İSLAM FELSEFESİ VE BİLGİNİN DOLAYIMI: EL YAZMALARI ÜZERİNDEN YÜZ YÜZE SOHBET
L.W.C. (Eric) van Lit*

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • „Diğer tüm yüksek medeniyetler gibi İslam medeniyetinin de hıfzedilmiş bilgiye duyulan tümüyle sahici ve gösterişli hürmete rağmen aslında bir yazılı kültür medeniyeti olduğu”1 sıkça söylenegelmiştir. Aynı şekilde İslam medeniyeti modernlik öncesinin en kitabi kültürlerinden biri olarak adlandırılır.2 Bu şekilde düşünen yalnızca çağdaş araştırmacılar değildir; istinsahını bitirdiği bir Kur’an nüshasının sonuna, 11. yüzyılda, “Yaşam solar, yazı kalır.” diye yazmıştır, hat üstadı Ebû Amr Osman El-Verrâk.3

    Bu ifade İslam medeniyetinin öncelikle bir sözlü kültür olduğunu4 ifade eden ve sıkça tekrarlanan iddianın karşına dikilir. Her kültürde olduğu gibi Müslümanlar da hafızayı desteklemek için yazmaya başlamışlardır. Bu durum kâğıda aktarılmış ilk türlerden olan hadis kaydetme geleneğinde açıkça görülebilir. Hadislerin sayısının çok fazla olması, bu işin yalnızca insan hafızasına bırakılmamasını, âdeta bir harici bellek gibi yazıya aktarılmasını gerektiriyordu. Hadis geleneğinin sözlü kültürle ilişkili doğası, yazıya aktarılmış hadis külliyatında isnat teriminde görülebilir. Bu terime göre yazarın kaydettiği her hadisin, yazarın hadisi işittiği kişiden başlayıp kaynağına kadar giden bir rivayet zinciri olması gerekir.

    Felsefeye gelince iş biraz karmaşıklaşıyor. Felsefe İslam’ın kitabi bir medeniyet olmasını sağlayan bilim dallarından biridir. Zira felsefe daha çok yazarak icra edilir. Bunun en önemli nedeni felsefenin açıklamaya çalıştığı düşüncelerin karmaşık bir yapıda olmaları ve birçok mantıksal aşamayı içermeleridir. İnsanlar önlerinde yazılı bir metin olmadığı sürece bu aşamalar arasında kolayca düşünce silsilesini kaçırabilirler. Yazmaya neden olması açısından düşüncenin bu karmaşık yapısı hadis toplayanları yazmaya zorlayan nedene; hadis sayısının çok fazla olmasına benzer. Aralarındaki fark ise; hadisin ikna ediciliğine rağmen felsefi akıl yürütmenin herhangi bir aşamasının böyle bir niteliği olmamasıdır. Yani herhangi bir hadis kendi başına yeterlidir daha çok miktarda hadisi bilmek, bunları yazabilecek bir hadis âlimini gerektiren bir istekten öte bir şey değildir. Felsefi bir düşüncede ise tüm mantıksal aşamalar tek bir şeyle; yani bir fikirle uğraşır. Bu aşamalar birbirinden bağımsız, küçük parçalara ayrılamaz. Dolayısıyla felsefeyle uğraşanlar çalışmalarının en başından itibaren yazılı metinlerle ilerlemek zorundadırlar.

    Felsefe ikinci olarak, ortaya koyduğu bilginin kendine has doğası nedeniyle de kitabidir. Bununla şunu kastediyorum; filozoflarca açıklanan düşüncelerin çoğu, çok az kişi tarafından anlaşılacak kadar zordur. İlk olarak tasarlandığı anda bir fikir yalnızca bir kişi tarafından; onu üreten tarafından biliniyordur. Bu kişi göçüp giderse o fikir de onunla birlikte kaybolacak demektir. İşte bu yüzden bilginin kalıcı ve ulaşılabilir olması için çok sayıda insan arasında yayılması gerekir. Böylece bilginin bu kişilerden birinin mukadder ölümüyle kaybolması önlenmiş olur. Bir mesele çok ileri düzeyde ve kapalı olduğunda, onu tasarlayandan başkasının bu özgün bilgiyi açıklaması neredeyse imkânsızdır. Tasarladıkları yeni fikirler söz konusu olduğunda seçkin filozofların kendi hayatları boyunca o fikrin ayırdında olan tek kişi olmaları muhtemeldir. O hâlde, bu yeni bilgilerin kendilerini tasarlayan düşünürün ölümünün ardından kalıcı olabilmesi için yazılarak kaydedilmeleri zorunludur.

    Bu durumun İslam dünyasında asırlar boyunca ortaya çıkmış birçok sonucunu görüyoruz. Burada ilk olarak diğerlerinden daha yaygın olup onlardan ayrılmış belirli felsefe dallarının etkisini anabiliriz. Bu dallar henüz işin başındaki öğrencilerin bile alabileceği kadar kolay ulaşılabilir olmayı gerektiriyordu. Bu durum ise harfi harfine “izin” demek olan icazet kurumunu ve şerh geleneğini doğurduğu gibi, telhîs/özet yazma ve konuları manzum olarak ifade etme geleneğini de meydana getirdi. Özetler ve şiirler felsefenin ana dallarını ezberleme yollarıydı; aslında bunlar Kur’an ve hadis âlimlerince tercih edilen bilgi saklama yolunu örnek alıyordu. Şerh geleneğinin ortaya çıkışı da aynen özet yazma geleneği gibidir. Özetlemek bazı malumatı ayıklamak demektir. Özetler, mesela felsefe gibi belirli bir konuda, öğrencilerin bu özetlerde işlenen belirli bölümlerin ne demek olduğunu sormalarına yol açmıştır. Çok sayıda şerhin bu şekilde, doğrudan öğrencilerin sorularına karşılık olarak yazılmak durumunda kalındığını biliyoruz. Yani bu tür şerhler, talebelerine bir kitabı okutan hocanın öne sürdüğü kişisel okuma notlarıdır; daha sonra ya hocanın adıyla ya da notları kaydeden talebenin adıyla yazılarak kaydedilmiş ve böylece korunmuştur. Derslerle ilgili bu duruma bir düzen getirmek için icazet kurumu kullanılmıştır. İcazet, yani izin talebenin herhangi bir hocanın dersine katılarak, o dersi hakkıyla tamamladığını onaylayan ve artık kendisinin de başkalarına ders vermesine izin veren bir tür diploma olarak da düşünülebilir. İcazetin aslında bir dersin tedrisiyle değil de bir kitabın okunmasıyla ilgili oluşu hayli dikkat çekici bir durumdur; mesela genel olarak metafizik dersi almak yerine İbn Sînâ’nın Kitâbü’ş-Şifâ’sının dersini almak gibi.

    İcazet ve şerh yazımı her ne kadar yazılı kültüre ait olsalar da, bilgi edinmenin yetkili yolu olarak bunlar sözel kültüre; kişiler arası iletişime de gönderme yapar. İcazet kendi kendine öğrenmeyle veya “uzaktan eğitimle” alınamaz. Aynı şekilde bir talebenin hocasının notlarını toplayabildiğini söylüyorsak, orada yüz yüze kurulmuş bir iletişim olduğunu öne sürüyoruz demektir. (Ancak burada, bu şekilde toplanmış notların, yazılmış şerhlerden yalnızca bir kısmını oluşturduğunu belirtmek gerekir.)  Bir yazın türü olarak şerhlere baktığımızda, bilgi aktarımındaki bu sözel niteliğin nasıl da felsefe gibi çok daha kuramsal ve karmaşık çalışma alanlarına sızdığına değinmek gerektiği ortaya çıkar. Tıpkı muhaddisin kaydettiği hadiste, “Ben falancadan duydum, o da falancadan duymuş…” şeklindeki rivayet zincirini yazarak sözel öğeyi koruması gibi, filozof da şerhinin başlangıcında şerh ettiği metine gönderme yaparak, “O dedi ki (kâle)…” diye yazar ve bir sonraki aşamada “Ben de diyorum ki (ekûlü)…” diye devam eder. Böylece, her ne kadar şerh edilen metin ve yapılan şerh yazılı olsalar da şârih ve şerh edilen metnin yazarları demiş, söylemiş olur.

    Yazılı kültürle sözel öğenin bu şekilde bütünleşmesi sonraları başka birçok alanda karşımıza çıkar; ancak bu kez tam ters yönde. Bu duruma iki tarihî örnek açıklık getirecektir. İlk olarak; 1450’lerde veya 60’larda, İstanbul’un fethinden kısa bir süre sonra Sultan II. Mehmet entelektüel bir münazara için iki âlimi davet eder. Tartışılacak konu, meşhur 11. yüzyıl teoloğu Gazâlî’nin Filozofların Tutarsızlığı adlı kitabı, yani Tehâfüt’ül-Felâsife’sidir. Bu iki âlim bir mecliste yüz yüze tartışma yerine Gazâlî’nin kitabı hakkında birer şerh yazarlar. Tartışmalarının sonucunu, hangisinin kitabının daha iyi olduğu belirleyecektir.5 İkinci örneğimiz, yaklaşık 1500’de günümüz İran’ındaki Şiraz’a çok benzeyen eski Şiraz’da yaşayan iki muazzam filozoftandır. Bu iki filozofun yüz yüze münazarada bulunduğuna dair elimizde bir kayıt bulunmamaktadır. Ama bu filozoflar tarafından yazılmış, içinde onlardan birinin diğerini eleştirdiği, diğerinin de karşı eleştiride bulunduğu ve tekrar karşı-karşı eleştiri yazdığı birkaç reddiye elimize ulaşmış durumdadır.6 Yani her iki örnekte de yüz yüze yapılabilecek bir tartışma en makul seçenekken, herhangi bir nedenden dolayı taraflar tartışmalarını kâğıda dökmeyi tercih etmişler ya da başka bir deyişle sözelliklerini yazılı kültür üzerinden ifade etmeyi seçmişlerdir.

    Birçok filozof yaşarken kendi şehrinde, hatta hiçbir yerde bir muhatap bulabilecek kadar şanslı değildi. Dolayısıyla düşüncelerinin kayda geçirilmesi, düşüncelerinin korunması için hayati bir önemdeydi. Şerh yazmada yüz yüze müzakereyi andıran bir yan da vardır. Mesela Fahreddin Er-Râzî, kendisi 12. yüzyılda yaşamasına rağmen, 11. yüzyılda yaşayan İbn Sînâ’nın El-işârât vet’-Tenbîhât’ına şerh yazmış ve burada sanki İbn Sînâ ile yüz yüze sohbet etmiştir. Yine Nasîruddîn Tûsî 13. yüzyılda bu kitaba bir şerh yazdığında sanki onların yanına yaklaşmış ve sohbete katılmış gibidir. Dolayısıyla şerh yazım geleneği, yaşarken fikir tartışmak için uygun bir muhatap bulamayan, bu yüksek seviyeli yazıları yazan entelektüelleri birbirine bağlar.

    Tüm bu yazılar bir kalem, biraz mürekkep ve kâğıt yardımıyla elle yazıldı. Elle yazılmış kitaplara “el yazması” diyoruz ve bana göre el yazmaları bazı öğeleriyle sözlü iletişimin yazılı kültürle birleşebilmesi için son derece uygun yapılardır. Bu durum ilk olarak el yazmalarının istinsah edilmeleri, çoğaltılmaları olgusuna dayanır. İnsanlar sıklıkla, asırlar önce yazılmış bir kitabı çok daha yakın dönemde istinsah edilmiş bir nüshasından okur. Bu, okurların asıl metinden çoğaltılmış bir nüshadan çoğaltılmış bir nüshayı (ve belki de ondan çoğaltılmış bir nüshayı; bu böyle gider) yazarın elinden çıkmış gibi okudukları anlamına gelir. Çoğaltılmış nüshalardaki bu durum yazıya geçirilmiş bir hadisin dayanmak durumunda olduğu isnat zincirine benzer; metnin güvenirliliğini belirleyen müstensihler zinciridir. İstinsah edilen nüshaya her zaman yanlışlar karışacaktır, özellikle bu işi meslek olarak yapan müstensih çoğalttığı metnin alanında uzman değilse. Mesela matematik üzerine bir metinde, dairenin çevresini hesaplamak için gerekli olan π (pi sayısının) kesin bir değerinin yazılmış olduğunu görebiliriz. Bu tür bol keseden atmalar genellikle müstensihlerin hatasıdır.7 Ama bu durum Müslüman entelektüeller için pek de sorun olmamıştır. Metnin hakkını verebilecek bir okuyucu, metinde ilerlerken gerekli akıl yürütmeleri ve hesaplamaları gerçekleştirecek ve tekrar yazarla yüz yüze gelebilecektir. Hatalı rakamlar okur tarafından düzeltilecektir; tıpkı bir kârînin Kur’an okurken, okuma kurallarına; tecvide kendiliğinden uyması gibi. 8

    Benim görebildiğim kadarıyla bu durum matbu kitapların yaygınlaşmasına rağmen entelektüellerin neden el yazmalarını kullandıklarını kısmen açıklıyor. Matbu bir eser, okuru yazarla yüz yüze getirme niteliğini yitiriyor; tam da matbu kitabın ak pak ve gıcır gıcır ama çoğaltılmış nüshalardan biri olmasından dolayı. Bu, Müslüman entelektüellere muhtemelen kuşkulu görünüyor. El yazmaları bu açıdan günümüzde daha değerli; her bir el yazması9 bizi, yazarla aramızda on, yüz, bin yıllar olsa da yazarla oturmaya davet ediyor. Dahası, herhangi bir kitabın şerhi olan veya bu kitabın şerhinin şerhi olan (ve böylece gider) el yazması bize aynı anda, farklı yerlerden, değişik dönemlerde yaşamış birçok Müslüman entelektüelle capcanlı bir sohbet imkânı veriyor.

    Ama artık el yazmalarına ulaşım eski çağlardaki gibi değil, günümüzde el yazmaları kütüphanelerde tutuluyor ve onlara ulaşım oldukça zor. Yine de el yazmalarının dijital ortama aktarılması, onları yeniden ilgilenenlerle buluşturmanın mükemmel yöntemlerinden biri. Özellikle Türkiye dijital ortama aktarmaya yönelik büyük çalışmalar gerçekleştirdi, bu sayede belirli bir el yazmasına ulaşım izninin istenmesi ve birkaç gün içinde varakların fotoğraflarının, hem de renkli ve yüksek çözünürlükte elde edilmesi mümkün hâle geldi. Hatta bu uygulamanın, el yazmalarını eskiden olduğundan çok daha ulaşılabilir yapacak derecede başarılı bir uygulama olduğu söylenebilir. Modern dönemden önceki çağlarda öğrenciler ve hocalar herhangi bir alana ait el yazmalarını teker teker, bin bir zahmetle aramak durumundaydılar. Bugün ise dünyanın her yanından el yazmaların dijital fotoğraflarına ulaşabiliyoruz. Başından beri iddia ettiğim gibi bir elyazmasını farklı çağlarda yaşamış yazarlarla sohbet gibi kabul edersek, bugün farklı el yazmalarını inceleyerek, birbiriyle kesişen birçok sohbeti birleştirebilir ve daha geniş sohbetler kurabiliriz. İslam felsefesine yönelik akademik çalışma alanında daha şimdiden filolojik bir rönesanstan; yani el yazmalarıyla yürütülecek metin okumalarından söz edebiliriz. Hatta dijital ortama aktarılmış el yazmaları üzerinden çalışmanın barındırdığı olanaklar henüz tam anlamıyla fark edilmedi. Kütüphaneler el yazması kataloglarını geliştirmeye devam eder ve el yazmalarının fotoğraflarına serbest erişimi sağlarsa bundan çığır açıcı çalışmaların doğacağı umulabilir.

    Sonuç olarak, Müslüman düşünürlerin anladığı şekliyle felsefe; sayfalarda yapılan ama yüz yüze iletişimi de barındıran, yani bu karşıt öğeleri birleştiren bir yapıdır. Çünkü birçok münazara sahnesi (yani el yazması) önümüzde bulunmakta ve filozofların ne söylemiş olabileceklerini keşfetmeye dair eşsiz bir fırsatımız var. Dijital ortama aktarma işinin iyice gelişmesiyle bu keşifleri hayal bile edemeyeceğimiz bir tarzda gerçekleştirebileceğiz.

    * Finlandiya Jyväskylä Üniversitesi Felsefe Bölümünde öğretim görevlisi olan yazarın The World of Image in Islamic Philosophy isimli bir kitabı bulunmaktadır.
    1 F. Rosenthal, The Technique and Approach of Muslim Scholarship, Roma: Pontificium Institutum Biblicum, 1947, s. 6
    2 W. Saleh, The Formation of the Classical Tafsir Tradition, Leiden: Brill, 2004, s. 207
    3 Travis Zadeh, “Uncertainty and the Archive,” ss. 11-64, The Digital Humanities and Islamic & Middle East Studies içinde, (ed.) E. Muhanna, Berlin: De Gruyter, 2016, s. 11
    4 G. Schoeler, “Die Frage der schriftlichen oder mündlichen Überlieferung der Wissenschaften im frühen Islam,” Der Islam, Sayı: 62 (1985): ss. 201–230
    5 Lit, L.W.C. van, “An Ottoman Commentary Tradition on Ghazālī’s Tahāfut Al-Falāsifa. Preliminary Observations,” Oriens Sayı: 43 (2015): ss. 368–413
    6 Pourjavady, R., Philosophy in Early Safavid Iran, Leiden: Brill, 2011, ss. 1-44
    7 Ayrıntılı bilgiler şuradan; L.W.C. van Lit “The Measurement of the Circle in Naşīr Al-Dīn Al-Tūsī’s Revision of the ‘Middle Books’ (Tahrīr Al- Mutawassitāt).” Tarikh-e Elm Saayı: 10 (2012): ss. 1–42
    8 Mesela Kıyâme suresi 3. ayette [fiillere mastar anlamı veren] “en” ve olumsuzluk anlamı veren “len” kelimeleri gibi. Tecvit kuralları bu kelimelerin [bitişik olarak] “ellen” diye okunmasını gerektiriyor, modern baskılarda da bu şekilde yazıldığını görüyoruz. Ama eski nüshalarda “en len” şeklinde, iki ayrı kelime olarak yazıldığını görmüştüm. Ancak zaten kârî, bunun “ellen” şekline okunacağını bildiğinden, onun için “en len” ve “ellen” yazılması arasında bir fark yoktur.
    9 Bugün İslam medeniyetine ait birkaç milyon el yazması olabileceği düşünülüyor; bkz; A. Gacek, Arabic Manuscripts. A Vademecum for Readers, Leiden, Brill, 2009, s. x