki her şeyle irtibatlıdır ve her şey de insan vasıtasıyla birbiriyle irtibatlıdır.

    İnsanın cem edicilik özelliği onu âlemde merkeze taşısa da ona asıl ontolojik ilke olma durumunu bahşeden cem ediciliğin pasif yapısından ziyade insanın âlemin yaratılışında vesile ve gaye olma ve yönetiminde etkin bir konumda bulunma özellikleridir. Hatırlanacağı üzere âlemdeki şeylerin hakikatlerinin varlık kazanmaları bir sıradüzeni içerisinde gerçekleşmiştir. Bu sıradüzeninin ilk halkasını teşkil eden hakikat âlemdeki her şeyin hakikatini kuşatan külli bir hakikattir. Sufilere göre bu hakikat bir insan ferdine, Hz. Muhammed’e ait olmakla birlikte nihayetinde insan türünün külli hakikatini temsil etmektedir. Bu külli hakikat âlemin potansiyelini kendisinde gizlediği için âlemin hammaddesi/heyulasıdır. Tanrı bu heyulada âlemin hakikatlerinin suretlerini açmış ve bir insan ferdine ait hakikat vesilesiyle âlemi halk etmiştir. Bu vesileci yaratılış anlayışı insanın âlemdeki diğer şeyler ile Tanrının zatı arasında ara bölge/berzah olmasına neden olur. Öte yandan ilahi isimler içerisinde zata işaret eden bir isim olarak temayüz eden Allah isminin mazharı ve tecelligâhı olması dolayısıyla insan imagio Dei/Tanrısal surete uygun bir yaratılışa sahiptir. Bu özellik daha sonra ele alacağımız epistemolojik ilke olma hususunda teorik bir zemin teşkil etmenin yanı sıra insanın hem tür hem de fert itibariyle halifetullah olması, âlemi tedbir etmesi gibi ontolojik sonuçlara da yol açan ana esastır.

    İnsanın âlemin yaratılışında vesile olma, Tanrısal suret üzere olma, bütün âlemi ihata gibi ontolojik açıdan merkezî konumu onun şuur ve idrak sahibi bir varlık olmasından kaynaklanan epistemolojik ilke olma özelliği ile birleştiğinde insan âlemin varlık gayesi durumuna çıkar. Âlemdeki hiçbir varlık bu açıdan insanla eşit düzeyde değildir. O, her şeyi ihata eden bir hakikate sahip olması dolayısıyla her şeyi bilebilme özelliğine sahiptir. Bunların içine Tanrının bilinmesi de dâhildir ki, bu Tanrının âlemi yaratmasındaki gayeyi teşkil etmektedir. İnsan şuur ve idrak melekesi nedeniyle Tanrının âlemi yaratma gayesi olan bilinme arzusunu gerçekleştirerek ontolojik açıdan vesile olma konumuna ek olarak âlemin ontolojik gayesi olma durumuna da çıkar.

    İnsanın epistemolojik olarak ilke olmasının bu çerçevede anlamı üç farklı yönden ele alınmalıdır. Öncelikle Tanrının kendisini insan vasıtasıyla bilmesidir. Bu durum insanın yukarıda ontolojik açıdan haiz olduğu zübde-i âlem olma özelliğinin getirdiği bir sonuçtur. Tanrı, isimlerinin dağınık bir şekilde tecelli ettiği âlemde kendi kemalini gördüğü gibi toplu olarak insanda kendi kemalini görür ve bilir. İkinci yön itibariyle insan, âleme yönelerek âlem vasıtasıyla Tanrıyı bilir. Bu durum da ilahi bilinme arzusunun hedefini tahakkuk ettiren önemli bir yöndür. Üçüncü yön ise insan vasıtasıyla Tanrının bilinmesidir. Bu yön itibariyle insan daha çok imagio Dei özelliğinin sonucu olarak Tanrının bilinme arzusunun ikonu konumuna gelir. Zira insanı gören onun hakikati olan Allah’ı onda görerek bu şekilde Allah’ı bilir.

    İnsanın ontolojik ve epistemolojik açıdan âlemde merkezî bir konumda olmasıyla ilgili yukarıda kısaca değindiğimiz bu hususlar tasavvuf edebiyatında yoğun şekilde işlenen konular arasındadır. Dolayısıyla ister nazım isterse nesir tarzında yazılmış olsun tasavvuf edebiyatına ait birçok eserde insanın her şeyi cem eden bir hakikate sahip olması, kaynağının Hakk’ın zatı olması, Ondan gelip yine Ona döneceği, bu geliş ve dönüş yolculuğunda kat ettiği menzilleri vb. gibi hususlar kimi zaman metaforik ve sembolik bir anlatıma da başvurulmak suretiyle anlatılmıştır. Türk tasavvuf edebiyatında bu konuları en güzel ifade edenlerden biri olan Şeyh Gâlib-i Mevlevî’nin insanla ilgili olarak anlattığımız bütün bu hususları en güzel şekilde özetleyen müseddesindeki şu iki mısra ile tasavvufi âlem tasavvuru hakkındaki yazımızı noktalıyoruz:

    Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
    Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen