ÂŞIKLARIN MATEMİ:
KERBELÂ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Çıkardım tâ Hüseynîye biraz eyyâm-ı efgânı
    Muhayyer oldı vuslatda karâr Ol gitdi ben kaldım
    (Ebubekir Kânî/Mevlevî)

    “Peygamberimizin zevcesi Ümmü Seleme annemiz der ki: Resûlullah (s.a.v.) bir gün kaygılı ve üzüntülü olarak uyandı. Tekrar uyudu, sonra üzüntüyle tekrar uyandı. Avucunda kırmızı bir toprak bulunuyor ve onu öpüyordu. “Nedir bu?” diye sordum, “Cebrail Hüseyin’in Irak toprağında şehit düşeceğini haber verdi. Bu da oranın toprağıdır,” buyurdu. Hz. Hüseyin’in şehit edileceği yerden Cebrail’in getirdiği toprağın Kerbelâ toprağı olduğu, Peygamberimizin bu yeri “Kerb ü Belâ! (tasa, üzüntü)” diye vasıflandırdığı da rivayet edilir.1

    Enes b. Mâlik’den rivayete göre de: Cebrail Rabb’inden izin alıp Hz. Peygamber’in yanına gelir. Hz. Peygamber (s.a.v.) “Ey Ümmü Seleme! Kapıyı üzerimize kapat, yanımıza kimseyi bırakma!” buyurdu. O sırada Hz. Hüseyin koşarak kapıya gelir. Hz. Ümmü Seleme onu içeri bırakmaz. Fakat Hz. Hüseyin kapıyı zorlayıp içeri dalar, Efendimizin kucağına atlar. Hz. Peygamber O’nu boynuna omzuna alır, öper, sarılır.

    Cebrail Hz. Peygamberimize “O’nu çok mu seversin,” diye sorar. Peygamberimiz “Evet,” deyince Cebrail, “İyi ama ümmetin O’nu öldürecekler,” der. Hz. Peygamber, “Demek O’nu öldürecek müminler ha!” diye üzülür. Cebrail “Evet, istersen sana O’nun öldürüleceği yeri de göstereyim?” deyince Peygamberimiz “Olur,” buyurur. Cebrail getirdiği bir avuç ıslak kızıl toprağı Peygamberimize gösterir.

    Hz. Ümmü Seleme de toprağı alıp elbisesinin eteğine koyar. Peygamberimiz ona toprağı verirken “Bu toprak kan hâline gelince Hüseyin şehit edilir!” buyurur. Hz. Ümmü Seleme, onu sırça bir çanak içinde yanında saklar. Hz. Hüseyin’in şehit edildiği gün toprağın kan hâline geldiği rivayet edilir.”

    Ehl-i irfâna göre Kerbelâ zulmüne duyarsız kalmak imansızlık alametidir. Bu elim hadiseye Hz. Peygamber’in ailesinin verdiği tepkiye bakmak bile bu hakikati anlatmaya yeter. Nitekim Hz. Peygamber’in amcasının oğlu Abdullah b. Abbas, Kerbelâ faciasını haber alınca çok üzülmüş ve rivayete göre gözlerini kaybedecek derecede ağlamıştır. Ümmü Seleme annemiz de Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehit düştüğü haberi gelince üzüntüsünden feryat edip bayılmıştı. Daha sonra müminler kendisine taziyede bulunmuştu. Hz. Ümmü Seleme Kerbelâ yılında vefat etti.

    Ehl-i Beyt’in Kerbelâ’da şehadetini anlatan manzum veya mensur eserlerin genel adı Maktel-i Hüseyn’dir. Arap edebiyatında ilk Ebû Mihnef’in (v.774) Maktelü’l-Hüseyn’i ve Fars edebiyatında ilk tefsir ve hadis âlimi Hüseyin Vâiz-i Kâşifî’nin yazdığı Ravzatü’ş-Şüheda’sı (1502) Müslümanlar arasında çok beğenildi, taklit edildi. Âşık Çelebi’nin Tercüme-i Ravzatü’ş-Şühedâ’sı ve Gelibolulu Câmiî-i Rûmî’nin Kânunî Sultan Süleyman’a sunduğu Saâdetnâme, Kâşifî’nin maktelinin mensur tercümeleridir. Dede Korkut’un Kerbelâ’dan bahsetmesi daha eski maktellerin yazılmış olabileceğini akla getirse de Türk edebiyatında bu türün elimizdeki en eski eserleri anonim bazı makteller yanında Yusuf-ı Meddâh’ın Maktel-i Hüseyn’i (1362), Şeyh Lutfullah Karamanî’nin halifesi Yahyâ b. Bahşî’nin Maktel-i Hüseyn’i (1500) ile Lâmiî Çelebi’nin (v.1532) manzum Kitâb-ı Maktel-i Âl-i Resûl’üdür.

    Gülşenî müntesibi ve bir Nakşibendî şeyhi olan Lamiî Çelebi’nin (v.1532) bu eserinin yazılış sebebi hemşehrisi Bursalı Süleyman Çelebi’nin (v.1422) Mevlid’inkine çok benzer. Buna göre Lamiî Çelebi, Molla Arap adında ünlü bir vaizin “Maktel-i Hüseyn okumak küfürdür” iddiasını duyunca çok üzülür ve Kânunî’nin defterdarı Sinan Bey’in teşvikiyle Kitâb-ı Maktel-i Âl-i Resûl’ü yazar. Eseri bitince Arap Molla’yı, Bursa kadısı Aşçızâde Hasan Çelebi’yi, devrin şairlerini ve ulemasını Ulu Cami’ye davet ederek eserini okur. Üslup ve şekil olarak Mevlid’e çok benzeyen ve beğenilen bu eseriyle Lamiî Çelebi, ulemaya Âl-i Resûl’e sevgi ve sadakatin farz olduğunu kabul ettirmiştir. Şeyh Lamiî Çelebi; bu eserinde Hulefâ-yı Râşidîn’i birlikte metheder; Hz. Hüseyin taraftarlarını “Sünnî” diye tanımlarken “münkir ü bedbaht ü gümrâh” dediği Yezîd ve taraftarlarını “Hâricî” diye zemmeder.2

    Ancak aynı Lâmiî Çelebi, Ferhâd ile Şîrîn’in başındaki Hulefâ-yı Râşidîn methiyesinde İranlıların Hz. Ömer’e buğz etmesini eleştirir ve onlara Hz. Ömer sayesinde Müslüman olduklarını hatırlatır.

    Yalova’da imam-hatiplik yapan Hacı Nûreddîn’in manzum Hüseyn’in Makteli (1533) adlı eseri de halk arasında çok beğenilmiştir. Eserin yazılış hikâyesi şöyledir: Güzel bir bahar günü tefekküre dalan Hacı Hüseyin, dünyanın faniliğini düşünürken Allah’ın rızasına erişmeye vesile olacak bir hizmet için Ricâl-i Gayb’dan himmet ister. İstimdadına cevaben bir maktel-i Hüseyn yazması gerektiği gönlüne doğar. Görülüyor ki maktellerin yazılış gayesi hubb-i Âl-i Aba, dolayısıyla aşk-ı Muhammedî’nin izharıdır.

    Şüphesiz, şimdiye dek tespit edilen 230 nüshasıyla Fuzûlî’nin (973/1556) Hadîkatü’s-Süedâ’sı en çok sevilen maktel ünvanına sahiptir. Hadîkatü’s-Süedâ Şii veya Sünni Ehl-i Beyt aşkıyla ve Kerbelâ ateşiyle yanan her Müslüman çevrede, Anadolu Bektâşîleri ve Yörükler arasında bile eskiden okunagelmiştir. Bu eser, İstanbul’da da dergâhlarda ve konaklarda da Muharrem ayı boyunca okunurdu. Fuzulî, Hadîkatü’s-Süedâ’nın sonunda meşhur Kerbelâ mersiyesini söyler. Aşağıda matla ve makta beyitlerini verdiğimiz bu mersiye Cinuçen Tanrıkorur tarafından dügâh makamında bestelenmiştir:

    Mâh-ı Muharrem oldu şafakdan çıkup hilâl
    Kılmış azâ döküp kadd-i hâm birle eşk-i âl

    Yâd et Fuzûlî Âl-i Abâ hâlin eyle âh
    Kim berk-i âh ile yakılur hırmen-i günâh

    “Muharrem ayı geldi, kızıl şafakta hilal yine azâları dağılmış, beli bükülmüş hâlde kanlı gözyaşıyla göründü. Ey Fuzuli, Âl-i Abâ’nın hâlini hatırlayıp (sen de) âh eyle ki âh şimşeği ile günah harmanı yakılır, günahlar affolunur.”

    Hadîkatü’s-Süedâ’dan çok sonra, Kerbelâ hadisesi, mersiye türünde farklı nazım şekilleriyle anlatılmaya başlandı. Türk edebiyatındaki Kerbelâ mersiyeleri incelendiğinde bunların çoğunu Halvetî, Kâdirî, Rufâî, Mevlevî vb. ehl-i sünnet itikadına mensup mutasavvıf şairler tarafından yazıldığı görülür. Şair, ortaoyuncusu, muallim, İslam Ahlakı adlı eserin sahibi bir Rufâî şeyhi olan Hayrullah Taceddin Bey, Osman Şems Efendi’nin Kerbelâ mersiyelerini neşretmiştir. Yine silsilesi Hz. Ebubekir’e dayanan Nakşibendî şairlerin de Hz. Hasaneyn için birçok mersiye yazdığını biliyoruz. Bu Nakşibendî şairler arasında Lamiî Çelebi, hem Celvetî hem Nakşibendî şeyhi olan Neccarzâde Rıza (v.1746), Hoca Neş’et (v.1807), Muvakkıdzâde Pertev (v.1807), Şeyh Mustafa Selâmî (v.1813), Eyüp Selamî Tekkesi şeyhi Memduh Paşa (v.1813), Leskofçalı Gâlib (v.1867); hem Mevlevî hem Nakşî olan Senîh (v.1900), hem Mevlevî hem Nakşî olan Medineli Aşkî; Râcî Türâbî ve Hacı Rifat Mehmed Karslı (XIX.yy.), Bursalı Mehmed Emin İffet (v.1841), Şeyh Ahmed Kuddûsî (v.1848), Kethüdazâde Mehmed Ârif (v.1849), Bosnalı Mehmed Fazıl (ö1882), Seyyid Nigârî (v.1885), Çermikli Zihnî (v.1892), Hocazâde Ahmed Kâmil (v.1894), Sandıklılı Fikrî (v.1902), Hâfız Mehmed Sebadeddin (v.1905), Şeyh Ali Vasfî (v.1910), Eğinli Mustafa Fevzî (v.1924), Kıbrıslı Kaytazzâde Mehmed Nâzım (v.1924), Nakşî-Üveysî Sivaslı Mehmed Hâlid (v.1931), Manisalı Şeyh Abdurrahman Sâmî (v.1934), Yozgatlı Hüznî (v.1936), Alvarlı Efe Şeyh Muhammed Lütfî (v.1956) sayılabilir.

    Nakşibendî şeyhi Seyyid Nigârî, şiirlerinde oldukça emin bir tavırla zulme karşı kendini Hz. Hüseyin tarafında gösterip Muaviye ve oğlu Yezîd’i çekinmeden kınadığı için Amasya’dan Harput’a sürüldü. Başka bir Ehl-i Beyt âşığı Kâzım Paşa bu sürgüne engel olmak istemişse de muvaffak olamadı. Seyyid Nigârî, şiirlerinde ehl-i sünnet itikadının Ehl-i Beyt tarafında olmayı gerektirdiğini hatırlatır:

    Ey Muâvîler ümmeti v’ey düşmen-i Muhammedî
    Siz küfrânî biz şükrânî siz bir taraf biz bir taraf

    Siz şeytânî biz rahmânî zıdd-ender-zıddî
    Siz zulmânî biz nûrânî siz bir taraf biz bir taraf
    ***
    Mervânîleri isteyen ey ehl-i dalâlet
    Bî-şübhe ki sizler Yezîdî biz Alevîyiz
    Sizler gibi erbâb-ı şekãvetden ırağız
    Ehl-i sünnetiz mü’min-i Hak dîn-i celîyiz

    Seyyid Nigârî’nin bu ifadeleri kimine ağır itham olarak görünebilir. Ancak Hacı Bayrâm-ı Velî’nin halifesi Yazıcıoğlu Mehmed (v.1451), Muhammediyye’sindeki “Vefâtü’l-Hasan ve’l-Hüseyn” bahrinde bir beyitte bunların Rasullullah’a ihanet ettikleri için Hakk yolundan dönmeleri sebebiyle Yezîd’e lanete layık olduğunu vurgular.3
    Muhammediyye’ye Ferâhü’r-Rûh adıyla şerh yazan müfessir ve vaiz Celvetî şeyhi İsmail Hakkî Bursevî (v.1725) farklı görüşlere yer verse de Yazıcıoğlu’ndan taraf olmuş ve “Ulemayı küçük görmek ve onlarla alay etmek nasıl küfür sayılıyorsa ayetle methedilen Rasûlullah’ın Ehl-i Beyt’ini küçük düşürmek nasıl küfür olmaz? Böyle kâfir nasıl lanetlenmez? Allah ona ve yardımcılarına lanet etsin” demiştir. Zeyniyye piri Şeyh Vefâ’nın dervişi, büyük mütefekkir Sinan Paşa (v.1486) da Tazarrunâme’sinde Hz. Hasaneyn’i metheden bölümde Hz. Hüseyin’e asi olan Yezîd’in haksız olduğunu belirtmiştir.4 Yine de ehl-i sünnet itikadına mensup tarikatlarda, İmam Gazzâlî’nin “Bir kişi Yezîd’e lanet okumakla sevap kazanamaz. Şeytana bile lanet okumaktansa zikir, istiğfar, Kur’an tilaveti gibi ibadetlerle meşgul olmak daha iyidir” görüşü5 benimsenmiştir. Dervişlerin şiirlerinde Yezîd’e laneti Hz. Peygamber’e olan sadakatlerinden ve duydukları derin üzüntüden kaynaklanır.

    Halvetî-Sinanî şeyhi Seyyid Seyfullâh Nizamoğlu için ceddi Hz. Hüseyin’in şehadeti ayrı bir öneme sahiptir. Bazen rüşvet, sahte şeyhlik yolsuzluk gibi toplumsal aksaklıkları eleştirdiği için bazen de Caferî mezhebinden olduğu için devrinde zulme uğrayan Seyyid Nizamoğlu şiirlerinde sık sık devrinde mutasavvıf geçinenlerin Ehl-i Beyt’e hürmet etmediklerinden müştekîdir. Nizamoğlu, bir şiirinde Seyyid olarak ceddi Hz. Peygamber’e Kerbelâ zulmünü şikayet etmiştir. Bu eseri, Sünbül Efendi Âsitânesi zâkirbaşı Şikârizâde Ahmed hicaz makamında bestelemiştir:

    Yâ Resulallah bize gör n’etdi âsî ümmetin
    Görmeye onlar dahi rûz-ı kıyâmet şefkatin

    Şâh Hüseyn’in etdiler hâke berâber cismini
    Kılmadılar ol münâfıklar senin hîç hürmetin

    Kerbelâ’da yâ Muhammed ger göreydin hâlimiz
    Tâ kıyâmet sâkin olmazdı bizim-çün firkatin

    Kim ki Âlem-Fahri’nin evlâdına buğz eyleye
    Yâ İlâhî eyleme ona müyesser cennetin
    Biz muhibb-i hânedân-ı Mustafâ’yız Seyfî’yâ
    Rûz u şeb nesl-i Resûlullah’a olsun midhatin6

    Fasih Dede’nin (v.1699) bir mersiyesi günümüzde de Muharrem ayında kurulan taziye meclislerinde mersiyehânlar tarafından daima okunan muhteşem bir eserdir. Fasih Dede’nin Divan’ında bulunmayan bu mersiyeyi ünlü mersiyehân Hüseyin Sebilci çok güzel icra etmiştir:

    Bu mâtemde olan derd ile hicrâna devâ olmaz
    Bu feryâd-ı Hüseynî’dir dahî uşşâk nevâ olmaz

    Hüseyn ile Hasen’dir ol Resûl’ün kurretü’l ayni
    Sevenler Âl ü Evlâd’ı eşiğinden cüdâ olmaz

    Tevellâsın teberrâsın bilen uşşâka aşk olsun
    Tarîkatte budur âyîn buna illâ ve lâ olmaz

    Hüseyn-i Kerbelâ’nın vâkı’ât-ı mâtem-engîzi
    Zebân-ı hâme-i savt u hurûf ile edâ olmaz

    Fasîhâ nüh-felek yâkût u rümmân ile pür olsa
    O mihr-i âlemin bir katre kânına bahâ olmaz

    Kadın divan şairleri de eşsiz mersiyeleriyle Kerbelâ faciasına duyarsız kalmamıştır. Mevlevî dervişi olan Leyla Hanım’ın (v.1848) “Ey gözüm durma hemân ağla Muharrem geldi” “Yine geldi âh mâh-ı Muharrem” ve “Etmeyüp lutf-ı Hüdâ’dan hele biz kat’-ı ümîd” matlalı terkib-i bendleri; Nakşibendî Âdile Sultan’ın (v.1898) “Geldi bu aşr-ı Muharrem ey Hüseyn-i Kerbelâ” matlalı şarkısı; Mevlevî Tevhîde Hanım’ın (v.1901) “Çün Muharremdir bugün gel tazelensin yâreler” matlalı müseddesi bunlar arasındadır.

    Bunlar arasında Yenikapı Mevlevîhânesi postnişini Osman Salahaddin Dede’nin dervişi Şeref Hanım’ın (v.1861) özel bir yeri vardır. Gerçek bir Ehl-i Beyt âşığı olan Şeref Hanım, kendisini derin hüzne boğan Kerbelâ hadisesi için; ömrü boyunca her 10 Muharrem’de bir mersiye yazmaya niyet etmiş. Divanında bulunan 16 mersiye şairin bu kararına sadık kaldığını gösteriyor:

    Muharremdir yine dâğ-ı derûnum eyledim izhâr
    Muharrem’dir yine ağzımdan âteşler nisâr olsun

    Birine zehr olup su biri gitdi teşne-leb Adn’e
    Harâretle tutuşdum nâr-ı gayret pür-şerâr olsun

    Muhibb-i Âl ü Evlâd-ı Resûl-i müctebâyım ben
    Bana her sâl bir mersiyye inşâdı şiâr olsun

    Bilinsin yazayım derd-i derûnum ömrüm oldukça
    Gelen ihvâna benden sonra ey dil yâdigâr olsun

    Bana hîn-i şefâat cedlerine olmağa vâsıl
    Muîn-i zât-ı Hasan rehber Hüseyn-i pür-vakâr olsun (Şeref Hanım)7
    Celvetî dervişi ve Bedevî halifesi olan Koniçeli Musa Kâzım Paşa (v.1890) da Ehl-i Beyt âşığı bir Encümen-i Şuara şairiydi. Kâzım Paşa’nın güzel ve acıklı mersiyelerinin devrinde eşsiz olduğu söylenir. Mekâlid-i Aşk adlı 185 beyitli mesnevisinde Ehl-i Beyt’e yazdığı mersiye ve methiyelerini toplamıştır. On iki İmam’dan biri olan Musa Kâzım’ın adını alan Kâzım Paşa, devrinin Nef’î’si gibiymiş, birçok kişiyi hicvetmiştir. Bu yüzden kendisine Şii olduğu iftirasını atmışlar. İbnülemin Bey, Kâzım Paşa’nın Ehl-i Beyt’e olan muhabbetinin derecesini gösteren şu hatırayı nakleder:

    “Bir gece bir sohbet meclisinde Ehl-i Beyt’e aşkın güzelliği ve gerekliliğinden bahsedilirken Kâzım Paşa -Ehl-i Beyt âşıklarını Allah, ateşte yakmaz, der ve ispat için parmağını önünde duran mumun alevine sokar, uzun süre ateşte bekletir. Parmağını çıkardığında oradakilere parmağının yanmadığını gösterir.”

    Kâzım Paşa’nın günümüze bestelenen 3 eseri ulaşmıştır. Bunlardan “Zâlimler el urup hep şemşîr-i cân-rübâya/Kasd etdiler ser-â-pâ evlâd-ı Mustafa’ya” beytiyle başlayan 5 bendli müsemmen mersiyesini8 merhum Hüseyin Sebilci, hüzzam makamında bestelemiştir. Bu şiirin nakaratı olan “Düşdü Hüseyn atından sahra-yı Kerbelâ’ya/Cibril var haber ver Sultân-ı enbiyâ’ya” beyitine eklenen mısralarla yeni bir Alevî-Bektâşî nefesi bestelenmiştir. Alevîler arasında yaygın olan bu beste, günümüzde Sabahat Akkiraz seslendirmiştir. Kâzım Paşa’nın “Dâver-i aşr-ı Muharrem’dir Hüseyn-i Kerbelâ” şiirini ise Muzaffer Ozak hüseynî ve hüzzam makamında, Rifat Bey ise hicaz makamında bestelemiştir.

    Âşık Yunus, 3 şiirinde Âl-i Abâ’nın şehadetinden bahsetmiştir. Bunlardan “Hey be zâlim n’oldu Ahmed nesline” matlalı şiiri dügâh-mâye olarak bestelenmiştir. “Şehitlerin ser-çeşmesi Hasan ile Hüseyindir” şiiri de hicaz makamında M. Hakan Alvan, segâh makamında Selahattin Güler ve hüseynî makamında Ahmet Kadri Rizeli tarafından bestelenmiştir. Bu güftenin sabâ, hüseynî, uşşâk (2) ve hicaz başka eserlerden giydirmeli beste de yapılmıştır. Bu şiirlerde Yezîd’e lanet yoktur, ama zalimlerin kıyamet günü cezalandırılacağı ima edilir. İkinci şiir kıyamette hesap gününü canlandırır. O dehşetli günde ümmetinden tevhidi bozup zulme rıza gösterenlerin azaba düçar oluşuna sadece Hz. Peygamber ağlayıp üzülür. Kıyamet günü şehit oğulları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i yanına alan Hz. Ali’nin sancağıyla livâü’l hamd’e katılması ve Rabb’inin huzuruna gelişi tasvir edilmiştir. Cüneyt Kosal tarafından sûzinâk makamında bestelenen bu şiir günümüzde çok sevilir:

    Ali almış sancağını eline
    Çekilip giderler mahşer yerine
    Hasan’ı Hüseyin’i almış yanına
    Âh ümmetüm diye ağlar Muhammed

    Yûnus eydür gelin kadrin bilelim
    Fırsat elde iken tevhîd edelim
    Rûhu için çok salâvât verelim
    Âh ümmetüm diye ağlar Muhammed 9
    (Yunus Emre)

    Beşiktaş İlmiye Cemiyeti müdavimlerinden Kahyazâde/Kethüdazâde Ârif’in (v.1849) Ehl-i Beyt’e muhabbeti menkıbe olarak halka mal olmuştur. Talebeleri yaşlılık devrinde Kethüdazâde’ye “Hocam, Fuzulî’nin Hadîkatü’s-Süedâ’sını el-ân okuyor musunuz? diye sormuşlar. Ârif Efendi yaşlı gözlerini işaret edip “Bu can yakan hadiseye gözlerim dayanmıyor ki okuyayım?” demiş. Kahyazâde Ârif’in (v.1844) “yâ Hüseyn” redifli mersiyesi de tekkelerde sıkça okunan bir eserdir. Bu mersiyeye Bolahenk Nuri’nin hüseynî; Eyyubî Ali Rıza Şengel’in ve Muzaffer Ozak’ın hicaz makamda yaptıkları besteler yanında; Hacı Ârif Bey’in hüzzam bestesi de çok sevilmiştir. Hacı Ârif Bey’in devr-i hindî usulündeki bu bestesi zikrullaha uygun olmadığı için usulün başına bir es getirilerek hüzzam eser, düyek usulüne çevrilmiş ve zikrullahta okunmaya uygun hâle getirilmiştir:

    Kurretü’l-ayn-ı Habîb-i Kibriyâ’sın yâ Hüseyn
    Nûr-ı çeşm-i Şâh-ı Merdân Murtazâ’sın yâ Hüseyn

    Sana gül ile dokunan ümîd eder mi mağfiret
    Gonca-yı gülşen-sarây-ı Murtazâ’sın yâ Hüseyn
    Ehl-i mahşer dest-i Hayder’den içerken Kevser’i
    Sen susuzlukla şehîd-i Kerbelâ’sın yâ Hüseyn
    Kıl şefâat Ârif’e ceddin Muhammed aşkına
    Arsa-yı mahşerde makbûle’r-ricâsın yâ Hüseyn

    Hacı Ârif Bey’in gerçekten yürek yakan bu bestesinin icrasıyla ilgili enteresan bir hatırayı nakledelim. Gençliğinde arkadaşlarıyla amatör musiki meşki yapmayı seven özel bir bankada genel müdür yardımcısı Süleyman Karakaya şöyle anlatıyor:

    “40-50 yıl evvel bir akşam arkadaşlarla bizim evde toplandık, bazı eserleri meşk ediyorduk. Merhum babam Adem Bey yaşlı olduğu için erkenden yatmıştı. Bir ara kapı çalınca babam kalkıp kapıyı açmış. Karşısında eski pejmürde kıyafetler içinde bir adam duruyormuş. Babam –Buyrun, ne istiyorsunuz? demiş. Adam -Efendim, bir şey istemiyorum, bendeniz musiki sesini duyunca geldim. Müsaadenizle burda biraz onları dinlemek isterim, demiş. Babam -Buyrun, içerde dinleyin, deyince adam -Yok, ben burdan dinlerim, demiş. Eserin sonuna kadar nağmelere kulak kesilen yaşlı adam ağlamaklıymış. Babam şaşırmış ve yaşlı adama adını sormuş: -Efendim bana Ârif derler, demiş ve müzik sesi kesilince müsaade isteyip gitmiş. Sonra babam yanımıza gelip -Çocuklar siz hangi eseri çalıyorsunuz? diye sordu. Biz -Kahyazâde Ârif’in Kurretü’l-ayn-ı Habîb-i Kibriyâ’sın yâ Hüseyn eserini geçdik, dedim. Babam birden ağlamaya başladı ve olanları anlattı.”

    Tekkelerde okunmak için bestelenen bütün Kerbelâ mersiyelerini burada sayamasak da birkaç örnek verebiliriz: Şabânî şeyhi kadı Ömer Fuadî’nin (v.1636) “Şâh Hüseyn’in firkatiyle ağlayan gelsin beri” şiirinin anonim rast, uşşâk, hüseynî besteleri; Pîr Niyâzî-i Mısrî’nin (v.1694) “Ol cihânın Fahri’nin sırrına kurbân olayım” şiirine Muallim İsmail Hakkı’nın acemaşîran, Cüneyt Kosal’ın tâhirbûselik, Eray Mescioğlu’nun beyatî ve M. Hakan Alvan’ın hicaz besteleri; Hasan Sezâî-yi Gülşenî’nin (v.1738) “Ey şehîd-i Kerbelâ’ya ağlayan” şiirine Edirneli Salihzâde’nin nişabur ve mâhûr, Dr. Abidin Gerçeker’in hüseynî, Kemal Gürses’in uşşâk, Arslan Hepgür’ün hüseynî ve rast anonim besteleri; Osman Şems Efendi’nin “Kerbelâ vak’asın yâd ile kan ağlayalım” şiirine M. Hakan Alvan’ın hicaz bestesi; Hayrullah Taceddin’in “Vak’a-yı şâh-ı şehîd-i Kerbelâ’yı gûş edip” şiirine ebruzen Mustafa Düzgünman’ın segâh bestesi; Muzaffer Ozak’ın “Geçeriz dünyada cân u cânândan Kerbelâ’da akan kandan geçmeyiz” şiirine M. Hakan Alvan’ın hicaz bestesi; Fasih Dede’nin “Bu mâtemde olan derd ile hicrâna devâ olmaz” şiirine anonim hüseynî beste ile C. Enes Ergür’ün uşşak bestesi ile Tahirü’l Mevlevî’nin “Ey serîr-i ibtilâya şâh-ı bî-efser Hüseyn” şiirine Levent Kaya’nın hüseynî makamında bestesi vardır. Nakşibendî şeyhi Alvarlı Efe Muhammed Lutfî ise bu yüzyılda en çok mersiye yazan şairlerin başında gelir. Onun mersiyelerini de M. İhsan Özer, Hayati Günyeli, Ahmet Şahin ve M. Hakan Alvan gibi birçok bestekâr bestelemiştir.

    Bektâşî nefesleri içinde Hilmi Dedebaba’nın hicaz makamındaki anonim bestesi olan “Zümre-yi nâcîleriz bende olup Hayder’e” nefesi gibi edebî değeri yüksek olan eserler bütün tekkelerde okunagelmiştir. Bektâşî nefeslerinden mücerred babalığını kuran Sersem Ali Baba’nın (XVI. yy.) bûselik makamındaki “Tevellâyı İmâmlardan getirdim” nefes’i Kerbelâ’yı ziyaret etmenin Alevî ve Bektâşî kültüründe hac ibadeti olarak görüldüğünü anlatıyor:


    Hızır elim aldı arşa götürdü
    Bir saatde Kerbelâ’ya yetirdi
    Ol demde melekler şerbet getirdi
    Tavâfın kabuldür Abdal dediler (Sersem Abdal)10

    Edib Harâbî’nin de Kerbelâ mersiyeleri vardır. Bunlar içinde özellikle 9 bendli müseddes-i mütekerrir mersiyesi günümüzde 10 Muharrem’de Sünbül Efendi Camii’nde (Sünbül Efendi Âsitânesi) yapılan Kerbelâ’yı anma cemiyetinde Hâfız Celal Yılmaz tarafından mutlaka okunur. Bu mersiyeyi Âşık Veysel de okumuştur, ancak Halk edebiyatındaki diğer şiirler gibi dilden dile aktarım sonucu şiir orijinal hâlinden biraz uzaklaşmıştır. Biz burada şiirin orijinal hâlini veriyoruz. Âşık Veysel’in yorumunu dinlerken buna dikkat edilmesi gerekir:

    Etmeyip Hakk’tan hayâ Şâh-ı Peyâmber’den hazer
    Kûfiyân-ı bî-vefâlar nakz-ı ahd etmiş meğer
    Kurret’ül ayn-ı Resûlu eylemişler derbeder
    Var ise ger hâtırım pâk-ı Resulullah eğer
    Ey sabâ var Kerbelâ deştinden eyle bir güzer
    Ver bize lutfet Hüseyn-i Kerbelâ’dan bir haber

    Kırdılar mı gülbang-ı Şâh-ı Nebî’nin dalını
    Kestiler mi ol Ali’yyel-Murtezâ’nın Âl’ini
    Hiç soran var mı Âl-i Nebî’nin ahvâlini
    Eyle tahkîk hanedân-ı Ehl-i Beyt’in hâlini
    Ey sabâ var Kerbelâ deştinden eyle bir güzer
    Ver bize lutfet Hüseyn-i Kerbelâ’dan bir haber

    Hazret-i Abbas şehîd olmuş mu eyle cust u cû
    Kavm-i Süfyân ordugâhı Şâh’a etti mi gulû
    Zaptına almış mıdır nehr-i Fırat’ı ol adû
    Verdiler mi bak yetîmâna aceb bir katre su
    Ey sabâ var Kerbelâ deştinden eyle bir güzer
    Ver bize lutfet Hüseyn-i Kerbelâ’dan bir haber

    Bir haber yok mu Harâbî Şâh’dan hasretdeyiz
    Ağlayıp şâm u seher âh düzâh-ı gurbetdeyiz
    Hâtır-ı nâ-şâd etme pür-hüzn ü keder uzletdeyiz
    Biz harâbız mâtem-i cân-sûz ile mihnetdeyiz
    Ey sabâ var Kerbelâ deştinden eyle bir güzer
    Ver bize lutfet Hüseyn-i Kerbelâ’dan bir haber (Edib Harâbî)

    Şair Oktay Rıfat’ın babası Samih Rıfat aileden Bektâşî’ydi. Onun yazdığı bir nefes’i çok beğenen Yahya Kemal, bu şiiri “kuruyan ledünnî şiirin menbaını yenileyecek güzellikte bir eser” olarak nitelemiş ve İthaf şiirini Samih Rıfat’a ithafen yazmıştı. Gerçekten şiirin dilinde uzak çağrışımlarıyla sıradışı bir eser olan 6 bendli bu nefesin son 3 bendi Kerbelâ mersiyesidir:

    Uzaktan yalvarıp ebr-i bahâra
    Dedim gel şöyle meyl et bir kenâra
    Hüseyn’imden haber ver kalb-i zâra
    Eğer geçtinse deşt-i Kerbelâ’dan

    Ne mümkün sevmemek Sâmih, Hüseyn’i
    Kabûl eyler mi insan öyle şeyni
    Resûl-i Kibriyâ’nın nûr-ı ayni
    Muazzezdir benimçün enbiyâdan11

    Güfte-Beste: Samih Rıfat (uşşak nefes)
    Beste: Cinuçen Tanrıkorur (hüseynî ilahi)

    Osmanlıda Aşura Geleneği ve Mersiyehânlar
    Osmanlı’da tarikatların Ehl-i Beyt’e muhabbeti artırmada vesile olarak gördüğü 10 Muharrem (Aşura) her kesimden insanın istifade etttiği irfanlı, renkli ve estetik etkinliklere dönüşmüştür. İslam’da matem tutmanın hoş görülmemesi münasebetiyle yevm-i Aşura’nın dinî faziletleri dikkate alınarak yapılan Aşure pişirme ve dağıtma âdeti bunlar arasındadır.12

    Muharremin 10’undan itibaren sarayda aşçılar ve kiler ağalarının hazırladığı aşure padişaha, saray efradına ve halka dağıtılırdı. 1735’te Sır kâtibi Salâhî Efendi’nin tuttuğu Rûznâme’de sarayda pişirilen amberli ve miskli iki maşrapa aşurenin, bir maşrapanın o sırada Beylerbeyi Sarayı’nda dinlenen Sultan I. Mahmud’a götürüldüğü, diğerinin de padişahın maiyetindekilere sunulduğu ve zevkle yenildiği yazılıdır.13Anadolu’da varlıklı aileler ve esnaf teşkilatlarının pişirdiği aşure sebilciler, duagûlar ve halkın iştirak ettiği merasimlerle dağıtılır, bazı bölgelerde aşure dağıtımından sonra kurban kesilirdi.14
    Evliya Çelebi, Bosna’da Kerbelâ şehitleri aşkına yapılan 300 sebilhâneden bahseder. Mısır, Anadolu ve Rumeli’de Hz. Hüseyin’in mübarek başını kestirip onunla bir sopayla oynayan Yezîd’e benzememek adına edeben gûy u çevgân oyunu belli kesimlerce oynanmazmış.15

    Musâhipzâde Celal’in anlattığına göre “Muharrem ayının onuncu günü, Hz. Peygamber’in torunu İmam Hüseyin’in susuz şehit edildiği gün olduğu için bazı evlerde billur bardakları kaldırarak bakır veya toprak kupa ve taslardan su içer, fakat kana kana içmezlerdi. On gün oruç tutanlar, düğün dernek yapmayanlar, gülüp eğlenmeyenler vardı.”[note]16 Musahipzade Celal, Eski İstanbul Yaşayışı, s.298-99; Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey, Eski Zamanlarda İstanbul Hayatı, s.53,54.[/note] Muharrem ayında Kocamustafapaşa Sünbül Efendi Âsitânesi gibi büyük dergâhlarda aşure pişirilip halka dağıtma geleneği yaygındı. Mesela Mevlevîlerde 10 Muharrem gecesi mesnevihân kürsüsünde bu kez Fuzûlî’nin Hadîkat-üs Süedâ’sından parçalar, mersiyeler okunurdu. Ağlama, inleme, dövünme gibi taşkınlıklara izin verilmezdi. Taziye ayininden sonra matbah-ı şerîfte merasimle aşure kaynatılırdı. Büyük kazanlarda aşure kaynatılırken matbah canları büyük bir kepçeyle nöbetleşe çift vav çizerek kazanı sırayla karıştırırdı. Şeyh Efendi veya kazancıbaşı dualar okuyarak kazan karıştırır sonunda şu gülbangı çekerdi:

    “Vakt-i şerifler hayr ola, hayırlar feth ola, şerrler def u ref ola. Hak ve erenler! Niyâzlarımız kabul ola. Şehîd-i Kerbelâ İmam Hüseyin efendimizin rûh-i revânı şâd ve himmet-i âliyyeleri müzdâd ola. Dem-i Hazret-i Mevlânâ, sırr-ı Şems-i Tebrîzî, Kerem-i İmam Ali, Hû diyelim. Hûûû!”
    Gülbanktan sonra evlere gidilir, aşure sabah dergâhın avlusunda dağıtılırdı. Hatta o gün gözlere sürme çekmek, gusül abdesti almak da gelenekler arasında idi.16
    Afyonkarahisar Mevlevîhânesi’nde bu gelenek Sultan Dîvânî hazretleri devrinden beri hâlen devam etmektedir. Yine İstanbul’da Silivrikapı Bâlâ Tekkesi ilk postnişini Şumnulu Ali Efendi 1865’te bazı mallarını tekkeye vakfettiği bazı mallarının geliriyle dervişlere yemek pişirilmesini, muharremde aşure kaynatılmasını ve mevlid cemiyetleri tertip edilmesini şart koşmuştur.17 Sünbül Efendi Âsitânesi’nde ise 10 Muharrem gece nafile namaz ve ibadetle geçirilirdi. Ertesi gün sabahleyin tarikat pirinin âdetini yaşatmak için şeyh efendi hamama gider, müritleri de hamamda hazır bulunurdu. Şeyh Sünbül Sinan zamanından beri her yıl tekrar edilen usule göre kurnaya su doldurulur, müritler sıra ile şeyhin huzurundan geçer ve şeyh efendi her birinin başından birer tas su dökerdi. Hamam merasimi âdeta alay tarzında yapılırdı. O gün öğle namazından sonra cemaatle dört rekât “husemâ namazı” kılınır, namazın ardından ayin icra edilirdi. Mersiye okunur, hatm-i şerif indirilir, Hz. Hasan ve Hüseyin’in ruhu için su dağıtılırdı. Dağıtılan sudan şifa niyetine hastalara içirilirdi. Yatsıdan sonra en kıdemli şeyhin idaresinde 70.000 kelime-i tevhid çekilir ve devrân zikri yapılırdı. Ehl-i beyt sevgisi adına düzenlenen bu merasime bütün tarikat erbabı rağbet ederdi. Bu âdet, günümüzde de mersiye ve mevlit okuma şeklinde sürmektedir.18

    Osmanlı’da Muharrem ayının en ilginç tipleri ise goygoycu denen dilencilerdi. Eskiden Şehzadebaşı’nda Tabhâne (Tavhâne) denilen vakıf binada oturan ve çoğunluğu Anadolu’dan gelmiş kör, topal ve sakatlardan meydana gelen topluluk, muharrem ayının girmesiyle birlikte Kalender ve Abdal denen dervişlerin benzeri şekilde İstanbul sokaklarını dolaşan bu insanlar bir tür dilencilik yaparlardı. Mahalle halkının verdiği helva, aşure vb. erzakını omuzlarındaki torbalara koyan goygoycular; başlarındaki külah üstüne ince beyaz yemeni, sırtlarına ince beyaz cübbe, ayaklarına sarı papuç giyerek ellerinde uzun bir asayla gezerlerdi.19
    Goygoycular sokak sokak dolaşırken Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in şehadetini anlatan mersiye ve ilahiler okurken her beyit veya kıtanın sonunda topluca “Yâ hoy goy goy cânım!” diye bağırırlardı. Bu nakaratın “Hey kaygulu cânım!” veya “Hayyü’l-Kayyûm”dan bozularak ortaya çıktığını söylerler. Okunan ilahiler genellikle “Kerbelâ’nın yazıları şehîd olmuş gâzileri/Fatma Ana kuzuları Hasan Hüseyin’dir/Kerbelâ’nın tâ içinde nûr balkır siyah saçında/Yatır al kanlar içinde Hasan ile Hüseyin’dir” mersiyesi ve güftesi Şeyhoğlu’na ait, “Hasan ile Hüseyn’e olan işlere/Gökte melek yerde her can ağladı /Görün görün yezîdlerin hâlini /Bağladılar hep suların yolunu/Soldurdular Fatma Ana gülünü” ilahisi ile Yûnus Emre’nin meşhur “Dolap niçin inilersin” ilahisi goygoycuların sıkça okudukları eserlerdendir.20

    Muharrem ayında dergâhlarda görülen mersiyehânlık geleneğinin özel bir yeri vardı. Özellikle 10 Muharrem’de dergâh meclislerinde musiki eşliğinde besteli veya gazel formunda okunan şiirlere muharremiyye veya mersiyye, bunları okuyanlara da mersiyehân denir. Mersiye icraları sırasında konuya hürmeten ritim çalgıları kullanılmazdı. Dergâhlarda Yazıcıoğlu’nun Muhammediyye’sindeki “Vefâtü’l-Hasan ve’l-Hüseyn” bahri ve Fuzûlî’nin Hadîkat-üs Süedâ’sından parçalar Muharrem ayında özellikle Sünbül Efendi Âsitânesi ve diğer dergâhlarda mutlaka okunurdu. Yazıcıoğlu’nun mersiyenin ilk 4 beyti ve makta beyti Hatip zâkiri Hasan Efendi tarafından nühüft makamında ve durak formunda bestelenmiştir. Yine Mevlid gibi Muharrem ayında okunmak için tertip edilen Lamiî Çelebi’nin manzum Kitâb-ı Maktel-i Âl-i Resûl’ünün ve Kâzım Paşa’nın Makâlid-i Aşk’ının bir süre dergâhlarda okunduğunu tahmin etmek güç değil.

    İstanbul ağzıyla güzel mersiye okumada meşhur mersiyehânlar hakkında kayıtlara ancak XVIII. yüzyıldan sonra ulaşılabilmektedir. Bunlar arasında Kastamonulu Zâkir Turşucuzâde Hâfız Mehmed, Beylerbeyili Hakkı Bey, Üsküdar Vâlide-i Atîk Tekkesi şeyhi Hâfız Şerâfeddin Efendi ve kardeşi Âgâh Bey, Beylerbeyi Camii imamı Hâfız Hamdi Efendi, bestekâr Hacı Fâiz Bey, Kasımpaşa’da Hâşimî Dergâhı şeyhi rebâbî Mehmed Süreyya, Cerrahpaşa Camii imam ve hatibi na’than Hâfız Kemal, zâkirbaşı Yaşar Baba ve Karababa Dergâhı son postnişini Hakkâkzâde Ali Haydar Bey ve Bedevî Şeyhi Ali Baba, a‘ma Aksaraylı Hâfız Hasan, Mollagüranili Münîb (v.1890) bilhassa zikredilmelidir. Yaşar Baba ise okuduğu dokunaklı mersiyeler sebebiyle İran hükümeti tarafından “Şîr-i Hurşîd” nişanıyla ödüllendirilmişti. Yine Cerrâhî dervişi Malak Hâfız diye meşhur olan Aksaraylı Hüseyin, (v.1904) muhrik sesiyle İstanbul’un en meşhur mersiyehânıydı. Bandırma, İskenderpaşa ve Nureddin Cerrâhî tekkelerinde zâkirbaşılık yapan Aksaraylı Hüseyin, dâvûdî sesiyle iyi bir Kur’an okuyucusuydu. Gizlice Evliya Tekkesi şeyhi Muhlis Efendi’nin oğlu Üsküdarlı mersiyehân Hüseyin Tevfik Bey ve Cerrahpaşa Camii imam ve hatibi Hâfız Mehmed Ârif Efendizâde de ünlü mersiyehânlardandı. Hüseyin Tevfik mersiye okurken düşüp bayılanlar çok olurdu.21 Anadolu’da da mersiyehânlıkla şöhret bulmuş pek çok mersiyehân yetişmiştir. Iğdır’da geçmiş mersiyehânların en tanınanı Meşe Ahmed Dede’ydi.

    Okuduğu mersiyeleri günümüze kadar ulaşan Hüseyin Sebilci (v.1975), Osmanlı’nın Cumhuriyet’e intikal eden son mersiyehânıydı. Muharrem ayında İstanbul’un Eyüp, Kocamustafapaşa gibi muhtelif yerlerinde sebil olarak su dağıtan bir aileden geldiği için “Sebilci” lakabıyla anılan Hüseyin Sebilci; Muharrem günü su dağıtırken Ehl-i Beyt aşkıyla kendini yere atan insanlara şahit olmuştur. Sebilci’nin abisi Mazhar Sebilci’nin sesinin kardeşinden yüz kat daha tesirli olduğu anlatılır.22 Hüseyin Sebilci’nin (v.1975) Muharrem ayında okuduğu meşhur mersiyeler dinleyenlerin kalbine işlemiştir. Hüseyin Sebilci güftesi Bektâşî şeyhi Hilmi Dedebaba’ya ait şu şiiri uşşâk makamında bestelemişti:

    Âbidân-ı Mustafâ’yız biz Hüseynîlerdeniz
    Âşıkân-ı Murtazâyız biz Hüseynîlerdeniz
    Başımız top eyledik şâh-ı şehîdin aşkına
    Can fedâ-yı Kerbelâyız biz Hüseynîlerdeniz
    İstanbul’un son dönem mersiyehânlar arasında şair ve bestekâr Hâfız Ârif Hikmet Gökoğlu (v.1993), emekli komiser, Hâfız Hamid Baba, Süleymaniye Camii emekli müezzini Hâfız Mustafa Başkan ve genç mersiyehân Hâfız-ı kurra Murat Taştekin’i de saymalıyız. İstanbul ağzı mersiyehânlığın önemli temsilcilerinden Hâfız Celal Yılmaz (d.1941) ise Hüseyin Sebilci’nin de yaşayan son talebesidir.

    Ehl-i Beyt-i Mustafa âşıklarının çoğu sadakatlerinin nişanesi olarak Muharrem ayında vefat etmiştir. Aşura ve mersiyehânlık geleneğine büyük katkısı olan Yusuf Sünbül Sinan, Berat ve Muharrem geceleri 100’er rekât namaz kılarmış. Kendisi 70 yaşlarındayken bir Muharrem gecesi vefat etmiş.23 Muharrem’in 17. gününde Molla Câmî (v. 1492);24 Beşiktaş’taki Dergâhı’nda Muharrem’in 13. gecesi “bülend-âvâz ile “Allâh” diyerek cânını cânâna teslîm” eden Beşiktaş’ta Sinan Paşa Tekkesi postnişi Celvetî ve Nakşibendî şeyhi Neccarzâde Rıza (v.1746)25 1813 Muharreminde bir Cuma günü “Hayy, Kayyûm, Allâh” diyerek âzim-i ravza-i cemâl” olan Nakşibendî Şeyh Muhammed Emin Efendi,26 Sünbül Efendi Âsitânesi zâkirbaşı, büyük bestekâr Şikârîzâde Şeyh Hacı Ahmed27 (v.1831), Edirneli Şeyh Şerif Efendi de Muharrem âşıkları zümresindendir. Hacı Evhad Dergâhı potnişini olan Şikarizâde, Muharrem ayının 16. günü vefat etmiştir. Bu büyük bestekâr, Yunus’un “Göçdü kervan kaldık dağlar başında” ilahisini beyatî makamında durak olarak ve “Dervişlik baştadır tacda değildir” ilahisini segâh makamında bestelemişti.

    Şeyh Seyyid Nizamoğlu da ceddine sadakatinin nişanesi olarak Muharrem ayında vefat etti (v.1601). Ne tevafuk ki babası Nizâmî Pîri Seyyid Nizâmeddin de Muharrem ayında vefat etmiştir (v.1550). Hüseyin Vassaf’ın uzun boylu, ela gözlü, heybetli bir zat diye tarif ettiği Nizâmeddin Efendi’nin vefatını oğlu Seyyid Seyfullah şöyle anlatmış: “Pederimin hîn-i irtihâlinde burnundan ziyâde kan geldi. Ellerini kana bulaştırıp yüzüne sürdü. -Bi-hamdillâh, bugün Hz. Hüseyn’in âlûde-i hûn olması gibi, ben de hûna gark oldum, deyip -Yâ Allâh! sayhasıyla teslîm-i cân eyledi. Merkez Efendi cenaze namazında telkîn verirken -Biz cevâbımızı verdik. Var sen de cevâbını hâzırla! demiş ve gûş-ı hakîkatına bir sadâ gelmiştir.”28

    Yine, Kâdirî Şeyhi Müştak Baba’nın halifesi ve oğlu Bitlisli İbrahim Edhem Baba’yı (v.1886), Hüseyin Vassaf Bey, zarif diliyle şöyle anlatıyor:
    “Semâ’dan zevk almış erbâb-ı vecd ü hâlden olup sekseni mütecâviz bir sinnde iken, pervâne gibi saatlerce döner, yorulmazdı. Eğer kendilerini tutan olmazsa, sâatlerce, hattâ günlerce semâ eylerdi. Esnâ-yı semâ’da kendinden geçer, hâzırûnu vecde dûçâr ederdi. Semâdan fariğ olunca, büyük bir maşraba dolusu su getirirler, onu içerdi. Muharrem’e tesâdüf ederse, “İçmemişler ki, içeyim.” diye reddederdi. O mertebe terlediği hâlde, suyu içince herkes, Hz. Şeyh, zâtülcenb, zâtürre olacak, ölecek zannederdi. O hıfz-ı ilâhîde müstesnâ bir şahs-ı kıymet-dâr idi… Keşf-i kulûba mâlik, râh-ı hakîkate sâlik idi. İnkisâr-ı kalbine uğrayanlar, perîşân olmuşlardır. Erbâb-ı hâlden ba’zı zevât, Hz. Şeyh’i hîn-i semâ’da, yerden bir arşın irtifâ’da, muallakda döner görenler olmuş; nakl ederler.”29

    Yakın zamanda kaybettiğimiz Urfalı Hâfız Hamid Baba (v.1998) da Kerbelâ acısını ömür boyu yüreğinde taşıyan bir Ehl-i Beyt âşığıydı. İçinin acısı sesinin yakıcı nağmeleriyle bastırmaya çalışırdı. Hamid Baba’nın sadece Muharrem ayında değil, ramazanda bile Muharrem mersiyeleri okuduğunu anlatırlar. Hamid Baba, 10 Muharrem’de vefat etmiştir. Şöyle ki Sünbül Efendi Âsitânesi’ndeki cemiyete mersiye okumaya giderken yolda trafik kazası geçirmiş. Hastaneye kaldırıldığında iç kanaması var diye su vermemişler. Ziyaret edenlerin anlattığına göre Hamid Baba kendi kendine “Aferin Hamid, âşık-ı sâdık olduğun belli oldu,” diye mırıldanırken vefat etmiş.

    Âferîn ol âşık-ı şeydâya kim virmiş revân
    Râh-ı Hakk’da kılmış ol kâr-ı şehîd-i Kerbelâ
    (Seyyid Nigârî)

    “Kerbelâ şehidi Hz. Hüseyin gibi Hakk yolunda can veren çılgın âşığa aferin!



    1. 1 Asım Köksal, Hz. Hüseyin ve Kerbelâ Faciası, s.34-35.
    2. 2 Tuba Erdem Akkoyun, Lami’î Maktel-i İmam Hüseyin, s.284.
    3. 3 “Yezîd’e lanet olmazdı zamân-ı evvel içinde/Velî sonra gelen etdi, ederiz etme istib’âd. Resûlullah’ın ol zîrâ ihânet eyledi ehlin/Pes oldu lanete lâyık çü Hakk’dan eyledi ilhâd” (Yazıcızâde Mehmed, Muhammediyye.)
    4. 4 Sinan Paşa, Yakarışlar Kitabı: Tazarrunâme, s.430.
    5. 5 Hüseyin Algül/Mustafa Kara, Ehl-i Beyt Kerbelâ ve Mersiye, s.15-16.
    6. 6 Arzu Meral, Seyyid Seyfullah Külliyatı, Revak, İstanbul, 2014, s.234.
    7. 7 Mehmed Arslan, Şeref Hanım Divanı, s.124.
    8. 8 Musa Kazım Paşa, Makâlid-i Aşk, s.155-156.
    9. 9 Mustafa Tatçı, Âşık Yunus, H yay., İstanbul, 2008, s.25,33.
    10. 10 Rauf Yekta, Bektâşî Nefesleri, s.156.
    11. 11 Ayvazoğlu, Eve Dönen Adam, s.427-428.
    12. 12 10 Muharrem Cahiliyye Arapları ve ehl-i kitap dinler arasında mübarek sayılırdı. O günde bütün peygamberlerin sıkıntılardan kurtulup felaha ermiştir.
    13. 13 Eyüp Baş, “Aşure Günü, Tarihsel Boyutu ve Osmanlı Dini Hayatındaki Yeri…” , s.180.
    14. 14 Yusuf Şevki Yavuz, “Aşura”, DİA, c.4, s.24-26.
    15. 15 Evliya Çelebi, a.g.e., c.5/2, s.585; c.4/1, s.174.
    16. 17 Hafız Hüseyin Top, Mevlevi Usûl ve Âdâbı, s.204-206.
    17. 18 M. Baha Tanman, “Bâlâ Külliyesi”, DİA, c.4, 1991, s.555.
    18. 19 Hür Mahmut Yücer, “Sünbüliyye”, DİA, c.38, 2010, s.140.
    19. 20 Nuri Özcan, “Goygoycular”, DİA, c.14, 1996, s.122.
    20. 21 Musahipzade Celal, a.g.e., s.298-99; Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey, a.g.e., s.53.54.
    21. 22 Bkz. S. Nuzhet Ergun, Türk Musıkîsi Antolojisi.
    22. 23 Mustafa Özoruç, Hüseyin Sebilci’nin Hayatı ve Eserleri, s.4.
    23. 24 a.g.e., c.3, s.373,374.
    24. 25 a.g.e., c.2, s.139.
    25. 26 a.g.e., c.3, s.166.
    26. 27 a.g.e., c.2, s.179,180.
    27. 28 a.g.e., c.3, s.440.
    28. 29 a.g.e., c.3, s.310-311.
    29. 30 a.g.e., c.1, 164.