ŞULE GÜRBÜZ İLE FELSEFE, EDEBİYAT VE İNSAN ÜZERİNE
Abdulkadir Filiz

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • İlk olarak felsefe, edebiyat ve sanat arasındaki ilişkiyle başlamak istiyorum. Çok yaygın bir ayrım yapılır, felsefe akla, sanat hisse hitap eder diye (ki aynı zamanda buna yönelik birçok eleştiri de zikredilebilir çağdaş düşüncede). Bir edebi eser, felsefe kitabı değildir, fakat felsefeden de muaf değildir. Özellikle, sizin eserlerinizde zaman zaman ikisinin birbirine girdiği, bazen bunların birbirini beslediği bir durum var. Bu durumu nasıl açıklarsınız? Bu ayrımın kendisine dair siz ne dersiniz?

    İnsanın kendisi de akıl ve his diye ayrılmışsa böyle bir ayrıma tabi olur, onun hükmünde kalır, değilse aslında birlikte de yürüyebilir. Ayrıma tabi olmak insanların hoşuna gider, diğerinin sorumluluğu üzerimizden kalkıyor diye bir memnuniyet duyarlar çünkü. “Ben aslında şöyleyim, şundanım, daha fenası, ben şunun eğitimini aldım.” deyince işler, tedirginlikler, teyakkuzlar azalır, dünya küçülür. İnsanların rasyonel bilgiyi biraz ucundan kenarından tutunca hemen ve ilk olarak merhameti kaybettiklerini, çok az bir şey ile büyük şeylere bakışlarının değiştiğini biliyorum, gördüm, gösterdiler. Hislerinin tabiyetinde nefes aldığını söyleyenlerin ise hislerinin kaynağı ve derinliği ile ciddi münasebetleri olamadığı için sathi kalmak ve sathi söz söyleyip hafife alınmaktan kurtulamaması var. Her önemli ve asli şey aslında insanın ilk kaynak ile doğru bilginin intibaını taşımasına bağlı gibi. Neyin neyi inciteceğini, bozacağını, neyin hangi mesafede tutulması ve yanına ne giydirerek getirilmesi gerektiğini bir duyuş ve yaradılış becerisi ile bilmesi gerekiyor herhâlde. Bunların insanın içinde ekili olması gerekiyor, insan kendi içindeki tarlasını ancak öyle sürebilir, yoksa dünya adamı sürütür, bir şey sürmesine müsaade etmez. Daha açık söyleyişle, kişi iyi ile kötünün, doğru ile yanlışın terazisi ile doğmuş olmalı, sağında solunda bir şeyler olmalı. Bütün delice gayretler aslında sadece zaten mevcut olanın içinden geçebilmek için. Bu eğitim, okuma yazma ile ilgili değil. Portakalın, zeytinin kendini bilmemesi gibi aslında insan da kendini bilmez, kendisi oluşturmaz, bütün bunlar sonradan yazılan şeylerdir, edebiyattır, sonraki nokta felsefe, daha ilerideki susulan yer ise hakikattir herhâlde.

    Felsefe tarihinden de, inanç silsilesinden de büyük ruhlar ve büyük adımlar geçmiş, çok şey akmış. Ben bu akışın seyrini önemsiyorum, sükûnet ile bu nizama bakabilmeyi ve feryadsız figansız bir sezgi içinde olabilmeyi önemsiyorum. Bilgiyi ederinden fazla değil, zaten pek bütünlüklü de gelmiyor ama anlayışı önemsiyorum. İz ya da izlenim insana yeter de artar bile, çünkü tek bir filozofu bile iyice silkelemek kolay değil. Netice ise kuru toprak. Batı’da ciddi bir silsile ile bir şeyi uc uca getirerek, zarif ve olağan bir şekilde benlik duygusundan da çıkarak onlarca kişi insanlık için az şey öğrenmedi, diğerlerine çok önemli şeyler sunabildi, bunun parçası olmayı yeter onur bildi, bu çok yüksek bir şey. Ancak anlayış ile bunu insanın kendi ömründe kendisi ile yapabilmesi bana büyüleyici geliyor. Yani bir ekolü, ardı önü olmadan kendi kendine büyüyen ve zerreliği kendi zerresinde duyan olmak büyük geliyor, daha yekpare ve her duyuşa daha açık, daha yakıcı geliyor.

    İlim ya da kültür mübadele için değil, mücadele için olmaya da çok kolay devriliyor, her düşünceyi savunacak ve geçer akçe gösterecek bir adam geçmişte var, kendi düşüncesine istinat edeceği bir cümleyi düşünce tarihinden kendine yalancı şahit olarak çıkarıp yaşayanın en kötüsünü, ölmüşün en iyisini yanına yar-i hemdemi gibi alması var. Karşısındaki de aynısını yapıyor. Aynı meydanın, aynı yağa bulanmış kimseleri temizlik yarışı yapıyor. Bu hâl ile gerçek iş görülemiyor, buraya hayal görmeye, ama gerçek hayali görmeye, onu aramaya geldik. Buna sebep ben felsefeyi bir su basmanı gibi sevip saysam da üste kadar onunla çıkılamaz diye düşünüyorum. İnsan aklının sınırlılığı çok test edildi, ama kalp ve inanç teraziye vurulamadı en azından. Ben kendim olarak Kant’ın -ki bence en önemlisidir, nereye kadar gidebildiğini az çok gördüm, anladım ama Muhiddin Arabi’nin gittiği yeri, gördüklerini, bu bir hayal ise de, aldanma ise de, serap ise de, cünun ise de göremedim. Bilmediğinin ardına düşmekten yana da değilim, bu en büyük kibir olur, ancak uğraşmayı, sadakat gösterip beklemeyi, yaşamı gizli bir sır gibi yaşamayı ve asıl olandan aslında hiç söz edilemeyeceğini bilerek bunu daha manalı, yaşamaya değer buluyorum.
    Aynı minvalden devam edersek, 20. yüzyıl felsefi seyri, ister analitik ekol olsun isterse kıta Avrupası, dil felsefesinden hermönetiğe dili kendi mevzu edinmiş. Dilin sadece bir iletişim aracı olmasından ziyade bizatihi hakikatin açıldığı ve varlığın söylenebildiğinin tartışıldığı devirlerdeyiz. Bu bakımdan, felsefe yapma pratiği de dilin imkânlarının zorlanmasıyla paralel bir şekilde ilerledi ve geçtiğimiz yüzyılın filozofları yukarıda zikrettiğim ayrımı fazlasıyla flulaştırdı. Sizin yazma ediminiz bu bağlamda nerede duruyor?

    Bahsettiğiniz şeyler, yani dili kendine mevzu edinmek aslında söyleyecek şeyler flulaşınca, söz ve anlam seyrelince içine girilen şeyler. Yükü ağır bulana ve taşıması gereken yere taşımayana da yeni bir iş. Bu aslında tam olarak yapılmadı da, sadece ciddi ve sağduyulu bir yüz ve ona yaraşır bir tavır ile söylendi, yani bu gerekir dendi. Gerekeni söyleyenin gerekeni yapmış gibi kenara çekilmesi özellikle 20. yüzyıldan itibaren kâfi görülen bir hamle. “Ev kirli”, diyen isterse ev sahibi olsun, selamet kenarına varıyor, gerçeği dile getirmiş bir insan vakarı kazanıyor.

    Büyük bir şaire, kalp gözü açık ve küfsüz kimseye parlak dil zaten gelir. Anlatacağı olana gelir, derdi olana gelir. Anlatacağı olmak önemli, dil çözülür, derdi olmak önemli, mürşit bulmak değil. Dil çünkü ruhtan doğar ve ruh dokunan, gezen, hareket eden, meyve verendir… Her şeyi takibe alır, yalnız değildir, en ufak şeyi izler, izlenimlerle taşar, kaynar, bunca şey dili, hem de her kendini kaynatıp taşıranı farklı ve kendine mahsus bir usare ile bir çiçek açtırır, onu konuşturur.

    Yazmak avlanmaktır. Bulduğunu yemek hiç değil. Uzun beklemeler, uzun aç kalmalar ister. Sabır ve yarı aç, yarı tok bir ömür ister. En sonunda bir yabani, henüz kafese girmemiş bir düşünceyi avlayıp hapsetmek, kendinin kılmak ister. Çünkü bilinmeyen endişe ve korku kaynağıdır, yakalanıp tanımlanmadığı zaman zararlı olabilecek bir düşünceyi avlayıp hapsedebilirseniz şifadır.

    Elbette bu devirde yeni ve taze bulmak, gerçek bir avcı olmak kolay değil, pek çok şey sahipli, çoğunca denenmiş ve hâyîde. Eskilerin avcısı bile şimdi bakınca mahzun görünüyor, çoğunluk kırık ve beyhude içilmiş bir ilaç gibi. Üstelik bu gün o gün ki avlanandan ziyade otlayan var. Çiğ etin tadını bilmeyip ya da bundan irkilip samanını gevelemeyi okuryazarlık zannedenler var, hem de seylabeler hâlinde, okuryazar bu yüzden arttı zaten, başka değil. Türkiye’de hayvanlar için değil ama devrine zımbalanmış, onun kanıtı gibi ekli duran insanlar için meralık alanlar arttı.

    Seneler önce, ismen saygıya layık, önemli bir klasik Türk müziği ustası ile sohbet ederken bana eskiden bir mecliste mevlit okur, şuğul söyler ya da böyle cezbeye getirici bir şey yapacağı vakit önce ahaliyi süzdüğünü, böylece neyin ederini tayin edecek kıratta adamlarla çevrili olup olmadığını önce bir kestirdiğini anlatmıştı. Sonra da okuduğu eserin neresinde daha dik perdelere çıkıp neresinde ne yaparsa ne tepki alacağını bildiği için dinleyicileri istediği miktarda ve zamanda “Allah” diye bağırttığını vs. anlatmıştı. Ben bunu doğrusu o kimseden hiç ummazdım, ama şimdi konu ve diyeceğim başka. Aslında okuyucuya istenildiği kadar Allah da,  eyvallah da dedirtilebilir, bu işten bile sayılmaz. Belli bir seviyeye gelmiş insanın az çok tutturabileceği bir şeydir, çünkü hangi çığlığın, hangi perdede saklı olduğunu, ne açılırsa, ne aşikâr edileceğini, dahası bunu elde etme yollarını biliyordur. Sözde muhatap tüm beklentisi ile hükmü kendisinin vereceğini zannederek duruyor. İşte tüm mesele bunların hiçbirini yapmamak, tevessül etmemek, yordamla yola ve kıvama getirmeye çalışmamak, yapabileceklerini yapmamak. Üstelik okuyucu, dinleyici bunu ister, bunu hünerden sayarken, aksi sanatı şekilsiz ve usturupsuz bulurken. Allah’ı olanı Allah diye, olmayanı heyhat diye bağırtmak çok kolay. Düştüğü yerin adamı olana bunlar çok kolay. Dil bir anlamda namustur, insandan başkalarını kandıracak, büyüleyecek şekilde konuşmayı, yazmayı becermesi istenmemiş, dilini mümkün mertebe tutması istenmiş. Dil ve söz büyüdür çünkü ve insan bunu öğrenirse, ağzına tat değerse geri durması zordur. Dilin geri çekilip incelenmesi, ama anlatılanı en yukarı söyleyişe gökten inmişçesine yaklaştırması gerekir.

    Bu konuya dair son bir soru olarak, edebiyat ve özellikle de şiir, metafiziğin en temel ilkeleri denebilecek çelişmezlik ve yeter sebep ilkelerine istisna oluşturuyor. Yirminci yüzyılın en büyük filozofu denebilecek Heidegger ve Fransız takipçilerinin bu ilkeleri bolca eleştirdiğini ve hatta “başa gelen her şeyin sorumlusu ve müsebbibi” olarak bütün metafizik tarihini bunlarla eşleştirdiğini düşündüğümüzde felsefenin hakikat ile irtibatı, edebiyatınkine benzer (ve belki de aynı) bir irtibata dönüşüyor. Aslında bilimsel bilginin bize öğrettiği ile edebiyatın (sadece epistemolojiyle sınırlanamayacak bir şekilde en geniş manasıyla) öğrettiği arasındaki fark belki de buradan doğuyor. Kısaca, bu bakımdan edebiyatçının hakikati nedir? Bir filozof ile bir edebiyatçı nasıl ayrılır? Ayrılabilir mi?

    Herkesin bildiği gibi, bilimsel bilgi kanıtlar ve tutanaklar ile konuşuyor, o yüzden hem işi çok, hem bereketi az, vakit gelip ister istemez tıkanıyor, eleştirilmeye başlanıyor. İş bir vakit çoktu, Heidegger’e gelene kadar soldu. O da bir edebiyatçı olmadığı için “San’at taklid-ü metekaddimin” diyemedi demek ki, yani sanat hepi topu eskinin taklididir diyemedi, sanat ve edebiyat nerede dedi. Şimdikiler de mesela büsbütün mantığa yaslandılar. Ama bunlar da başka türden geçicilikler, geçecek, o da, öbürü de. Heidegger mecburen bir kapı açıyor ve tıkanmış olana edebiyatla varlık kazandırıp orada uygun bir oluş için bekleyenleri, o hâlle iş görebilecek olanları ortaya çıkarıyor. Ama bu o büyük ve sonsuz kapı değil, üstelik her kapıdan önce az çok yarayışlılar, ihtiyaç sahipleri, yol arayanlar geçerken sonrasında fırsatçılar, çolpalar, tabanı yassılar… geçer, burayı âdeta binek taşı yaparlar, normalde yürüyemeyecek adam tırmanan adam olur. Türk müziğinde de sıkışıp kalan hâle Mesud Cemil, Münir Nurettin bir kapı açmaya çalıştı ama o kapıdan geçe geçe Nevzat Atlığ geçti, daha da ne yer ne hâl kalmadı.

    Augustine’nin İtiraflar’ında geçen meşhur sözünü hatırlayarak zaman üzerine bir şeyler sormak istiyorum. Augustine “Öyleyse zaman nedir? Bunu bana kimse sormasa biliyorum ama biri sorarsa nasıl açıklayacağımı bilmiyorum.” der. Augustine’in de yana yakıla anlatmaya çalıştığı “zaman”, yaşadıklarımızın ve hafızamızın gelip geçenler olarak bize sunduklarının farkında olmakla açıklanamıyor. Bununla beraber saatler, dönen dünya, batan güneş ve geçen ayla da açıklanamıyor. Aynı şekilde zamanı “ben”den gayrı düşünemiyoruz, fakat “ben”le de sınırlayamıyoruz. Saatlerin meselesi olmayan, hep sonradan farkına varılan ama sadece hatırlamayla da açıklanamayacak zaman nedir? Eserinize isim olmuş hâliyle zamanın nasıl farkında oluruz? Olabilir miyiz? Geçmişi hatırlamak mı olur? “Her şey ben yaşarken oldu.” diyebilir miyiz? (Sorunun net bir cevabı olmadığının farkındayım ve binlerce yıldır olduğu gibi, şu anda da insanlığın meselesi.)

    “Her insan Âdem’in akranıdır.” derler, bu söz bana doğru gelir. İnsan milyarlarca yaşındadır ama bunu bilmez, bazen sezer, bazen de duyar. Burada yekpare, herkesi ve olan biten her şeyi, tüm hattıyla içine alan bir zamandan bahsediliyor, yani Sokrates zehirlenirken de siz oradaydınız ama geç anladığınızdan sonradan üzülmeye başladınız, İsa çarmıha götürülürken de oradaydınız ama sesiniz ya çıkmadı ya da o sessizce arkadan yürüyenlerin arasındaydınız, ne zaman ki bunun ne olduğunu anladınız gözleriniz yaşardı… Yani her şey anlamaya başladığınız zaman başlar ve sizi de içine alır, tarihe, acıya dâhil eder. Ben “Zamanın Farkında”nın sonunda zamanın anlama mesafesi olduğunu yazmıştım. Yukarıdaki sözde de söylendiği gibi, insan anlaya anlaya, ağlaya ağlaya gelip Âdem’in yanına oturup elini sıkacağı zaman yaşamış, bir zamandan geçmiş ve olmuş olacaktır. İnsandan aslında beklenen az değil, her şeyi anlaması, kabul etmesi bekleniyor. Anlayınca bağlı olduğu boyunduruğundan sürülüp durduklarından kurtulacaktır. İnsan şimdi köledir, aklı ermezliğin, ahmaklığın, sınırlı yaradılışın… kölesi. Anladığı şeyin zamanını başlatır, bunlar arttıkça ve kâinattaki her şeyi duyabildikçe varlık seviyesi, anlayışı artar ve gerçek zamana, o ilk zamana yaklaşır, kendini hatırlar. Âdem’e de akran olur. Ve şairin dediği gibi, her şey o yaşarken olmuş olur.

    Türkçe yazan ve düşünen bir yazar olarak, Türkçe felsefenin imkânını nasıl görüyorsunuz? Bu soruyu sorarken aklımda, iki zıt ideolojik tavır beliriyor. Birisi yukarıdan kurumsal olarak vaz edilen kuru, sıkıcı ve akademik alandaki uzmanlarına bile hiçbir hissi etkileşim vermeyen bir terminoloji, diğeri ise her ne kadar geçmişte popüler ifadeyle bir “anlam dünyasına” fazlasıyla sahip fakat bugün, sadece anlaşılamamanın ötesinde aynı zamanda eğrelti de duran bir kavramlar ağı. Bu soru kendilerini “felsefenin (ve dolayısıyla hakikatin) imtiyazlı sahipleri” olarak gören akademisyenlerce çokça tartışılmış ve hâlâ da tartışılıyor. Sorunun muhatabı edebiyatçı pek görmedim maalesef. Sizi bu sorunun muhatabı kılsak?

    Türkçe yazan ve Türkçe düşünen insan bunu hakkı ile becerebiliyorsa ve yerinin, hâlinin insanı ise, kendini bir yerden aşırmadıysa zaten Leipzig’deki, Warwick’teki bir sokak gibi kokmayacağını da bilir. Öğrenmek, başka bir ruhun seyahatini izlemek güzel ama dünyada size düşen, sizin de düştüğünüz yerin tesadüf olmadığını sezmek gerekir, o yer neresi ise sizin de orayı, oranın dilini aydınlatmanız gerekir. Başka bir yolu, başka bir şeyi biliyor olmanın tadını çıkarmak lazım aslında. Saygı da ilgi de anca böyle görülür.

    Felsefe, kim ne derse desin aslen bir gönül işidir, eski Yunan’da da bu gönül işi idi, Ortaçağ’da da. Sağduyulu filozoflar, hatta sosyologlar için 19. yy.’da da, 20. yy.’da da. Dahası iyisi hep bu yolda idi, önemli olan da bu.

    Türkçe felsefe elbet bambaşka bir temeli esas alan, yapısı, mekaniği, terminolojisi oturmuş, kendi düşünmek istediği gibi düşünen ve dili de bu şekli almış Batı felsefesinin kenarını köşesini tutmakla bir varlık gösteremez. Okurken uzağına düştüğünün nasıl bir parçası olsun. Başka bir dil de, o dilin düşünce yapısı ve ön kabullerine amenna demeden öğrenilemiyor, yani siz bir dili aslında öğrenemezsiniz bile, söylemeniz istenenleri hatasız söyleme gayretinde olursunuz sadece. Öğrenmek bu kadardır, burada düşünmek, hayal görmek yoktur, uygulama vardır.

    Akademisyenler güçlü sanatçıların yanında hiçbir zaman, hiçbir yerde imtiyazlı ya da kuvvetli sayılamaz. Güçlü sanatın arkasına ne aldığı, o kanatları kimden, nereden taktığı belli değildir çünkü. Akademisyen omuz genişliğine bakar, yüksek sanatçı ise kanatlıdır. O yüzden akademisyen yerde güreşir, kanat açıp geremez, yükseklerin havasını, dalların arasını, diğer görünür görünmez yaratılmışları bilemez. “Acaba bilmediklerimi bilseydim, okumadıklarımı okusaydım başka ya da daha iyi bir insan olur muydum?” sorusuna kendinde bulduğu cevap insanın neyin yakınında duracağını belirler.

    Bizim felsefe diyebileceğimiz, yol alabileceğimiz tek şey İslam felsefesi olabilir, tasavvuf yani. Dini de hakkında konuşulabilir yapar, köy çardağından, ilmihal kitaplarından yukarı çeker. Her yere sokar. Şimdi hiçbir yerde değil çünkü. Zaten biliyoruz ki, artık maalesef Allah evliyası kalmadı, tasavvuf evliyası var. Kayıp olduğu söylenen üst dil aslında herkesin kendi kendine öğreneceği bir dildir, ona hitap edildiği şekliyle ve yaptıklarının karşılığında duyacağı, öğreneceği bir şeydir diye düşünüyorum, kaybından endişem yok. Yoksa şu anda da hangi hitabı, hangi yakınlığı ve söyleneni anlıyoruz ki? Tedirginlik atılabildiğinde, o hep anlatılan Kâbe’nin duvarına yaslanıp konuşulanlar söze yazıya dökülebildiğinde bir felsefemiz de olabilir.

    Anlatıyı anlatan kim? Kahraman öldü, yazar öldü, özne öldü… Kim kaldı geriye? Edebiyatın güncel durumuna dair birkaç kelam etseniz? Ayrıca, sizin anlatılarınızdaki baskın, yoğun ve karakterlerin her şeyini bilen ve anlatan kim? Siz nerede duruyorsunuz ve Ricouer’ün meşhur sorusuyla “Nereden konuşuyorsunuz?”

    Kendini izleyen, fark eden, enikonu gören, gördüklerinin de ne olduğunu sezen öz benlik konuşuyor. Kendinin farkında ama çoğu zaman güç yetiremeyen, yaradılışını keşfeden,  kendisine kendi benliğinden tanıklık eden konuşuyor. Kişinin kendini izlemesi kendini bilmesinin en önemli yolu. Benim umudum da zaten orada, “Kendini bil” denirken kendini yap, inşa et, yeniden halk et… denmiyor. Düzelt elbette, uğraş, didin ve ne kadar az olduğunu gör, ellerini gör, kendi yakanı bile tutamayan ellerini. Her şeyi görebildiği, hatta anladığı hâlde insanın kendinin bir uzaktan seyri olması ama bazı yapabilmelere de ancak ne ile vasıl olduğunu görebilmek benim için hep yüksek bir tecrübe, büyük ve engin bir bakış oldu.
    Bir+Bir Dergisine verdiğiniz röportajdaki bir kısmı izniniz olursa alıntılamak istiyorum: “Eski edebiyat ve felsefe dergilerimizi ele alınca, söyleşilere, yazılanlara bakınca, 1980’lerden beri hep bilinmeyen ve gerçekte temas edilemeyen hakkında menkıbe anlatır gibi bir ifade şekli ile karşılaşıyoruz. Ben de “Zamanın Farkında” öyküsündeki Aslan Bey’i bu kalem insanların hülyasını biraz başka bir şekilde seslendirir yaptım. Aslan Bey, Tahirü’l-Mevlevî’den girip Ahmet Avni Bey’den çıkmak, sözü Hegel’in kabalığına getirip hayranlık kazanmak istiyordu. Yani bizim her zamanki illetimiz, hem Hegel ile hem Ahmet Avni Bey ile bir arada ünsiyet etmenin zehirleyiciliğe, reaksiyona sebep olacağını gözardı etmek. Her şeye birden hayranlığın, her şeyin ipine birden yapışmanın sathiliğini sezememek, kanaat edeyim de gani, yani zengin olayım, bir türlü diyememek. Doğu’yu, Batı’yı aynı anda kucaklamak, yerinin adamı olmamak, yurtsuzlaşıp haramzade olmak, dil, kültür, din vs. sebepleri ile her şeyin aslını bilemeyeceğini, yanlış ve eksiklerle kendini de sakatlayıp çok da zaman kaybedeceğini, hastalıklı, hem de en kötü cinsinden hastalıklı olacağını bilememek. Gerçekdışılıkla gerçeği çabucak toka edivermek ve bunu gerçeğe hiç acımadan yapmak…” Her zamanki illetimiz diye tarif ettiğiniz, “hem Hegel ile hem Ahmet Avni Bey ile bir arada ünsiyet etmenin zehirleyiciliğe, reaksiyona sebep olacağını gözardı etmek”, günümüzde her yere, herkese sirayet etmiş, özellikle de bu röportajı yapan da dâhil az çok okumaya çalışan, düşünen insanlara. Aslında haddimi aşmak istemesem de, öyleyse lütfen mazur görün, sizin eserlerinize de bu iki kol beraber akıyor, birbirine giriyor, ayrışıyor ve bazen de birbirinin arkasından diğeri yerine konuşuyor. Ne düşünüyorsunuz bu konuda?
    Aslan Bey “Zamanın Farkında” kitabında, kitabın mihengi hikâyenin kahramanı idi. Dünyayı koca bir zihin olarak tasavvur edip kendi kendisini zihninden geçirdikleri ile var ediyordu. Bunun tadı da öyle sarıyordu ki, gerçek hayat denilen anca idare ettiği iken, zihnindeki kendisi hayallerini bile aşıyordu. İnsan bunu kendi kendine aslında sık sık yapar, kendi kendine konuşurken tartışmaların galibi, bildiği kadarı hep yeten, sadece duyduğu ile dahi her şeye güç yetirebilen bir yalnız pehlivandır. İnsanın yaşarken kendini gösterebildiği, hayalindekinin milyonda birine denk bir galibiyet elde ettiği, o esnada da üstünde en yakışan paltosu, etrafta da tesadüfen bunlara şahit olunmasını en istediği kimse maalesef yoktur, ama gel gör ki evdeyken bunların hepsine zihin bir sofra kurar, insan da oturur. Tahir-ül Mevlevi’den Ahmet Avni Bey’e, Hegel’den Spinoza’ya uzanmak zaten anca Aslan Bey gibi zihnen yaşanırsa mümkündür. Bunu bugünün insanında görüyoruz elbet, herkes de görüyor ama cılız anekdotlar, manasız alıntılar, güdük telakkiler ile görülüyor. Zaten şeylerin hepsini birden istemek ve pek çok büyük şeyi yan yana dizmek insanın çocukluğundan kalma bir büyüyememe illetidir. Yunanca ve Arapça iyi bilinirse ve çok gençken öğrenilip, yani onlarla iştigal edilecek zaman önde uzanırsa insanın dünyanın yarısına sahip olacağını ben de bildim, buna talip de oldum ama hakkıyla yapamadım. Arapça ve Farsça’yı iyi bilmeden insanın çocuk kaldığını, pınarlara ulaşamadığını, ilmin dedikodu seviyesinde kalacağını, suyu çekilmiş durduğunu ister istemez gördüm. Hatta uğraşılan şeylerin insana aslında perde, mani olduğunu da gördüm. Ama işte birkaç basamak da olsa yukarı çıkıp bakmak yok mu, kanatların önemli olduğunu anlamak yok mu, hele başka âlemlerin varlığı ve bunu temaşa edenlerin bildirdikleri yok mu, zihin hariç oralara hayalen bile çıkamamak yok mu, büyük insan görememek yok mu, insanı sersefil ve alık eden, soluk soluğa ama aç koyan yok mu? Var, hem de en çok ondan var.

    Şimdiden bahsedeceksem bir sürüm var, insan kendi kendinin çobanı ise isim koyduğu, kesilmesine müsaade etmediği, beraber gecelediği, çobanların “Ayak” diye tabir ettiği hayvanları vardır sürüsünde. Koca sürüye onlar için katlanır hatta. Benim de bir sürüm oldu zaman içinde, ararken oldu, aldanırken oldu, ama onları kendimin saymam. Yaşarken kendi kendime kalabalıklaştım, zengin değil, haberdar oldum, kendim yiyemedim ama başkalarının sofralarını gördüm. İştigal etmiyorum artık, peşinde de değilim, çoklukla övünmek değil, utanmak kenarındayım. Ama hepsi gezerken oldu.

    Özellikle son dönem eserlerinizde (yani uzun aradan sonra yazılan eserlerde) bütün anlatılarda, kahramanlar-karakterler bir şekilde, olumlu veya olumsuz en genel anlamıyla din ile bağlantılılar. Gerek karakterlerin olsun, gerekse anlatanın tasvirlerinde, ifadelerinde veya dili kullanış biçiminde olsun din ile bir şekilde teşrik-i mesai kendisini aşikâr kılıyor. Burada dinden kastım, seküler olanın zıddına, kısmen de olsa mutabık düşen insanların şu dünyadaki hikâyesinde aşkın olana referans şeklinde kabaca özetlenebilir. Kısaca, seküler bir dünyadan konuşmuyorsunuz. Edebiyatımızın her zaman aşırılıklarla yer verdiği karakterlerin dinî yönleri ve hatta dil ile üslubun bile bu çift taraflı aşırılıklar üzerinden tanımlandığı bir ortamda, sizin eserlerinizin sevk-i tabi bir hâlde bu duruma bir istisna teşkil ettiği açık. Bunu en basitinden kendi hikâyenizle açıklayabilirsiniz, fakat meselenin katmanları daha çok gibi gözüküyor. Nasıl açıklarsınız?

    Yeryüzünün zemini bu, otu otlağı, ayak basılan yeri bu çünkü. Düşüncenin yukarıdan ve aşağıdan ilk basamağı hep Tanrı sorusu, sorgusu ve katları. Düşünebilmek bir zemin ve mesnet ister, anlamlandırmak da, hiddet de, teselli de. Felsefe ve en geniş anlamı ile teoloji, dinler tarihi, düşünce ve davranış biçimleri ile insana engin bir ufuk açıyor. Kültür, anane, hatta üzüntü ve kırıklık biçimleri bile böyle şekilleniyor. Bunlar olmadan ne yazılır, ne söylenir, ne anlaşılır ben bilemem. Görme ve yorumlama biçimi, anlama ve her zaman başka türlü de düşünebilme, böylece kat kat bir hayata sahip olma biçimi.

    Din basit ve kaba aktarılıyor hep, yani bunda yetişmiş, dünya tedrisince tahsil görmüşe “Bir şey yok, rahatınıza bakın.” dercesine. Dünyadaki en ince şey ruhen de, zihnen de en kabanın eline ve diline düşüyor, onun sayılıyor. Böyle bir şeyi edebiyata katmak çok ince olmayı, etrafında da, içinde de çok dolaşmış olmayı, hatta biraz naz edecek ve hoş görülecek yerde olmayı gerektiriyor, sonucunu bilmesek de.

    Bizde inceler ve incelikler bile çok kalındır, tül derken kıl çadır çıkar. Ufak hassasiyetleri öreselemeden dile getiren makbul sayılır. Bir de etraf var tabii en zoru belki de, bir cümle kurana, bir tereddüt ya da şikâyet, bir hayal kırıklığı gösterene, bir latife edene, “Dini oyun ve eğlence yapmayın!” ayetini hatırlatan. Ben neşesiz, şakasız bir dine, öyle bir peygambere hiç rast gelmedim aslında, nerede hurma çekirdeklerini Ali’nin ayaklarına atarak şakalaşan peygamber, nerede bu dalında kozalaklaşmış, rayihası uçmuş, sözü kanatsız, dünyası hülyasız, kıpırtısız kuru kemik yığını.

    Derdinizin insan olduğu başlı başına felsefi göndermeleri, açılımları ve tedaileriyle “insan”ı bu kadar ciddi tartışan belki de uzun zamandır tek edebi şahsiyet olduğunuz üzerinde duranlar var. Mesela Selman Bayer. Sizin metinlerinizi biraz da insan merkezli ama tarihsel olarak Herakleitos›tan Kınalızade›ye uzanan belli belirsiz yollar üzerinden okumakta ısrar ediyor. İnsana, hep insana baktığınızı ve tam da doğru olan bir bakışla dışarıdan değil, içeriden; kendi içerinizden bakarak bir şeyler söylemeye çalıştığınızı iddia ediyor. Sahiden öyle mi?

    Evet, öyle.

    “Kulluk, yaratılanın yaratıldığı hâl üzere olmasıdır.” diye bir kelam-ı kibar var. Kınalızade’nin hikmet tanımı da buna mutabık bir tanım. Sizin kitaplarınızda dildeki yaratıcılık ve kıvraklıkla değil, bilakis dilin içerisindeki ruhla, özle birlikte izah edilen, edilmeye çalışılan ya da şöyle bir gösterip geri çekilen bir hâle tesadüf ediyoruz. Bu hâl yazarken var olup kaybolan bir hâl midir, yoksa bizzat sizi yazmaya sevk eden bu hâl midir?

    Kitaplarımdan ve yazdıklarımdan ayrı, farklı bir kimse değilim, aramızdan kılıç geçmez, asıl esere kendimiz olarak bakmak bana yakın. Buna sebep kendimden daha yukarıda olup aklıma ve zihnime düşen ama henüz sahip olmadığım hiçbir şeyi yazmadım bugüne dek, yapamayacağını ve olmadığını söylemekten çekindim. Her kitap bitiminde bu sayfalarda bende aslında olmayan ne var diye birkaç hafta bakarım ve aslında çok alayişli bazı şeyleri çıkarırım, sızmış olanları, bende olmayıp üflenmiş olanları ayıklarım, fedakârlık yaptığımı da düşünmem.

    Eskiler “selamet der kenarest” derler, buna benzer bir durumla tüm zayıflığıyla da olsa Girard’da da karşılaşıyoruz: Sessizlik estetiği diye kavramsallaştırıyor Rene Girard bu durumu, sizin tenhada kalmanız, bunda ısrar etmenizdeki temel saik nedir? Estetik bir küskünlük mü, sağlıklı bir zaviyeden dünyayı izleme gayreti mi?

    Zoraki estetiklere, bunlara isim takıp tanım iliştirmelere, kendine hiç değilse başka açıdan bakılsın diye yeni aynalar, açılar ve ışıklar icat etmeye tebessüm etmekten başka elden bir şey gelmiyor. Küskünlük asla değil, küsmek, küsecek hâlde olmak küçümsenecek bir şey, kendini alacaklı hissetmenin, başı okşanmak istemenin pek hafif de değil, en yerleşik hâli herhâlde böyle bir duygu. Beğenilmek tehlikeli bir şey asıl, adını duymak için kulağını kabartmak, aç bir kedi gibi, üstelik küpü kırıldığı için durmadan mevcudunu sızdırmak da en fenası.

    Çocukluğumdan beri, kendimi ve etrafı az çok gördüğümden beri yani, bizim memlekette bir şeyi biraz daha derinden gören, düşünebilen, hakkında söz eğip bükebilen, bir başkalığı olan kimselerin kendilerine hayranlıktan, kendileri ile büyülenmekten hep hastalandıklarını gördüm. Görünme ve tasdik edilme isteğini bunu bilecek olan ya da bilmesinde bir hayır olanda, bunu başka bir noktaya da taşıyabilecek olanda değil, dağda taşta bile arar gördüm. Ali Şeriati’nin tabiri ile “aline olan”, yani para ile cinlenen zenginler gibi kendine verilen zihin, düşünebilme becerisi, söz söyleme kudreti… ile cinlendiklerini ve aslında her şeyi kaybettiklerini gördüm. İşin acısı nihayette bu kaybı anladıklarını, gidene bakakaldıklarını, bu yüzden durmadan yeni yollar arayarak başkalaştıklarını, kaybolduklarını sezdim. Kanaat edemediklerini, bu yüzden kanatlanamadıklarını, hakkıyla da faydalı olamadıklarını gördüm. İnsan elindekinin bir elmas olduğunu bilirse, bundan eminse, bir hovarda gibi çarşıya çıkmak değil, her gün elinde bir kadife ya da süet parçası ile onu ömrü billah parlatması gerektiğini bilmek, bu kaderi beğenmek zorundadır. Paha biçilsin, ne ettiği söylensin diye sarrafları, esnafı gezmek ve hep söylenenden fazlasını ummak, bir düzenbazın laf olsun diye söylediği olmadık pahayı gerçek sanmak değil. Ve nihayette o elmasın lekesiz bir kalp gibi tüm dünyayı, gelmiş ve geçmişi aksettireceğini, her şeyi göstereceğini bilmesinin, o günü beklemenin yetmesi, artması, bunun heyecanından zihninin karıncalanması gerekir. Büyük armağanlar, lütuflar uçucudur, kolay kaybedilir, hoyratlığa ve fazla göz önünde tutulmaya, bayağı şeylerle güreştirilmeye gelmez. İnsan eliyle galip getirilmeye gelmez, hatta hep mağlup gibi durması gerekir. Şerden gizlemek, kendini hayır zannedenden gizlenmek, ona cazip görünmemek lazım. İnsanın kendini gizlemesi ilmin başıdır, sonuna da anca böyle varılır. Göremeyenin gözüne sokmaya, ona da zorla ikrar verdirilmeye çalışmaya gelmez. Hiç değilse kısmen gizlenmeye, azmış gibi, çok önemli değilmiş gibi gösterilmeye ihtiyaç duyar, bu da lütfun zekâtıdır. Ve bunu her gün vermek gerekir, yılda bir değil, sade fakire değil. Ben kendimden bu konuda bu yüzden bahsetmeyeceğim.

    Her toplumun, kültürün bir şeyi tutabilme, sade kötü ile değil, hatta asıl iyi ile baş edebilme becerisi, kendini sonraki kendine taşıma becerisi farklıdır diye düşünüyorum. Ve bu becerinin, bu ahlak biçiminin bizde çok az olduğunu maalesef görüyorum. Hemen herkes böyle oldu ise, bu çukura yuvarlandı, kendine emanet edilmiş benliğini kendi kaldırıp attıysa bu topraklarda, bu mayada kendine güvenmekten kötüsü olmaz. Bu hastalıklara, kimin ne vakit, neye sebep, nasıl yakalandığına, şifa neden bulamadığına uzun uzun baktım, sanırım pek gizlisi kalmadı.

    Aslında ne mutlu sözde takdir, aslen tekdir görmeden ölenlere, ne mutlu İhya’da bahsedilen Hızır ile karşılaşıp da beni ölene dek kimse ne duysun, ne bilsin, hatta hor ve hakir görsün, elmanın içindeki çekirdek gibi olayım deyip de dileği kabul olan, bu suretle kalbinin selametini de, hâlinin istikametini de muhafaza eden, kendini tahsil ve tekmil eden adama ne mutlu. Kendini aynalarda ve başkasının gözünde aramayan, böylece her gün yeni bir şey uydurmayan insana ne mutlu.

    Yine Selman Bayer’den biliyoruz ki, “Öyle Miymiş” kitabınızda “fiziksiz metafizik”e karşı bir isyan seziliyor”, Bayer’in “Öyle Miymiş” hakkında bu minvalde okuyan bir yazı yazdığını biliyorum. Kitabınızda “modern anlatının ve içinde yaşadığı çağın ziyadesiyle şuurunda olarak var olmaya çalışan bir Mesnevi havası” seziliyor Bayer’e göre. Hatta zaman zaman Kur’ani bir üslupla, nesirden öte nazma, şiire öykünen bir üslupla arzı endam ediyorsunuz. Bütün bu görülenler birer okur halüsinasyonu mu, yoksa yazarın bizzat takip ve tertip ettiği bir düzen (kelimenin her iki anlamıyla) mi söz konusudur?

    “Öyle Miymiş”, benim yazmak için muhatap dolayısı ile çok tereddüt ettiğim bir kitap oldu. Okuryazar Türkiye’de bile aslında az değil. Ama benim arzum, hüküm veren, işaret eden, eserle geçirdiği iki üç günü, onun bakışını şöyle bir üstünden küreyip bu cılız ve meşakkatsiz izlenimi kendi ruhuna bir kariyer yolculuğu gibi anlatıp tekrar çalımla kendi dünyasına dönen bir okur değil. Kim ne alsa yine kendi evine, berhanesine taşıyor, ona karıştırıyor yine, kutsal kitaplarda da hep söylendiği gibi, ince daha ince, inanan daha kavi ama öbürü daha azgın, daha bilenmiş, daha ısırgan oluyor. Değişmeye, başka türlü düşünebilmeye, iyiye tanıklık etmiş olmaya ve bir daha başkaya gönül indirmeyecek bir mertebeye ihtiyaç var. İyinin, arayışın ve dünyanın kötü karşısındaki hiç değilse müstehzi bakışı için buna ihtiyaç var. Gerçek çünkü iyi çakılırsa en paslı hâliyle bile, en kötü duvarda bile, binlerce ıvır zıvırın arasında bile öylece mıh olarak durur, görmezden gelmek sakarlık olur.

    “Öyle Miymiş”i “Zamanın Farkında” ve “Coşkuyla Ölmek”in tüm okurlarının kendilerine muhatap kılacağını hiç düşünemem. Okurun iyisi bile yine insanın iyisi gibi aslında yekpare değil. Bir anı kucaklayabilen öbür anda tamamen taş seviyesinde kalıyor. İhtiyaç duyulan şey onda mevcutsa karşılık var, yoksa yok. Üstelik günün insanı kendi yokunu büyük bir çalımla taşıyor. “Öyle Miymiş” yapısı, ıstırabı gereği hakiki muhatabı belki yok seviyesinde kalacak, biliyorum. Ben yaşarken öğrendim bunu çünkü dertlendiğim hiçbir şeyin duyduğum hiçbir şeyin insanların göğüs kafesine bile yaklaşamadan düştüğünü hep gördüm. Yazı insanın zaten yüksek noktası, ömründe 5 kişi görmeyen 5000, 10000 okura ikna olmaz. “Coşkuyla Ölmek”ten sonra geçen 4 yıllık zamanda bu kitapların o vakitki bazı okurlarının da değiştiğini düşünebilmek gerekir. 4 yıl mahzun bir kızı bunlardan sıyrılmış, tedirgin ve düşünceli bir delikanlıyı hayata adapte olmuş bir esnaf, elindekine acaba benim mi diye bakanı bakmadan cebe atan… yapmaya yeter de artar bir süredir. Gün, her gün birilerini kendine rabt ve mağlup eder, gün dünyanın günüdür, insanın günü olmaz, hak ederse anca zamanı olur.

    Bu kitapla ilgili konuşmak, söyleşi yapmak istemedim hiç, yapmadım da. Kalben okunduğu şekli ile ne ise odur, ne kadarsa o kadardır. Ben nereye kadarsam o kadardır.