SÖZ VERMEK, YEMİN ETMEK:
DİLİN GÜCÜ VE GELECEĞİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Söz vermek dil ile insan arasındaki tuhaf ilişkiyi en bariz gösteren dil edimlerinden biri. Söylenilen her sözün bir ağırlığı vardır ve söyleyenini bağlar ancak söz vermek sanki bunlar arasında en ağır olanı gibidir çünkü sözü tutmanın ne kadar zor olduğunu hepimiz biliriz. Söz vermekle söze bağlanır ve onun çekim alanına gireriz, bilerek ve isteyerek kendimizi yükümlü kılarız. Bu bakımdan söz veren kişi bu eylemiyle sözüne bağlandığını yani ona kayıtsız kalmayacağını beyan etmiş olur. Bu beyan âdeta resmî bir evrak ya da imza gibi söz ile sahibi arasında bir bağ kurar. Bu bağ sayesinde söz veren kendini sözünün arkasına koyarak sözüyle kendisi arasında bir değiş tokuş yapmış gibidir zira sözünün doğruluğu o kişinin doğruluğunu ortaya çıkaracaktır. Benzer bir durum yemin etme için de geçerlidir ancak bir farkla: Yemin eden kişi Tanrının ya da kutsal bir nesnenin ismini söyleyerek sözüyle kendini değil bu nesneyi değiş tokuş etmiş olur. Söz eğer hakiki değilse kendini değil adını andığı kutsalı lekelemiştir çünkü yeminde söz konusu olan yemin edenin itibarı değil kutsalın saflığı ve temizliğidir. Bundan dolayı sözünü tutmayanlar ayıplanırken yeminini bozanlar lanetlenmektedir.

    Bu analiz söz ve yeminin neden bağlayıcı olduğuna dair ilk bakışta biraz aceleci bir çözüm getiriyormuş gibi görünüyor. Buna göre sözün gücü kişiler arası ilişkilerle ortaya çıkan toplumsal bir mutabakata (itibar, nam) dayanırken yeminin gücü bu ilişkileri aşan daha aşkın ve yüce ama bir o kadar da karanlık başka bir dünyaya yani içinde hem kutsalı hem laneti barındıran Tanrıların dünyasına dayanıyor. Dolayısıyla söz veren kişiyi sözünün bağlamasının sebebi yaşadığı cemiyet içerisinde asgari de olsa bir itibara, bir isme sahip olmak zorunda olması iken, yemin eden kişi adını andığı bir takım güçlerin gazabından kaçmak için doğruyu söyler zira yeminde tam da riske edilen budur. Bu analizi devam ettirirsek söz ve yeminin benzer işlevlere sahip olmakla birlikte iki ayrı dünyaya ait olduğunu ve sözün gücünün seküler/dünyevi, yeminin ise dinî-mitolojik bir kaynağı olduğunu söyleyebiliriz.

    Bir noktaya kadar doğru olmakla birlikte bu analizin söz ve yeminin bağlayıcılığını açıklamakta yetersiz kaldığını iddia edeceğim. Bu açıklamanın düştüğü temel hata söz ve yemin gibi dil edimlerinin etkinlik kazanmaları yani boş olmamaları için onları destekleyen bir takım kurumlara ihtiyaç duyması. Şöyle açıklayayım: örneğin paranın değeri bizim bir takım kağıt parçalarına yüklediğimiz anlam sayesinde ortaya çıkar, aksi takdirde bu kağıt parçaları mevcut olabilirdi fakat etkin olamazdı. Yani onlarla bir şey satın alamazdık. Etkin olabilmelerinin koşulu kurumsal bir mutabakata göre düzenlenmiş bir mübadele sistemi geliştirmiş olmamız. Benzer şekilde söz verme ediminin etkin olması yani söz vereni bağlamasının sebebi de örneğin “itibar” denilen kurum, ya da yeminlerin ciddiye alınmasının sebebi bir takım mitsel inançlar ya da din kurumu. Buna göre eğer bu kurumları bir kenara bırakırsak eylemler etkinliklerini yitirir ve önemsiz kağıt parçaları gibi olurlar. Örneğin çok yaygın bir görüşe göre yeminin günümüzde gözden düşmesi ve etkinliğinin giderek azalması din kurumunun çağdaş toplumlar üzerindeki tesirinin giderek azalmasından ve mitsel/insan üstü güçlere olan inancın gerilemesinden kaynaklanmaktadır. Bu analizlerde bir doğruluk payı olduğu aşikâr. Yemin artık örneğin Spartalı kanun koyucu Likurgus’un dediği gibi “demokrasimizi bir arada tutan yegâne güç”1 ya da Stoik filozof Hierokles’in dediği gibi “her şeyi koruyan ve oldukları gibi kalmalarını garanti eden, yasanın… ve yaratmanın sarsılmaz düzeninin koruyucusu”2 değil. Din, mitoloji ve siyasetin kesişim noktasında bulunan yemin, şeyleri oldukları hâliyle muhafaza eden kökensel bir akit, Tanrılar dâhil her şeyi boyunduruğunda tutan asli bir güçtü. Bundan dolayı Batı tarihinde yeminin serüvenini inceleyen çalışmasında Paolo Prodi yeminin “Batı tarihinin en asli siyasal sözleşmesi”3 olduğunu belirtmiş ve günümüzde yeminin itibar kaybının henüz sonuçlarını tam olarak kestiremediğimiz bir paradigma dönüşümünü beraberinde getirdiğini vurgulamıştır.

    Bu anlatıya göre Batı tarihi perspektifinden baktığımızda modernlikle birlikte girilen sekülerleşme sürecinde dinî-mitolojik dünya seküler dünyanın içine gömülmüş, gücünü ve bağlayıcılığını kaybetmiştir. Bu noktada yeminin yerine neyin önerildiğine bakarsak meseleyi daha net anlayabiliriz. Acaba siyasi düşünce tarihinde çok önemli bir kırılma noktası olan toplumsal sözleşme teorilerinin 18. yüzyılda ortaya çıkışı ile yeminin geri çekilmeye başlamasının aynı döneme tekabül etmesi bir tesadüf mü? Toplumsal düzenin karşılıklı sözlere dayanan bir sözleşme ve bu sözleşmenin de yegâne meşruiyet kaynağı olduğu iddiası genel olarak modern siyaset düşüncesinin başlangıcı olarak kabul edilmektedir. Hierokles, Likurgus ve daha pek çoklarının yemine atfettiği özellikler 18. yüzyıl itibarıyla artık yemine değil söz vermeye atfedilmeye başlandı. Bu anlamda söz verme, yeminin dinî-mitolojik dünyasına seküler bir alternatif olarak topluma ve siyasete yeni bir meşruiyet zemini sağladı. Örneğin Hobbes’a göre sözleşme “adaletin kaynağı ve çeşmesidir”4 ya da Rousseau’ya göre “siyasi gövdenin mevcudiyetinin ve yaşamının kaynağı”dır.5 Bir meşruiyet krizine çözüm olarak üretilen sözleşme teorilerinin artışı ile yeminin tam da bu süreçte gücünü kaybetmeye başlamasının çakışması tabii ki bir tesadüf değil, aksine bu rastlantı modernlikle girilen krizin aslında bir yemin krizi olduğunu ve yeminden boşalan yeri neyin (sözleşme) ya da kimin (egemen) dolduracağına dair olan kafa karışıklığı, kavga ve bunalımı yansıtıyor. Bu bunalımın tüm yoğunluğuyla hâlâ devam ettiğini söyleyebiliriz. Şimdi bu bunalıma yukarıda bahsettiğim açıklamadan biraz daha farklı bir yaklaşım getirmek istiyorum. Yeminin gözden düşmesinin sebebi sekülerleşme ya da dünyanın büyüsünün bozulmuş olması değil zira 18. yüzyıla kadar geri götürebileceğimiz yeminin gerileme süreci ve etkinliğini yitirmesi hadisesi günümüz itibarıyla söz vermenin de başına gelmekte. “Sözün düşüşü” olarak adlandırılabilecek bu küresel hadise her geçen gün daha belirginleşiyor ve söze sadık olmak git gide daha demodeleşiyor. En genel anlamıyla sözün ağırlığını ve bağlayıcılığını yitirmesi olarak görülebilecek bu olayın ilk kurbanı yemindi ve bugün aynı süreç söz verme için de devam etmekte. Yeminin aksine söz vermenin dinî/mitolojik denilen dünyayla bir ilgisi olmadığına göre sorunun kaynağını bu dünyanın tükenişinde değil daha temel başka bir yerde aramalı.

    İlk olarak söz ve yeminin işlevine bakalım. Bu iki eylemde de ortak olan şey söylenilen sözün doğruluğunu ve geçerliliğini teyit ve tasdik etmeleri. Yani yaptıkları şey yeni bir söz söylemek değil söylenmiş sözlere bir etkinlik, ağırlık ve bağlayıcılık kazandırma. Mesela basit bir randevulaşmayı düşünelim. Acaba randevulaştığımız kişinin dediğini yapacağını nereden biliyoruz? Ya da rezervasyon yaptırdığımızda masamızın belirttiğimiz saatte hazır olacağını? Ya da kimsenin görmediği bir olayı diğerlerine aktaran tanığın doğruyu söylediğini? Bunları biliyoruz çünkü randevu vermek, rezervasyon yapmak ya da tanıklık etmek ancak söz vermekle mümkün olan eylemlerdir zira bu kişiler dediklerini yapacaklarına dair bir vaatte bulundukları yani kendilerini bununla mesul tuttuklarını beyan ettikleri için bu eylemler gerçeklik ve geçerlilik kazanıyor. Eğer randevular bağlayıcı olmasaydı, vaadini gerçekleştiremez, boş sözlerden ibaret olurdu. Ve eğer boş sözlerden ibaret olsalardı, zaten var olamazlardı. Demek ki randevu ancak bağlayıcı olduğunda var olabiliyor. İşte sözlerin ağırlığı derken kastettiğim şey tam da bu. Sözün ağırlığı onların bağlayıcı olması yani söyleyeni belirli bir tavır takınmaya zorlayıp onu mesul kılmasında yatıyor. Konuşurken bu ödev ya da sorumluluğu üstlenmezsek söylediklerimizin bir geçerlilik kazanması mümkün değildir çünkü o zaman herkes her şeyi her zaman söyleyebilir ve istediği gibi davranabilirdi. Eğer böyle olsaydı anlam ve anlaşma anlamını yitirir, tüm randevu ve rezervasyonlar boş olur, sözleşmeler başlamadan biterdi. Wittgenstein’ın ısrarla dilin semboller ve tanımlar değil yargılar üzerine bir sözleşme olduğunu vurgulamasının sebebi bu, çünkü yargı yargıcını bağlar, zaten bundan dolayı ona yargı diyoruz ki birbirimizi bu yargılara göre mesul tutalım, yani yargılayabilelim. Buradaki kritik nokta sözün zorunlu olarak söyleyeni bağlaması ve bu sayede onu bir tavır almaya ve tutum sergilemeye zorlaması ve diğerlerinin de ancak bu söze itibarla hareket edebilmeleri. Aksi takdirde konuşma dediğimiz şey ağırlığı olmayan boş sözlerden ibaret olur, dediğini yapamaz ya da yaptıramazdı. Böylelikle de dil sayesinde kazandığımız eylemlerin hiçbirine sahip olamazdık.

    Şimdi bunun sağlamasını yapmak adına, örnek olarak, dil ile gerçekleştirdiğimiz şu eylemleri bir düşünelim: çağırmak, hakaret etmek, telkinde bulunmak, soru sormak, cevap vermek, dedikodu yapmak, tavsiye etmek, nasihatte bulunmak, alay etmek, şaka yapmak, tehdit etmek, teklif etmek, eleştirmek ve benzeri. Şimdi bu eylemleri gerçekleştirirken sözlerin söyleyenini bağlamadığını düşünelim. Eğer bu bağlayıcılık olmasa çağırıldığımız yere gitmez, tavsiyelere kulak asmaz, teklifleri ciddiye almaz, tehditlere aldırış etmez, sorulara cevap vermez, itiraflara inanmaz, eleştirileri dikkate almaz, dedikodudan zevk almaz ve hatta şakaları bile gülünç bulmazdık. Eğer söyleyenin sözünü kastetme yani dediğini yapma yükümlülüğü olmasaydı o sözler hiçbir zaman bir etkide bulunamazdı. Bizi çağıran kişinin önemli bir gerekçeye binaen bunu yaptığını bildiğimiz için adımız okunduğunda hemen icabet ediyoruz yoksa çağrıda bulunmakla rastgele isim söylemenin bir farkı kalmazdı. Şakaların ağırlığını düşünün mesela, ağır şakaları ya da yersiz, ayıp şakaları. Eğer şaka yapan yaptığı şakanın sorumluluğunu almayabilseydi yersiz ya da uygunsuz şakalardan bahsedebilir miydik? Bir şakayı uygun ya da uygunsuz yapan tam da şakacının şakayı yaparken gözetmesi gereken örtük kurallar değil midir? Ya da duyduğumuz dedikoduların gerçekle hiçbir alakası olmasaydı eğlenceli olur muydu? Her dedikoducunun azıcık da olsa gerçeğe temas etme yükümlülüğü vardır aksi takdirde herkes hakkında her türlü yalan atılabilir, ki bu da dedikodunun bütün tadını kaçırırdı. Demek istediğim ister şaka olsun ister dedikodu isterse de akademik bir bildiri her söz söyleyenini bağlar ve ancak belli bir ağırlığa sahip olarak ve bu ağırlıkla söyleyenini bağlayarak var olabilir. Aksi takdirde konuşma diye bir şey olmazdı.

    Bu analizin söz vermeye dair gösterdiği çok açık bir şey var. Eğer her sözün bir ağırlığı varsa ve söyleyeni bağlıyorsa, ve ancak bu sayede etkinlik kazanıyorsa, demek ki söz verme dediğimiz eylem aslında örtük bir şekilde her konuşmada içeriliyor çünkü söz vermek sözlerimizin ağırlığının olduğunu ve onlardan mesul olduğumuzu açıkça beyan etmekten başka bir şey değil. Yani söz verirken yaptığımız şey aslında zaten konuşurken sürekli örtük olarak yaptığımız şeyi açıktan yapmak, vurgulamak ve tekrar etmektir. Söz verdiğimizde yeni hiçbir şey söylemiyoruz, aslında zaten söylemiş olduğumuz şeylerin “sözden” ibaret olmadığını, bizi bağladığını, havada kalmayacağını kamuoyuna tekrar beyan etmiş oluyoruz ki bu beyanat sayesinde söz verdiğimiz kişinin eli boşta kalmasın. Tüm bu söylediklerimi şu şekilde özetleyebiliriz: konuşmak söz vermektir. Her türlü konuşma açık ya da örtük bir tür söz verme edimi tarafından desteklenmediği müddetçe havada kalmaya mecburdur, ve havada kaldığı müddetçe de bir gerçeklik ve geçerlilik kazanamaz. Nesnelerin yer çekimine tabi olmak zorunda olması gibi konuşma da söz vermenin çekimine mecburdur. Nesnelerin ancak yer çekimi sayesinde bir ağırlığa sahip olması gibi sözler de ancak bu çekim sayesinde bir ağırlığa sahip olabilir. Söz verme dediğim şey işte bu çekim alanı oluyor. İnsan cemiyetini en genel anlamıyla bir araya getiren ve tutan, etkinlik kazandıran ve olduğu gibi devam etmesini sağlayan en nihai güç söz verme dediğimiz eylemde bizi bağlayan güç yani sözün gücü. Bu gücün ne olduğunu ve nereden geldiğini tam olarak bilmiyoruz ama bizi ve herkesi bağladığını ve her şeyin bu sayede işliyor olduğunu biliyoruz. En basit randevudan en çarpıcı karara, en kötü şakadan en ağır hakaretlere tüm sözler bu güç sayesinde etkinlik kazanıyor ve bir olay yaratıyor: sözün gücü.

    Yukarıda sözün düşüşü olarak bahsettiğim şeyin şimdi daha anlaşılır bir hâle geldiğini umuyorum. 18. yüzyılda yeminin girdiği kriz yani yeminin itibar kaybı ve bağlayıcılığını yitirmeye başlaması bugün hepimiz için çok daha ciddi boyutlara ulaşan bir olayın sadece başlangıcıydı. Her gün çok daha belirginleşen bu kriz tek bir dil ediminin yani yeminin değil söz verme edimi üzerinden tüm sözlerin yani genel olarak dilin bağlayıcılığını yitirmeye başlaması anlamına geliyor. Eğer yukarıdaki analiz doğruysa yani konuşmak söz vermekse, söz vermenin krizi yeminde olduğu gibi tek bir dil ediminin değil bütün bir dilin ve insanla dil arasındaki ilişkinin bir krizidir. Dil eğer insanı bağlıyor, sorumlu tutuyor ve bu yükümlülük sayesinde eylemesini sağlıyorsa söz vermenin krizi insanı bugüne kadar tutan çekim alanının değişimine ve dönüşümüne işaret ediyor demektir. Bu değişimin kategorik olarak olumlu ya da olumsuz olduğunu iddia etmiyorum. Amacım sadece bu olaya işaret ederek kapanan ve açılan imkânları düşünmeye çalışmak. Bugün dijital medyayla mümkün olan muazzam iletişim teknikleri sayesinde herkesin herkese ve her şeye her an ulaşabilir olması, zamansal ilişkilerin kısalması ve yaşamın giderek daha anlık yaşanması, neredeyse tüm kamusallığın 140 karaktere sığıyor olması ya da insanların kendi isimleriyle konuşmaktan sıkıldıklarında takma ad ve profillerle konuşabilme özgürlüğüne sahip olmaları sözün ağırlığının değişimine dair bugün apaçık ortada olan sadece birkaç örnek. Bunun yanında günümüzde kişiler arası ilişkilerin ve toplumsal yaşamın hiç olmadığı kadar kurallara bağlanıp düzenlenmesi ve kontrol, denetim ve gözetlemenin gündelik yaşamın temel unsurları hâline gelmesi artık yemin ve sözün bütün bir topluluğu tutan, işleten ve olduğu gibi devam etmesini sağlayan yegâne güç olma vasıflarını yitirdiği ve bunu ikame eden yeni yöntemler geliştirilmeye çalışıldığını gösteriyor. Bir örnek vermek gerekirse, gelişmiş ülkelerde çok yaygın olan ve dünyanın gerisine de hızlı bir şekilde yayılmaya devam eden kredi notu ya da kredi skoru uygulaması, küçük ya da büyük her türlü ekonomik ilişki ve alışverişte ortaya çıkabilecek tüm risk faktörlerini düzenleyerek insanlar ve kurumlar arası ilişkilerde güven teminini sağlayan günümüzdeki en belirleyici aygıt hâline gelmiş durumda. Şimdi böyle bir uygulamaya geçilmeden önce söz ve yeminin güven temininde oynadığı rolü ve bu uygulamayla birlikte düştükleri demode konumu düşündüğümüzde, sözün düşüşü olarak adlandırılan hadisenin boyutları daha da belirginleşmektedir.

    18. yüzyılda düşünce, yemin krizini yeni bir sözleşme ve egemenlik teorisi geliştirerek savuşturmayı başarmıştı. Modern siyaset düşüncesi ve bu düşünceden beslenerek ortaya çıkan modern siyasi ve toplumsal kurumların ciddi bir başarı gösterdiği ve yeni bir-aradalık biçimleri üretmeye katkıda bulundukları bir gerçek. Ama eğer yukarıdaki analiz doğruysa kriz aşılamamış sadece ertelenmiş ve bugün şiddetini artırarak yeniden gündeme gelmiş demektir. Bugün artık ağır ve statik kurumların değil her gün kendini yenileyen dinamik teknolojilerin yardımıyla yeni bir-aradalıklar kuruyor ve yaşıyoruz. Dil eğer şimdiye kadar üstlendiği pek çok görevi yavaş yavaş başka aygıtlara bırakıyorsa düşüncenin temel nesnesi artık dil değil bu aygıtlar mı olmalı? Ya da tam tersi belki de bunu bir fırsat bilip dilin ne olduğuna dair fikirlerimizi yeniden gözden geçirmeli ve insanla dil arasındaki ilişkinin değişimiyle ortaya çıkacak yeni imkânları düşünmeliyiz.

    *SUNY-Binghamton Üniversitesi Felsefe bölümü doktora öğrencisi



    1. 1 Aktaran Agamben, G. The Sacrament of Language: An Archaeology of the Oath, Stanford University Press, 2011, sayfa 2.
    2. 2 A.g.e. sayfa 3.
    3. 3 A.g.e. sayfa 1.
    4. 4 Leviathan, chapter 15, paragraph 2. Harvard Classics.
    5. 5 The Social Contract, book 1, part 6.