KÜLTÜR TEKNOLOJİLERİ OLARAK ARACI ORTAMLAR: YAZILI YÜZEYLERDEN DİJİTALLEŞMİŞ ARAYÜZLERE
Sybille Krämer*

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • I. Aracı ortamlar [Medien] aktardıklarını üretirler. 20. yüzyılın son üçte birlik diliminde aracı ortamları insan bilimlerinin ve kültürel incelemelerin meşru nesneleri olarak ilk kez keşfeden hareketin temel ilkesidir bu. Marshal McLuhan’ın “Aracı ortam iletinin kendisidir.” Friedrich Kittler’in “Sadece düğmeyle açılıp kapatılabilen gerçekten vardır.” ve Derrida’nın “Metnin dışı yoktur.” sözleri, aracı ortamları az çok toplumsal ve kültürel yaşamın egemen aktörleri olarak yorumlayan bir anlayışın kilit noktalarını oluşturdular. Aracı ortamlar, sunduklarını inşa ederler ve kurarlar. Aracı ortamların nasıl özerk güç ve nihai temellendirme mercii hâline geldikleri konusunda görüşler çok farklı olsalar da biz onları tek bir ad altında bir araya getirmek istiyoruz: Aracı ortamların bu özerkleşmesine “aracı ortam köktenciliği” diyeceğiz. Aracı ortam köktenciliği, öznelerin egemen eylem gücünün bir eleştirisi olarak kendisini tanımlıyor. Ama aynı zamanda insan öznesinin modern çağdan beri kendine dair ürettiği ve ön planda duran “homo faber”1 ve “homo generator”2 imgelerine de katılıyor. İnsan inşa ederek yarattığında, yaptığında ve ürettiğinde özne olur. Özne kavramının aşınmasıyla birlikte egemen eylem gücü, geride bıraktığımız 20. yüzyılda aracı ortamlara geçti. Bunun da bir sonucu oldu: Bu sonuç aktörün niteliğinin ve yaratıcılığın yaratım, üretim ve yapım süreçlerine odaklanması anlamına gelmektedir. Dolaşımla, aktarımla ve aracılıkla ilgili yaratıcı anlamsa böylece değerini kaybetti.

    Aşağıdaki düşünceler ilk adımda aracı ortamların, bir aracı ortam köktenciliği konumuna düşmeden, kültürel ve toplumsal-tarihsel biçimlendirme gücünün kavranabilmesini sağlayacak bir biçimde teorik olarak betimlenip betimlenemeyeceği sorusunu soruyor. “Aracı ortamlık” nasıl betimlenmelidir ki, aracı ortamların temel niteliği yaratmadan ve üretmeden ziyade, aktarma ve aracılık etme olsun?

    II. Bir aracı ortam kullanımının çıkış durumuna denk gelen bir aracı ortamlık modeli sunuyoruz: Verili iki tarafın, alanın ya da dünyanın arasına yerleşen ve ayrı taraflar arasında bir bağlantı sağlama görevini yerine getiren bir Üçüncü. Aracı ortamın kaynağında üçlü bir konumlanma yatıyor. Toplum kuramı ve felsefeden aşina olduğumuz, “konuşmacı ve dinleyici”, “gönderici ve alıcı”, “özne ve nesne” gibi ikili ilişkilerin –bir aracı ortam kuramı perspektifinden– üçgenleştirilmesi. Buna da “aracı ortamlığın haberci modeli” adını veriyoruz. Bunun en temel niteliği, bu model perspektifinden bakıldığında bir aracı ortamın kendi kendini belirlemekten ziyade yabancı bir öğe tarafından belirlenmesidir. Haberci yabancı bir koşulun emrindedir, “yabancı sesle” konuşmaktadır.
    İlkin bir yanlış anlamadan kaçınmak gerek: Burada “haberci”den söz etsek de aracı ortamların kişileştirilmesine girişmek gibi bir şey söz konusu değildir. Simgesel ve/veya teknik araçlar, başka hiçbir şeyde olmadığı kadar habercilik işlevinin yerini alabilir. Burada söz konusu olan sadece aracı ortamların temel belirleniminin, birbirine erişimi olmayan dünyalar arasında bir bağlantının mümkün olacağı ve bir erişimin ortaya konacağı şekilde aracılık etmekte olduğudur. Alışılageldiği hâliyle habercilik işlevi iletişimle, daha doğrusu “genişlemiş iletişim” ile belirlenir. Ancak aracı ortamların rolü örtülü olanı görünür kılmak ve orada bulunmayanı mevcut hâle getirmekten ibaretse o zaman aktarmanın ve aracılık etmenin aracı ortamlık açısından işlevini daha kesin biçimde bir “algılanabilir kılma” olarak anlayabiliriz. Haberci bu anlamda konuşur değildir zira –söz-eylem kuramı açısından– acizdir, dolayısıyla kendisine aktarılandan kesinlikle sorumlu değildir. Haberci daha ziyade bir başkasının söylediğini, başka bir yerde gerçekleşmiş olanı algılanabilir kılar.

    III. Aracı ortamlar ancak sunulacak olanda kökten bir dönüşüm gerçekleştirerek, bulunmayanı algılanabilir kılabilir. Aracı ortam yoluyla aktarma, aktarılacak olanın aracı ortama uygun bir veri konfigürasyonuna dönüştürülmesini içerir. Bu dönüştürmede, sayesinde aracı ortamların sadece aktarmakla kalmayıp aynı zamanda aktardıklarına damga vurduğu ve onları koşulladığı, kişisel katkı varlığını sürdürür.

    Burada önemli bir anlayış kendini gösterir. Kendini aracı ortam köktenciliğinden uzaklaştırmak, aracı ortamın işlevlerinin üretici veçhelerini reddetmek anlamına gelmemektedir. Bir yanda üretim, öbür yanda aktarım, birbirleriyle rekabet hâlinde değildirler. Ortaya koymayı ve aktarmayı, aracılık etmeyi ve üretmeyi bir ya-ya da biçiminde anlamak zorunda değiliz, aslında bunlar birbirlerini gerektirmektedirler. Elbette içeriğin damgası aracılık eden ortam üzerinden dolaysız olarak göstermez kendini, daha ziyade, “sadece” içerikteki iz olarak gösterir. Bunu anlayabilmek için, hemen hemen her aracı ortam kullanımının temel bir niteliğini göz önünde tutmamız gerekir. Bu, işlevini iyi gören aracı ortamların kullanımda kullanıcı için gözden kaybolmaları demektir.

    Aracı ortamların sorunsuz ve sürtünmesiz çalıştığı durumlarda onların fiziksel maddilikleri algı eşiğinin altında kalır. “İyi aracı ortam” kullanımında kendisini görünmez kılar. Bir konuşmanın içeriğini duyarız, ses dalgalarını değil, tuvali görmek için resmi döndürmemiz gerekir. Aracı ortamlar, kendileri geri çekilerek bir şeyleri mevcut kılarlar. Böylece –sadece dijital değil–  tüm aracı ortamların eline devasa bir güç geçmektedir. Aracı ortamların kendine has özelliği, aracılık ettikleri şeyi doğrudan, aracısız bir şeymiş gibi gösterebilmeleridir. Walter Benjamin buna “aracılı dolaysızlık” [Vermittelte Unmittelbarkeit] adını vermişti. Aracı ortamın maddiliği ancak arızada meydana çıkar.

    “Medium” sözcüğünün etimolojik menşei de zaten buna işaret eder. Kıyas biçimindeki çıkarımda “terminus medius” [Lat. orta terim] her iki öncülde de bulunur ve onların bağlantısını kurar; conclusio’nun sonuç önermesinde de silinir. Yani gördüğümüz şudur: Aracı ortamlar, kendileri geriye çekilerek bir şeyleri mevcut kılarlar. Plutarkhos’un, Yunanlıların Persler karşısında M.Ö. 490 yılında kazandığı zaferi aktaran o anlatısındaki “ölen haberci” toposu bu gerçeği andırır: Adı konmamış bir aracı ortam kuramı.

    Böylece ilk sonucumuza geliyoruz: Aracı ortamın her kullanıldığı durumda, bu kullanım şu iki öğe arasındaki gerilimde gerçekleşir: Bir yanda aracı ortamın aktaracağı şeye ilişkin yabancı belirlenim, öbür yanda da ancak bir içeriğin aracı ortama uygun bir veri yapısına dönüştürülmesi yoluyla ortaya çıkabilen özerklik.

    IV. Yabancıya aitlikle kendine aitliğin bu gerilimli ilişkisi şimdilerde tablolar, listeler, grafikler, diyagramlar ve haritalar gibi grafik aracı ortamların bilişsel kullanımı yoluyla ele alınır oldu. Burada söz konusu olan yazılı ve resimli yüzeylerin istihdamıdır ve biz de buna yüzeyleşmenin kültür teknolojisi adını vermek istiyoruz.

    Üç boyutlu bir dünyada yaşıyoruz, bununla birlikte yazılı ve resimli satıhlarla çevrelenmiş durumdayız. Ampirik olarak bakacak olursak yüzey yoktur. Ama biz cisimlerin içlerine ya da üzerilerine bir şeyler çiziktirerek onların satıhlarını, sanki onların derinliği yokmuş gibi kullanıyoruz. Yüzeyleşmenin kültür teknolojisi antropolojik bir gelişim eğilimi; mağara resimlerinden, ten üzerine yapılan dövmelerden yazıların, diyagramların ve haritaların icadına, oradan da bilgisayar ekranına, tabletlere ve akıllı telefonlara dek uzanıyor.

    Yapay yüzeyliğin bu başarısının sırrı nedir? Bedenimiz bizi çevreleyen yaşam dünyasının içinde temel bir yönelim kurar: Onun birbirine dik duran üç ekseni dolayısıyla yukarı/aşağıyı, sağ/solu, ön/arkayı ayırt ederiz. Bu eksenlerden biri algıyla ilgili bir kusura sahiptir: Arkamızda duran görünmez olduğu gibi, kontrol edilemezdir de. Yazılı yüzeylerin aldatmacasının temelinde, sağ/sol ve yukarı/aşağı dizgelerinin yüzeye yansıtılması yatar; bununla birlikte ön/arka ayrımı iki-boyutluluk dolayısıyla ortadan kaldırılmıştır. Böylece ortaya çıkan yapay istisnai mekânda onun üzerine yazılmış her şey gözetlenebilir ve denetlenebilir. Yüzeylik görülemeyen ve denetlenemeyen “arkası”nı ve “aşağısı”nı iptal eder. Bu arada, bu ayna yüzeyleri için geçerlidir zaten, onların sayesinde arkamızda duranı aynanın yüzeyinde görünür kılarız. Böyle bir iki-boyutlu, yapay istisnai mekânın ortaya çıkışını bilişsel yaratıcı güç olarak kullanıyoruz: Hiçbir şey bilmesek de karmaşık içeriklerin bir yüzeye grafik olarak yansıtılması görünmeyen bir şeyi görünür kılar, ilişkiler ve bağlantılar görülebilir hâle gelir ve karmaşıklık da yönetilebilir olur. Özet niteliğindeki bir genel bakış oluşturulur ve hepsinden önemlisi; reçetelerle, yüzey üzerinde elle tutulabilir işlemler yapılabilir. Her simgesel yapının yapısı bozulabilir, her konfigürasyon başka türlü kurulabilir. Şunu da görüyoruz; yazılı yüzeylerden söz ettiğimizde bunların sadece olgu içeriklerinin görselleştirmesinin aracı olduğu değil, aynı zamanda tam da bu olgu içeriklerinin işlenmesinin ve keşfinin aracı da olduğu göz önüne alınır. Yabancı bir şehirde yolumuzu bulamadığımızda bir şehir planı yol gösterir; bilgi mekânlarında hareket ettiğimizde yazılı ve grafik açıklamalar yardımcı olur. Yaşam dünyasına ait hareketliliğinden alışkın olduğumuz haritacı dürtü o hâlde tinsel etkinliklere de aktarılabilir. Bilişsel olarak konmuş sanal yüzeyliğin başarısının sırrı budur.

    V. Bu aracı ortama ilişkin yüzeylik çalışmasındaki yaratıcılığı, yazılı hesaplamanın kültür teknolojisine dayanan temel bir örnekle anlaşılır kılalım. Roma rakamlarıyla yazılı olarak işlem yapılamaz. Bundan dolayı sayıların temsili ve sayılara dayalı hesaplama Roma kültür çevresinde dağılır gider. İşlemler bir araçla, abaküsle ya da hesaplama tahtasıyla gerçekleştirilir. Ancak onlu konumlandırma sisteminin icadı, sayıların temsilini ve sayılara dayalı işlemleri bir ve aynı aracı ortamda gerçekleştirebilmeye izin verir ve ayrıca hesaplamanın kendisini yazılı bir gösterge manipülasyonu işlemi olarak yapmayı sağlar. Zihinsel etkinlikler, göstergelerin ifadelerinin kaydırılması, biçiminin değiştirilmesi ve birbirinin yerine geçirilmesi yoluyla mekânsal yönelimli gösterge manipülasyonları olarak gerçekleştirilir.

    Şimdi burada faydalı bir efsaneyi anlatalım: Dokuz yaşındaki öğrenci ve geleceğin matematikçisi Karl Friedrich Gauß, okulda ilk 100 sayıyı toplama ödevini alır ve –tüm öbür öğrencilerden farklı olarak– bu işlemi birkaç dakika içinde tamamlar.
    Ödevi yaparken sayısal hesaplamaların yazıya geçirilmesinden yararlanır.

    (1)  1+2+3+4+5+…+97+98+99+100;
    Şimdi bu, toplanan öğelerin yerlerini değiştirerek ve gruplanarak şöyle düzenlenir:
    (2)  (1+100) + (2+99) + (3+98) + … + (49+52) + (50+51).
    Şimdi, her parantezin içindeki toplamın aynı olduğu görsel bir durum ortaya çıkar.
    (3)  (101) + (101) + … + (101) + (101)
    Bu parantezlerden 50 tane olduğuna göre, sonuç şudur:
    (4)  101 x 50 = 5050

    Bu matematik örneği, aritmetiğin yazıya dökülmesinin sağladığı bilişsel kazancı gösteriyor: teorik kendilikler olarak sayıların mekânsal konumları yoktur. Ama sayılarla değil, sayıların göstergeleriyle iş yaptığımızdan, onların bir yüzey üzerindeki mekânsal konumlanışları aritmetik bir işin aracına dönüşebilir. Sayı göstergelerinin doğrusal bir çizgide mekânsal sıralanışları (toplamadaki değişme ve birleşme yasası uyarınca) yeniden düzenlenebilir ve gruplar hâlinde bir araya getirilebilir. Kâğıt üzerinde fiilen yapılan şey sayı göstergelerinin konumlarının mekânsal olarak kaydırılmasıdır; bununla birlikte, konumların kaydırılmasının mekânsal işlemi yoluyla üretilen bir mekânsal konfigürasyon, bir “Buldum!” deneyimiyle, sorunun çözümünün doğrudan doğruya göze çarpmasını sağlar. Karmaşık bir tinsel iş zihinsel olarak, yani “kafada” değil, kurallara bağlı bir gösterge manipülasyonu yoluyla kâğıt üzerinde gerçekleştirilebilir. Göz, el ve beyin birlikte çalışırlar. Tam da bu etkileşimde “Tin” [Geist] belirir.

    VI. Aracı ortamları bir üçüncü konumuyla, aracı bir “in between” [İng. iki-arada] olarak nitelendirdik. Yüzeylikle bir araya geldiğinde, bu ne anlama gelir? Yazılı yüzey kendi iki-boyutluluğunda bir “iki-arada” konumu kazanır, çünkü o, zamanın tek boyutluluğuyla mekânın üç boyutluluğu arasında bir üçüncüyü meydana getirir. Zamansal olarak ardışık olanın, mekânsal olarak aynı anda kavranacağı bir biçime sokulduğu bir dönüşüm gerçekleşir. Zamansal ardışıklık mekânsal aynı andalığa çevrilebilir ve bunun tersi de mümkündür. Şu açıktır ki, zamanın mekâna ve mekânın zamana bu “dönüşümü” basit bir aktarma sürecini değil, daha ziyade bir metamorfozu içerir. Alfabe yazısını düşünelim: Zamansal olarak ardışık konuşma bir metnin mekânsal olarak düzenlenmiş konfigürasyonuna çevrildiğinde, metnin yazılı suretiyle birlikte, konuşma dilinde karşılığını bulamadığımız yeni bir potansiyel ortaya çıkar: Konuşmada örtük kalan dilbilgisi ayrımları büyük ve küçük harf kullanımıyla, noktalama işaretleriyle vb. ancak şimdi görünür hâle gelir: Fonetik yazı konuşmayı kaydetmez, dilin bir harita bilimini sağlar.

    Dolayısıyla, zamanın tek boyutluluğuyla mekânın üç boyutluluğu arasındaki bu ara konum sayesinde sanal yüzeylik, zamansal ardışıklıkla mekânsal aynı andalığı birbirine dönüştürülebilecek bir aracı ortam hâline gelebilir. Böylece programlar, partisyonlar yazılabilir ve proje çizimleri yapılabilir ve daha sonra bunlar çoğunlukla başka insanlar tarafından gerçekleştirilebilir ve yürütülebilir. Zamansal bir icra, aktarılabilir nitelikteki kararlı bir mekânsal konfigürasyon biçiminde yoğunlaşarak daha sonra eylem yoluyla tekrar akıcı hâle getirilebilir, yeni kararlı yapılar hâlinde yoğunlaşabilir. Burada açıkça görülüyor ki, sadece mekân ile zaman arasındaki aktarma değil, birey ile toplum arasındaki aracılık da işlemsel yüzeyliğin kullanımından yarar sağlamaktadır. Yazılı yüzeyi açan netlik ve işlemsellik her zaman “biz kipinde” bir netlik ve işlemselliktir.

    Bununla birlikte, yazılı yüzeylerin aracılık veçhesinin kendini gösterdiği bir yön daha var: kavram ve görü –Immanuel Kant için her durumda– bilginin birbirinden ayrılması gereken ve birbirine geri götürülemeyecek iki kaynağıdır. Ancak yazılı açıklamalar, bilimsel diyagramlar ve grafikler, kavramla görüye aracılık etmeyi ve onları birbiriyle ilişkilendirmeyi mümkün kılan bir ara-dünyayı oluştururlar. Doğa bilimcisi, matematikçi ve filozof J.H. Lambert’in bir örneği üzerinden ne demek istediğimizi açıklayalım.

    Lambert pusulanın iğnesinin coğrafi kuzeyden sapmasını zamandan bağımsız, yer olaraksa Paris’e göre meydana çıkarmayı ister. Bunun için gözlemlenen verilerin nokta olarak girildiği, mekân ve zaman eksenlerine sahip bir koordinatlar haçı çizer. Bu noktaları dalgalı bir çizgiyle birbirine bağlar. İşte bu çizgi –asıl önemli nokta da budur– evrensel sapma yasasını cisimleştirir. Evrensel yasaları göremeyiz. Tümevarım sorunu, tekil verilerden nasıl olup da evrensel bir yasaya ulaşılabileceğine ilişkin zor soruyu ortaya atar. Oysa Lambert tümevarım sorununu, noktaları birbirine bir çizgiyle bağlayarak ve bu çizginin kendisinin bir yasanın temsili olduğu biçimde, el yordamıyla çözmüştür. Böylece çizen el, gözlemlenmemiş olanın boşluklarını kapatır ve evrensel bir yasanın görüsünü bu tekil çizimde yaratır. Lambert’in çizdiği dalgalı çizginin William Hogart’ın güzellik çizgisine benzediğini de belirtmeden geçmeyelim. Gördüğümüz şudur: Lambert kayıt yüzeyini sadece bir açıklama ve kayıt aracı olarak değil, aynı zamanda bir çözümleme aracı olarak da kullandı. Noktanın, çizginin ve yüzeyin etkileşiminde yeni kavrayışlar ortaya çıkıyor. Kâğıt bir düşünce laboratuvarı hâline geliyor. Tekil görüyle evrensel kavram arasında, gözlemle kuram arasında aracılık ediyor.
    VII. Toparlayalım: Sanal iki-boyutluluğun icadıyla birlikte yukarıdan bakmanın, kontrolün ve manipüle edilebilirliğin bir istisnai mekânı oluşturulur, böylece nokta, çizgi ve yüzeyin grafik etkileşiminin yardımıyla kuramsal içerikler görünür hâle getirilir ve işlenebilir. Bu yaratıcı potansiyel, düzenlemelerin mekânsallığında temellenir. Ardışık zamansal süreçlerin bu yolla eşanlı mekân düzenlemelerine ve tersine dönüştürülebilmesi, bilme, iletişim, bileşim ve hesaplama için keşfe açık bir mekânı oluşturur. Ek olarak, bir oyun mekânı da ortaya çıkar ki, hiçbir oyun diyagramlı çizimler olmadan ortaya çıkmaz.

    Ancak dijitalleşmeyle birlikte yüzeyliğin kültür teknolojisi de dönüşüyor. Yazılı yüzey gelişerek ağa bağlı arayüze dönüştüğünde ne olur? İki eğilime dikkati çekmek istiyoruz: (1) Derinyapının yeniden uyarlanması. iPhone’un işlem yüzeyi bedenle bütünleşmiş yapay bir organ gibi ve her yerde mevcut olarak kullanılmaktadır. Yazılı ve basılı yüzeylerle ilişkide alışılmış bir şey olan “distant reading”3 kaybolma eğilimindedir. İbare “link” [İng. bağlantı] hâline gelir, bu da kendi kendine işleyen, tıklamanın ya da silmenin dokunsallığıyla etkinleştirilen, gerçek zamanlı bağlantıyla ve gerçek zamanlı algısallıkla mümkün olan bir yazıdır. Yazı olarak alışılageldiği hâliyle mekânsal bir düzenleme olan ibareye zamansallık ve hareket edebilirlik aşılanır. Dokunarak etkinleştirme, uygulamaları arkadaki “saklı” verilerin dolup taşan evrenine bağlar. “Arkası” ve “aşağısı” artık iptal edilmiş değildir, daha ziyade elektronik olarak yeniden kurulur ve, açılabilir ve erişilebilir kılınabilen, yukarıdan bakılamaz ve sonsuzca kademelendirilmiş bir veri evreninin yapısına sahip olur.

    (2) Bir başka önemli değişim de arayüzlerin kendilerinin kaybolmaya başlayarak ortama yedirilmesi ve böylece alıcı için ortadan kaybolması ya da daha doğrusu görünmez olmasıdır. Arayüzlerin görünürlüğünün böylece ortadan kaldırılmasıyla “şeylerin interneti” önümüzde açılır. Bu da örnek olacak nitelikte, barkoddan radio frequency identity technologies’e4 geçişi gösterir. Bununla birlikte yazılı yüzeyin arayüze dönüştürülmesi, araştırmacılar için bir ödev olmayı sürdürür.

    * Freie Universität Berlin, teorik felsefe bölümünde profesör olan yazar medya ve medya teorileri üzerine çalışmaktadır. Bu alanda birçok eseri olan yazarın son kitabı Medium, Bote, Übertragung, Kleine Metaphysik der Medialität 2008 yılında yayımlanmıştır.
    1 Lat. Alet yapan insan (ç.n.)
    2 Lat. Üreten insan. Alman filozofu Wolfgang Schirmacher’in ürettiği, aracı ortamlar ve teknoloji yoluyla kendini yeniden yaratan insana işaret eden kavram. (ç.n.)
    3 İng. Uzaktan okuma. İtalyan edebiyat bilimcisi Franco Moretti’nin ortaya attığı, bir bilgisayarın çok sayıda kitabı okuyarak verili parametrelere göre çözümlediği ve sonuçları sunduğu yöntem. (ç.n.)
    4 İng. Radyo frekansına dayalı kimliklendirme teknolojileri. Nesnelere konan etiketler (çipler) yoluyla elektromanyetik dalgaları kullanarak bilgi depolama ve okumaya yarayan teknolojiler. (ç.n.)