Cerîde-i Sûfiyye’den VAHDET-İ VÜCUT: VARLIĞIN BİRLİĞİ – VARLIKTA BİRLİK
Semih Ceyhan*

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Osmanlı’da II. Meşrutiyet’in ilanından Cumhuriyet’in kuruluşuna değin oldukça çalkantılı tarihsel süreçte dergi ve gazetecilik alanında pek çok yeni teşebbüs ortaya konulmuştur. Bunlardan birisi de tasavvufa dair müstakil dergicilik faaliyetleridir. Bu tarihsel kesitte yayımlanan tasavvuf dergileri şunlardır: Cerîde-i Sûfiyye, Tasavvuf, Muhibbân, Hikmet ve Mihrâb. Aralarında en uzun ömürlüsü Cerîde-i Sûfiyye olmuştur (1909-1919). 19 Mart 1909’da yayın hayatına başlayan derginin son sayısı 1 Eylül 1919 tarihlidir. Toplam 161 sayı yayımlanmış, kayıtlı abone sayısı 2500’ü bulmuş, 100’ün üzerinde yazar kadrosuna sahip olmuştur. Kapağında, “Tasavvufî, dinî, siyasî, ahlâkî, edebî Türk cerîde-i İslâmiyyesi’dir.” ibaresi vardır. Devrindeki dinî içerikli dergilerden en belirgin farkı tarikat meselelerine daha fazla yer vermesidir. Sorumlu müdürü Hasan Kâzım, başyazarı Ali Fuad’dır. Önde gelen sufi-yazarlar şunlardır: Sâdık Vicdânî, İbnülemin Mahmud Kemal, Veled Çelebi, Ferid (Kam), Hocazâde Ahmed Hilmi, İsmail Hakkı (İzmirli), Ahmed Remzi (Akyürek), Mustafa Fevzi (Gümüşhaneli’nin halifesi), Mehmed Gülşen, Bursalı Mehmed Tâhir, Tâhirülmevlevî, Abdülbâki, Muallim Vahyî, Hamâmîzâde İhsan, Rızâ Tevfik, Hüseyin Vassâf, Mehmed Ziyâ.1 “Şeyh Reşîd-i Bağdâdî” künyeli bir zat da derginin yazarları arasındadır. Hakkında bilgi edinemediğimiz yazarın üç makale ve üç şiirine dergide yer verilmiştir:

    1. “Vahdet-i Vücûd”, Cerîde-i Sûfiyye, 23 Kanunusani 1332 / 12 Rebîulâhir 1335 / 5 Şubat 1917, cilt: V, sayı: 125, sayfa: 273-275.

    2. “İlm-i Tasavvuf”, Cerîde-i Sûfiyye, 17 Mart 1332, cilt: V, sayı: 126, sayfa: 278-279

    3. “İlm-i Tasavvuf II”, Cerîde-i Sûfiyye, 26 Nisan 1333, cilt: V, sayı: 127, sayfa: 288-289.

    4. “Gazel”, Cerîde-i Sûfiyye, 17 Mart 1332, cilt: V, sayı: 126, sayfa: 283.

    5. “Mahmud Nazım Paşa’nın Gazelini Tahmis”, Cerîde-i Sûfiyye, 26 Nisan 1333, cilt: V, sayı: 127, sayfa: 292-293.

    6. “Gazel”, Cerîde-i Sûfiyye, 1 Haziran 1334, cilt: V, sayı: 142, sayfa: 410-411.

    Şeyh Reşîd-i Bağdâdî’nin aşağıda günümüz Türkçesine aktararak siz okurların istifadesine sunduğumuz “Vahdet-i Vücut” başlıklı yazısı, sufiyye taifesinin tevhit doktrinini en veciz bir şekilde anlatmaya çalışmaktadır.

    VAHDET-İ VÜCUT
    Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’inde, “Artık nereye dönerseniz dönün, orası Allah’a çıkar.” (Bakara suresi, 2:115) buyurur. Yani “Her nereye yönelirseniz Hakk’ın yüzü oradadır.” demektedir. Bu âyet-i celîle vahdet-i vücuda işaret etmektedir. Vahdet-i vücut kâinatta, yani yüce ve aşağı âlemlerde Hakk’ın varlığından başka bir varlık yok demektir. Bazı kimseler vahdet-i vücut görüşünü benimsememekte, Hak için bir varlık, Hakk’ın dışındaki eşya için ayrı bir varlık iddiasında bulunmakta, kâinatta Hakk’ın varlığından başka bir varlık yoktur demeye cesaret edememektedirler. Bu düşüncede olan kimseler bir açıdan da mazurdurlar. Zira vahdet-i vücut meselesinin idraki sufi zevke ve mükâşefe tecrübesine dayanır. Ancak bir başka açıdan da mazur değillerdir. Çünkü “Bilesin ki Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur.” (Muhammed suresi, 47:19) âyet-i kerîmesi uyarınca uluhiyet mertebesine dair tevhit bilgisini herkesin tahsil etmesi ve anlaması her bir kişiye farz-ı ayndır. “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler (yani bilsinler) diye yarattım.” (Zâriyât suresi, 51:56) ayeti işte bu sırrı dile getirir.

    Şimdi gelin vahdet-i vücut meselesini hem akıl hem de nakil açısından anlamaya ve incelemeye başlayalım. Akıl açısından vahdet-i vücut meselesi şöyle açıklanabilir: Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden biri de el-Alîm’dir. Yani Allah insandan ortaya çıkan bütün zahirî amelleri, gönüllerde gizli olan niyet, amel ve sırları bilir. Vahdet-i vücudu inkâr edenler bunu şu şekilde yorumlar: Allah’ın bilgisi (ilm-i ilâhî) âlemdeki bütün varlıkları kuşatır. Hakk’ın bütün zahirî amellere ve bâtıni sırlara bilgi açısından vukufiyyeti vardır ve Hak Teâlâ her şeyi bilgisiyle kuşatır. Bu vukufiyet ve kuşatıcılık varlıkla olamaz. Zira varlık geçicidir, ebedî değildir. Biz de cevap olarak bu yorumda bulunanlara deriz ki: Evet, varlık fanidir, geçicidir. Fakat Hak için ayrı bir varlık, eşya için ayrı bir varlık vererek Allah Teâlâ âlemdeki her bir zerrenin zahir ve bâtın bütün fiil, hareket ve sükûnunu bilir demek imkânsız ve geçersiz bir iddiadır. Zira iki ayrı varlığın arasında bir şeyin bilgi açısından sabit olması mümkün olamaz. Zira Zeyd’in başı ağrısa Amr’ın ondan haberi olmaz. Zira Zeyd’in bilgisi kendi bedeniyle yaptığı fiillere münhasırdır. Zaten ilâhî kelimeler olan varlıktaki her bir zerrenin başlı başına olması ve yekdiğerinin sırrını ihtiva etmesi vahdet-i vücuda işaret eder. Mesela, bin adet elmanın içinden bir tanesini ayırsak ve onu çözümlemeye tabi tutsak, söz konusu elmadaki görünen ve görünmeyen maddeler diğer elmalarda tamamıyla mevcuttur. Aradaki fark sadece bir sayımdan ibaret kalır. Demek oldu ki, her cisim madde ve sırlarını kuşatan yekpare bir cevherdir ki bu cevherlere “ilâhî kelimeler” denir. Nitekim “Eûzü bi-kelimâtillâhi’t-tâmmâti” (Allah’ın bütün kelimelerine sığınırım) ifadesinden kasıt, Allah’ın kuşatıcı külli isimleri ile temiz cüzi nefislerdir. Allah’ın mutlak zatı ise bir cevherdir. Fakat arzın mukabili olan cevher gibi değildir.

    Ey sufi! Dikkatli olasın ki vahdet-i vücut meselesinin bu noktası ayakların kaydığı yerdir. Vahdet-i vücudun sırlarına muttali olmak ancak bir mürşid-i kâmilin eteğine yapışmakla olur. Şimdi vahdet-i vücut meselesinden sana birkaç şey beyan edeceğim. Evvela zihnindeki tüm düşünce ve maksatları bir kenara bırak. Sonra izahlarımı dikkat nazarıyla tefekkür eyle. Böylelikle belki birlik sırrından bir nebze koku sana ulaşır, evliyanın ruhlarının medediyle pak olan kalp aynana ledünni bilgiler yansır.

    Sufiyye-i kirâm (Allah onların ruhlarını takdis buyursun) buyururlar ki: Varlık birdir. Artması ve eksilmesi yoktur. Yani gerçekte varlık Hakk’ın varlığıdır. Hakk’ın varlığı zorunlu varlıktır. Müşahede ehli, “Gölge varlık Hak’dır.” der. Muhakkik sufiler ve Hakk’ı bulanlar ise “Varlık Hakk’ın aynıdır.” der. Zira mülk ve melekûtta Hakk’ın esma ve sıfatından başka bir şey yoktur.

    Şimdi yazımızın başındaki âyet-i kerîmede zikredilen Allah’ın veçhinden, yani yüzünden kasıt Allah’ın zati hüviyetidir, yani Hakk’ın yegâne zatıdır (zât-ı ahadiyyet). Fakat Hakk’ın zatı zuhurun henüz gerçekleşmediği lâ-taayyün mertebesindedir. Bu mertebede isim, resim, nicelik ve nitelik olmadığından, Hakk’ın yegâne zatına delalet eden şehadet menzilleri Hakk’ın hüviyeti olan bir noktadan ibarettir. Bu nokta bilfiil Hakk’ın varlığının zuhuratının kaynağı ve başlangıcıdır. Dolayısıyla bu âlem lâ-taayyün âleminin bir gölgesinden ibarettir. Allah’ın sıfatları ise Allah’ın şe’nlerinin, yani fiillerinin mazharlarıdır.

    Şimdi bir kimse her ne tarafa yönelirse yönelsin Hakk’ın zatının ilk taayyünü olan noktaya yönelir. Hakk’ın zati hüviyeti ilk taayyün mertebesinin bâtınıdır. Yönelen kimseye Allah’ın feyzi, ümmü’l-kitâb olan ilk taayyün mertebesinden bilkuvve zuhur ederek, bu noktanın hükümleriyle, yani Hakk’ın gayb âlemindeki fiillerine kabil olan şeylerin hâlleriyle temas ederek ortaya çıkar. Sonra Hakk’ın fiillerinin (şüûnât-ı ilâhiyye) mazharları olan ilâhî sıfatların hükümleriyle surete bürünür. Hz. Musa (a.s.) Hakk’ın emriyle ağaca yöneldiğinde, ağaçtan “Muhakkak ki ben Allah’ım.” (Kasas suresi, 28:30) sedasını işte bu mertebeden işitmiştir. Eğer Hz. Musa, Hakk’ın emriyle ağaçtan başka bir cisme yönelmiş olsaydı, bu hitabı aynıyla o cisimden de işitirdi. Hakk’ın bu hitabı bize göre nurdan ve zulmetten meydana gelen yetmiş bin perdeden zuhur eder. Bu zuhurun bilkuvve kaynağı Hakk’ın zati hüviyeti, bilfiil kaynağı ise ilk taayyün mertebesi olan Hakk’ın zatının gayb âlemindeki şe’nleridir ki bu menziller Allah’ın hüviyetinden ibarettir. Cenâb-ı Hakk’ın Mütekellim isminin tecellisi olan bu ilâhî hitap ilk taayyün âleminin mazharları olan ilâhî sıfatlardan inerek ortaya çıkar.

    Ey sufi! Muhakkiklerin büyükleri buyururlar ki taayyün ikidir. Birincisi, az önce zikredildiği üzere başlangıcı Hakk’ın zati hüviyeti, yani yegâne zatı, sonu ise kelamdır. İkincisi oluş âleminin taayyünüdür ki, başlangıcı hakikat-i muhammediyye, sonu insanın zuhurudur. İlâhî taayyünün evveli “hakikat-i muhammediyye” adıyla anılır. Gerek Allah’ın hitabı gerekse de Rabb’ın feyzi Hakk’ın zatından taayyün eder. Sonra bilfiil mazharları olan sıfatlar mertebesine ve ondan sonra da aşamalı biçimde insan kalbine nüzul eder ki tüm mertebeler yetmiş bin perdedir. İlâhî taayyünün evveli olan asıl âlem ışık saçan bir kandile benzer. Bu kandil öyle büyük bir nur deryasının büyük bir hakikatidir ki ceberut âlemi, yani mazharları olan sıfatlar âlemi bu sonsuz nur deryasının hakikatine mazhardır. Bu hakikate “izafi külli ruh” ve “ilk tecellinin gölgesi” denilir. Bu hakikat ilâhî tecellinin kaynağıdır ve bütün tecelliler sonunda bu hakikate döner. Tıpkı akşam vakti ışığın güneş kursuna geri dönmesi gibi. Allah’ın sıfatlarının hükümleri olan mazharlar, zahir ve bâtın olmaklığı sonsuz olan bu hakikatten feyz alırlar. Çünkü mazharlar Hakk’ın zatına varıncaya kadar birbirlerinin gölgeleri mesabesindedirler.

    İşte bütün bu mertebeler aynıyla insanda da mevcuttur. Zira insan, beden açısından nâsût âlemine, ruh açısından melekût âlemine, sır açısından ceberut ve lâhût âlemine dönüktür. “İnsanın sırrı benim sırrımdır.” sözü buna işaret eder. İlk taayyün olan asıl âlem sonsuz hakikattir. Nur saçan kandil olması hasebiyle “nurların nuru” sıfatıyla nitelenir. Cesamet ve nûrâniyyetinden bütün maddi ve manevi şeyler ondan nurunu alır. Külli ruh olması hasebiyle maddi ve manevi şeyler bulundukları mertebe ve istidatlarına göre tesir altındadırlar ve bu tesir sebebiyle canlılık ve hayat kazanırlar.

    Hasılı bu hakikat sonsuz olması sebebiyle sonsuz âlemleri kuşatır. Kendisi ne kadar sonsuz ise âlemler de o kadar sonsuzdur. Hakikatin sonsuzluğunun bir sınırı olmadığı gibi âlemlerin de bir sınırı ve payanı yoktur.

    Bilgi açısından âlemleri halka anlatmak için âlemleri on sekiz bin sayısıyla sembolize etmişlerdir. Zira insanlara başka türlü anlatmak mümkün değildir. Oysa hakikat ehli, âlemleri sınırlayıp tahdit etmezler. Zira bilirler ki, ilimler ve ilâhî hakikatler tasavvura sığmaz ve sınırlamaya gelmez.

    Hülasa, her zerrenin bu sonsuz hakikatin sonsuz nuruna mazhar olan esma ve sıfatın hükümlerine tam bir münasebeti ve irtibatı vardır. Binâenaleyh bir kimse eşyadan herhangi bir şeye yönelse ilâhî sırları o şeyde müşahede edeceğinden, o şey kendisi için Hakk’ın veçhi, yani zati hakikati olmuş olur. Zira bu sonsuz hakikatin en büyük nuru derya mesabesindedir. Deryada balık her ne tarafa dönse suyu orada müşahede ettiği gibi, âlemdeki her bir zerre de her nereye dönse bu en büyük nurla karşılaşır. Zira bütün kâinat o deryadaki balıklar gibi o deryanın içinde boğulmuş hâldedir, bu sırdan bazılarının gerek haberi olsun gerek olmasın. Ve her bir zerrenin sırrı mürebbisi, yani mazharı olduğu ilâhî isim yüzünden Hakk’a ulaşır. Hasılı, bu en büyük nur her zerrede mevcut olup bununla varlık sahrasına çıktığından sufilerin beyan buyurdukları gibi gören O, görünen O, söyleyen O, işiten O’dur. O bâtında her zerreye iliştiğinden ötürü hem aynada görünen hem de aynanın kendisidir. Ne kadar ayna var ise bu aynalarda görünen mazharlar O’nun elbiseleridir, mazharlarda batın olan şeyler de O’nun ruhudur ki zerrelere mertebelerine göre ilişmesi açısından bütün ilişiklere “cüzi ruhlar” denir, tıpkı güneş ışığının mekâna vurması, her zerreyi kaplaması, tüm unsurları aydınlatması gibi.

    İşte bu sonsuz hakikatte bulunan eşyanın hakikatleri, mazharları olan ilâhî sıfatların nurlarıyla aydınlanarak mertebe mertebe varlık kazanırlar. Eşyanın sırrı kendi hakikatlerinden feyz alır ve canlılığı en büyük nurun bâtıni tesiriyle ortaya çıkar ki ilâhî sırdır. Eşyanın varlığı, sırrı ile canlılığının birleşmesinden meydana gelen bir maddedir ki bu madde eşyanın kabuğu addedilir. Yoksa kıt akılların anladığı gibi cüzi ruhlar bu engin deryadan birer bardak su alınarak ayrı ayrı şeylere boşaltılması, şeylerin ortadan kalkması esnasında da yeniden o suyun deryaya geri dönmesi şeklinde değildir. Buna “tecezzi” (cüzlere ayrışma) derler. Ruh ise tecezzi kabul etmez. Zira kâinatı baştan sona bu en büyük nur kuşatmıştır. Bu deryanın nuru parçalara ayrılmaz. Çünkü deryanın nurunun kuşatmadığı âlemde boş bir yer yoktur. Nur bölümlere ayrılmaz. Her zerrenin hakikati bu deryada mevcuttur. Mahiyetin hakikati denizde feyze mazhar olup, zahiri kabuk bağlar, yani bedenlenir, maddeye bürünür. Her zerrenin hakikati bu engin denizde feyze mazhar olup zahiri maddi surete bürünür. Böylelikle lâhût, ceberut, melekût ve nâsût mertebeleri bütünüyle tamamlanır.
    Bağdâdî: Şeyh Reşîd
    (1335 / 1917)

    * Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
    1 Cerîde-i Sûfiyye hakkında detaylı bilgi için bkz. Mustafa Kara, “Cerîde-i Sûfiyye”, DİA, VII, s. 410; Atilla Kaşıkçı, Bütün Yönleriyle Cerîde-i Sûfiyye I: İnceleme-Fihrist, yayımlanmamış yüksek lisans tezi, Dicle Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Diyarbakır, 1994