TİMSAH KUŞU
Yılmaz Gümüş

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Vuku bulmuş bir vakayı anlatmak üzere kurgulanarak pay çıkarmak üzere idrakimize sunulan bir senaryo şu cümle ile başlar: “Bu hikâye tamamen hayal ürünüdür, çünkü tamamen gerçektir.” Âlemle anlatılan da, hayal oluşu bir gerçek, gerçekliği ise hayal olan, hayal ve gerçeğin iç içe geçtiği girift bir anlatıdır. İnsanın, dünyaya temas etmesiyle uykuya dalması ve uykuya dalışıyla içine alındığı hayal âleminin gerçekliğine uyanmak üzere anlatılan bir anlatıdır. Fakat âlemin içine yerleştirilmiş bu hakikat nüvesi açık açık, göstere göstere varlığına işaret etmez her zaman. Çoğu zaman varlığının gereğini yerine getirmekten öte bir özelliği olmayan basit bir işleyiş hâlinde iken mecaz olarak algılanabildiğinde bir gerçeğe işaret eder. Aleladelik içinde gören göz için beklemeye bırakılmıştır. Görülebildiğinde okunan ve okunabildiğinde anlaşılan, anlaşılması istenilen bu anlatısıdır âlemin.

    Bu anlatı anlaşılabildiğinde bir yükümlülük olur ve anlatılmak ister. Yazarın eylemi bu yükümlülüğe karşı bir boyun eğiştir. Hayal hâli olan gerçeklik içinde mecazın okunmasıyla yakalanan nüve, hakikat nüvesi, örneğin bir mesel, masal veya hikâye kurgusu dâhilinde, içinde yer alınan dünya hayatı denilen o hayalin gerçekliğine okunmak ve anlaşılmak üzere bırakılıverilir. Gerçek olarak bilinen hayalin içine bu mecazın, o hayalin bir an için dışına çıkarak yorumlanabilmesi için, bir kurgu içine yerleştirilip atılarak aydınlatıcı bir hakikat parıltısı olması istenir.

    ***
    Timsah bildik bir figürdür mecaz literatüründe. Gücün egemenliğini ve zulmünü temsil eder. Bazı mecazi kullanımlarında her bir organının fonksiyonuna ayrı ayrı, birbirilerini tamamlayıcı manalar yüklenir. Hatta avını yedikten sonra gözünden dökülen yaşına sahte gözyaşı ve aldatıcı merhamet gösterisi yakıştırmasında bulunulur. Fakat timsah kuşu bu mecaz bağlamında henüz keşfedilip de timsahın yanında yerini alabilmiş değildir. Oysa gerçekliğiyle ortaya koyduğu mecaz sayesinde belki de en az timsah ve gözyaşı kadar anılmayı hak etmektedir. O timsah kuşu ki timsah avını yedikten sonra ağzını açarak onu bekler ki timsah kuşu ağzının içine konup avın kalıntılarını yiyerek timsah için büyük önem arz eden dişlerinin çürümemesi için önlem alsın. Aynı zamanda timsah kuşu da timsahın avından nasiplenmiş olur. Böylelikle hem timsahın hem de beslendiği ayrıcalıklı gıda ile kendi hayatının devamını sağlar. Onu diğer kuşlardan ayıran en önemli özelliği, yani timsah ile bu tür bir ilişki hâlinde olması, isminin gerekçesi olmuştur. Almancada ise timsah muhafızı ismini almıştır. Bunda timsah kuşunun timsah ile olan ilişkisinin diğer bir yönü öne çıkar. Timsahın saldırıya uğrayacağını fark ettiğinde, onun hayatını korumak adına ve bir nevi kendi rızkının riske gireceğinden endişe edermişçesine onu bir siren sesi görevi ifa eden çığlık sesleriyle uyararak korur timsah kuşu. Hikâyeleşmeyi bekleyen mesel gibi bir gerçek.

    ***

    Fakat… Papağana hayranlık duyan güvercinin papağanla çiftleşmesinden konuşan bir güvercin üreyeceği “akıl dolu” fikrin manasızlığını meselleştiren şairin sözü duyumsanmamışken; kraliçe arıya hizmet eden asker arıların, kraliçenin yumurtladıkları arasından çıkan yeni kraliçeye tabi olup eski kraliçeyi terk ederek, kendilerine hayat bahşedene sırtlarını çevirip, hayatlarının devamını sağlayacak olana tabi olmalarını anlatan şairin sözü duyulmamışken; her an yeni bir yaratılışın ve her gün yeni bir tufanın yaşandığı âleme karşı gösterilen lakayıtlık iken; timsah kuşu meselinin hikâyeleşerek hayal âlemine gönderilişi ne kadar akıllıca bir gayrettir? Bilinmez.

    ***

    Timsah kuşunun hikâyesi şöyle olabilir mi acaba:

    Yırtıcı kuşların saldırısına uğramış olan yavru timsahlar neye uğradıklarına şaşırmış, bağırtılar arasında hâkim olamadıkları vücutlarıyla çırpınarak saldırıyı savmaya başlamışlardı. Gözlerinden yaşlar süzülen anne timsah henüz yeni avlamış ve yemiş olduğu fil yavrusunu hazmetmek üzere dinlenirken, kuşların çığlıklarını fark eder ve bir hışımla hız alıp gölün başındaki yavrularının yanına varır. Bilgeliğin ve bereketin asırlık simgesi olan Otuzlar Gölü’nün bataklığında bulunan yavru timsahlar annelerinin gelmesi ile birlikte tekrar sakinleşirler. Anne timsahın varlığı yırtıcı kuşların uzaklaşmasını sağlar ve göle ağır kokunun, sıcak, basık ve nemli havanın sessizliği tekrar çöker. Az önce yemiş olduğu avın rehavetine, avlanmanın ardından girmiş olduğu telaşın vermiş olduğu yorgunluk karışır. Timsah etrafı bataklık olan golün kenarındaki çamurun içinde ağzını alabildiğine açarak beklemeye başlar. Durumu uzaktan gözlemleyen ve az önce timsahı yırtıcı kuşların saldırılarına karşı uyaran timsah kuşları, onun ağzına ürkütmeksizin teker teker konarak dişlerinin arasında kalmış olan fil yavrusunun parçacıklarını gagalarının uçlarıyla dikkatlice kopararak yemeye başlarlar.

    Timsah kuşu Plüviyan diğer arkadaşlarından ayrılarak midesine indirdiğini sindirmek ve duyduğu sızıyı dindirmek üzere bir süre yalnız kalmak ister ve diğer timsah kuşlarının daha önce uğramadığı küçük bir ormanın içine dalarak ormanın en yaşlı, ince ve sarkık dallı ve uzunca yapraklı ağacına konar. “Nedir acep bu mideme batan?” diye geçirir içinden ve bastıramadığı sızısını anlamaya verir kendini. Bir süre sonra timsah yavrularına saldıran üç yırtıcı kuş Plüviyan’ın bulunduğu ağaca onu fark etmeksizin konarlar. Tedirginlik kaplar Plüviyan’ı. Onları dinlemeye koyulur.

    Kuşlardan birinin adı Ilgar. Ilgar, öfkelidir:
    – “Nerden çıktı bu uğursuz timsah kuşları?! Tam da anaları avıyla uğraşıp yavrularını yalnız bırakmıştı. Elimizden zor kurtulurdu onlar timsah kuşları uyarmasalardı.”

    Atik, eylemcidir. Dayanamaz, atılır lafa:
    – “Bu kaçıncı engel oluşları, bu zorba muhafızlarının? Timsahın hükümranlığı bu timsah kuşlarının soyu tükenmeden tükenmeyecek anlaşılan.”

    Üçüncü kuş Âgah ise bilgeliği ile timsah kuşlarını yorumlamaya çalışır:
    – “Gönüllü hizmetkârlık mı, yoksa kendine mahkumiyetin zavallılığı mı desek bunların hâline? Bakarsın aynı bizim gibidirler. İki kanatları, iki bacakları var. Uçarlar, yumurtlarlar senin benim gibi. Ama ruhları farklı. Yediklerinden huyları mı türer, yoksa huyları onlara timsahla beraber olmayı mı öğütler?”

    Atik:
    – “Nedir bunları bozguncu timsaha ortak kılan, hiç soran oldu mu?”

    IIgar:
    -“Ne konuşacaksın bunlarla?! Timsahın yaptıkları sır değil ki. Göre göre, bile bile taraflarını seçmiş bunlar. Gövdelerimiz aynı ama ruhlarımız ayrı.”

    Plüviyan bu ağır lafların altında kalamaz fazla, kendini ifşa ederek girer lafa:
    – “Eşkiyalık yapan sizler mi bozguncusunuz, yoksa ormanın emniyeti için çaba sarf eden bizler mi? Bu küstahça hakaret etme hakkını size kim verir, ey düzenbozarlar?!”

    IIgar konuşanın bir timsah kuşu olduğunu fark eder:
    – “Bu o timsahın muhafızlarından değil mi? Senin gibi bir düzenbazın bize düzenbozar demesi ne kadar da manidar.”

    Âgah, timsah kuşunun sözleri karşısında bir an için kendini kaybeder ve ilmin verdiği hilmin yerini kabaran göğsünden çıkan gür bir ses ile birlikte haşmet alır:
    – “Bilgelik ormanının hikmet ağacına konacak cüreti nerden alıyorsun sen? Ne arıyorsun burada?”

    Plüviyan küçümseyici bir eda ile başlar hesap sormaya. Hesap verir gibi hesap sorar, hesap sorar gibi hesap verir alttan alta:
    – “Bilgelikmiş, hikmetmiş. Peh. Kim kaybetmiş bunları da siz gibi eşkiyalara kalmış sahip çıkmak? Gölün içinde ve dışında yaşayan hayvanların birlikteliğini bozamayacaksınız. Düzenimizi koruyan başımızdaki büyüğümüzü de onun yavrularını da koruyacağız. Eşkiyalığınız bizi ürkütmez. Timsah, sizin iddia ettiğiniz gibi zalim olsaydı bizi çoktan midesine indirirdi. Sizin gibi kuşlara duyduğu öfkesini bastıracak kadar sabırlı, varlığımızı koruyabilmemiz için sunduğu nimeti kesmeyecek kadar merhametlidir. Avını yedikten sonra gözünden süzülen yaşlar, onun kendini bu zorlu göreve adadığının alametidir. Ama sizlerin kalpleri katılaşmış olmalı ki, görmez olmuşsunuz, ey nankörler. Bataklığın hâkimiyetini korumak için mücadele verirken bazı canları yakıyorsa da, bu onun konumunun ve ihtişamının gereği. Biz kuşlar güçlü olsaydık Otuzlar Gölü’nün korunmasına ve bizim de timsaha hizmet etmemize gerek kalmazdı. Bu durumda onu yermek ve onunla boy ölçüşmek ne haddimize?”

    Plüviyan içinde biriktirmiş olduğu yılların kelamını âdeta uzun zamandır bu fırsatı kollarmış gibi döker olur ortaya.

    Âgah karşılık verir:
    – “Otuzlar Gölü’nün artık Otuzlar Gölü olmadığı senin gibilerinin gölün ve bataklığın hâkimine köle olmasından belli. Be hey aklını meylinin yörüngesine yerleştirmiş şaşkın! O gölün sahipleri o gölü keşfetmek için büyük imtihanlardan geçtiler. Senin gibi hazır bir gölün türedi zorbasına boyun eğmediler. Otuzlar Gölü ile Bilgelik Ormanı birdi. Azgın zorbaların zulmü ve iştahı yüzünden araya şimdi bu koca bataklık girdi. Zorbaya destek olarak elde ettiğini himmet, hizmetini de erlik mi sandın?”
    Plüviyan bu ağır lafların altında kalamaz:
    – “Bizler Otuzlar Gölü’nün yirmi yedi nesildir mukimiyiz, hükümran timsahların kurduğu düzenin hamisi, kuşlar tayfasının hâkimiyiz. Gölün geleneğini koruyan bizler mi soysuz, yoksa senin gibi düzenbozanlar mı? Elde ettiğimiz makam, bize sunulan imkân gözünüze mi battı? Hakaretiniz, hasedinizdendir anlaşılan.”

    Plüviyan konuşurken Âgah bir noktaya odaklanır, bir hedefe nişan almışçasına gözlerini kısarak uzaklara dalar. Ardından derin bir nefes alır, timsah kuşunun sözlerinin bittiğini fark etmeksizin girer söze:
    – “Otuzlar Golü’ne ulaşmak için yedi vadiden geçilir de yolun Otuzlar Gölü’ne çıktığını giden bilmezmiş. Yedi vadiden geçilirken yedi imtihan verilirmiş de veren anlamazmış. Yedi vadiden sonra Otuzlar Gölü’ne varılırmış da varan varana dek görmezmiş. Bu seyrin hikâyesi anlatılır da körler onu duymazmış.”

    Plüviyan anlamadığı bu sözlere itibar etmediğini ifade etmek üzere karşılık verir:
    – “Üstü kapalı sözlerin, anlattığının bilinmesini istememendendir herhâlde. Emin olduğun bir bilgi olsa açıktan söylemekten kaçınmazdın. Bilmezliğini ve haksızlığını mı saklarsın örtülü kelamınla? Ben ne ettiğimin gayette bilincindeyim.”

    Atik:
    – “Geldiğin ve gittiğin yeri bilmezsin, sana boşuna laf ederiz. Zira sözün de hakkı vardır. Onu hakkıyla kullanmak, hak edenin tasarrufuna sunmaktır; gayrısı israftır.”

    Ilgar da girer lafa:
    – “Sen anlamayacağın, anlasan da hırsından çıkarına yontacağın bilgileri bırak da zorbaya hizmetinin maksadını anlat!”

    Plüviyan karşısındaki yırtıcı kuşların peş peşe gelen sözlerinden sözlerinin bir karşılık bulmadığını fark eder, ezikliğini bastırmak üzere tavrını yumuşatarak cevap vermeye çalışır:
    – “Elbette ki sizlerin dediklerini inkâr edemem. Zorbanın biz kuşlarla ilgili niyeti halis olmayabilir. Fakat sizlerin katı tutumunu da kabullenemem. Zira şartlar sizleri tavırlarınızdan dolayı haksız komaktadır. Hem gölün ve ormanının içinde yaşayanların emniyetini sağlamak, hem de zorbanın imkânlarından faydalanarak kuşların hâkimiyetini kurmak sizin gibi aceleci, öfkeli ve basiretsiz kuşların anlayacağı bir iş değildir.”

    Âgah timsah kuşuna ayna tutarak:
    – “Bu sözleri düşünerek mi konuşursun, yoksa korunmak için mi uydurursun? Bu timsah soyunun uzun ömürlü olmasında payınız büyük. Orman ahalisinden birilerini yediğinde, dişlerini temizleyerek onları yeni avlara bilersiniz. Rızkınız kesilir korkusuyla timsahı ve yavrularını tehlikelerden korursunuz. Uzun ömürlü timsahları muhafaza ederek, yumurtladıklarını himaye ederek onların hükümranlığına güç katarsınız. Elde ettikleri avın kalıntılarını yine ancak kendi hükümranlıklarının bekası için takdim ederler orman ahalisine. Filin, ceylanın ve hatta kaplanın etini yemek hangi kuş nesline nasip olmuş bugüne dek? Şimdi çıkmış kendini orman ahalisi için feda ederek onun hizmetine sunduğunu söylersin?!”

    Plüviyan araya girerek yırtıcı kuşları farklı bir şekilde ikna etmeye çalışır:
    – “Bizlerin bu hizmetinden dolayı nice kuşlar timsahın ağzındaki nimetlerden istifade eder oldu. Bu nimetlerden istifade eden kuşlar soylarını arttırdılar. Sizin soyunuzdan gelen yırtıcı kuşlar da sayemizde timsahın sunduğu imkânlardan yararlanmaya başladılar. Bunu da mı görmezsiniz, ey gafiller!”

    Atik atılır bu lafın üstüne:
    – “Sen bu sunduğun imkânları işte tam bu gibi bir durumda kaldığında bu cümleyi kurabilmek için mi sundun acep?”

    Âgah, Atik’in bu sözüne eklemede bulunur:
    – “Eh, pek de akıllıca bir hamlede bulunmuşsunuz. Sunduğunuz bu imkânla suçunuza ortaklar bulmuşsunuz. Böylelikle onların sözünü de peşinen geçersiz kılmışsınız.”

    Plüviyan suçlamaların karşısında ezikliğini göstermeksizin ve büyüklüğüne halel getirmemek üzere karşılık verir:
    – “Ehemiyyeti büyük iki meseleyi göz ardı edersiniz. Timsahın ağzındaki etleri yiyerek bütün kuşların neslini korumuş olduk. Bu etlerin kimisini de yemeyerek timsahın hangi hayvanlara saldıracağını belirler olduk. Böylece timsahı yönlendirir duruma geldik. Bu uzun vadede bizim doğru yolda olduğumuzu gösterir. İleri görüşlü olan bunu görür.”

    Âgah başını hafif yana eğerek, öfkelenmemek üzere kendine sabır telkin etmiş birinin yüzüne yerleşen tebessümle:
    – “Ne de meraklıdır kuşoğlu, hayatını masallaştırmaya ve masallaştırdığı hayatında kahramanlaşmaya. Anlaşılan bu söylediklerinle vicdanını dizginlemişsin. Bugüne dek hizmetlerin sayesinde timsahın iştahına yem, hükümranlığına güç olmuş hayvanların vebalini nasıl olmuşta duymamış kalbin? Bu koca sızıyı nasıl bastırabilmiş, vicdanına gömebilmişsin? Elde etmiş olduğun imkânı nimet saymışsın da musibet olabileceğini düşünememişsin?”
    Atik tutamaz yine kendini:
    – “Nesliniz yediklerinizden türedi. Yediklerinizden nesiller türedi. Zorbanın nesli gibi. Siz onlarla ayrı ayrı gibi görünsenizde bir oldunuz. Siz bizlerle aynı görünsenizde birbirimize gayrı olduk.”

    ***

    Hayvanlar âleminde vuku bulan bu hikâye nasıl devam eder bilinmez. İnsanlar âlemine bir mecaz olarak aktarıldığında neye tekabül ettiğine gelince. Bir maydanozun dünyaya maydanoz olarak gelip yaşadığını ifade eden İsmet Özel, bu tespitin insanla irtibatını kurarak der ki, “Bu sadece insanlar için geçerli olmayan bir şeydir. İnsanlar dünyaya fıtrat üzere gelirler, şahsiyetlerini getirmezler dünyaya, hüviyetlerini de getirmezler; dünyada kazanırlar ya da kazanmazlar.” Aliya İzzetbegoviç de insanı insan yapan şeyin, yani şahsiyeti meydana getiren şeyin, tercihleri ve daha da somut olarak reddettikleri olduğunu ifade eder. Bu tespitleri bu mecazla bağlantılı olarak düşündüğümüzde bu mecazın nasıl ele alınması gerektiği hususunda bir perspektif yakalamış oluruz. Aynı şekilde Nurettin Topçu’nun sözleri de bu anlatılmamış hikâyenin konusu olan mecazın nüvesinin nerede saklı olabileceği hususunda önemli bir ipucu verir:

    “Hayvandaki içgüdü ve hayatî duygu, insanda düşünen şuur ve bu şuura bağlanıp basamak basamak yükselen hisler hâlini aldı. Böyle olmakla beraber, hisleri ile davranışlarında insanların her biri kendinde hayvanlardan birini yaşatmaktadır. Denebilir ki insanın zekâsı, kendinde taşıdığı hayvanın içsel yapısını maharetle kullanmaya yarayan bir alettir.”

    ***

    İnsanlar âleminde hayal ve gerçekliğin çetrefilliğine insanoğlunun aldatıcılığı eklenince bu vakaların bu âlemde yorumlanışı daha da bir zorlaşır. Dilin döndüğü kadar, lafın döndüğü bir döngüden, aklın kıvrımları kadar karmaşık bir sözler labirentinin içinden hakikat nasıl çıkarılır ortaya?

    İnsanın dünyadayken uykuda, öldüğünde uyandığı gerçeklik denilen gölgeler diyarında aslolanı anlatmak bir destan düzmek midir, yoksa abes bir meşgale mi? Down sendromlu “engellilerin” merhametli, sevgi ile dolu dolu ve hırssız olduğu bir dünyada; şizofreni “hastalarının” “sağlıklıların” aldandığı aldatıcı görsellere aldanmadığı bir dünyada; insan, daldığı ve daldıkça dalgınca yaşadığı dünyada, uykudadır.

    Ölebilse de uyansa.