Başka Bir Gözle Kudüs
Sari Nusseibeh*

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Kudüs’ün kutsallığı tartışma konusu değildir. Tartışma konusu olan şey kutsallığın derecelendirmeyle ölçülüp ölçülemeyeceğidir (ve eğer ölçülebilirse nasıl ölçülebileceğidir). Bir yerin kutsallığının tamamen ya da öncelikli olarak o yeri kutsal kabul eden iki ya da daha çok gruptan sadece birisine ait olduğunun iddia edilip edilemeyeceğidir (ve kutsallığın bu gruplar arasında, o yerin her bir grup için sahip olduğu kıymet derecesini yansıtır bir şekilde nasıl pay edileceğidir). Ve bu gruplardan birisinin –gücü elinde tutan taraf olduğu kadarıyla– diğer grubun dinî inançlarını ve o abidelerin kendi kutsallıklarını tamamen gözardı ederek, o kutsallık derecesini kendine yansıtmak için o yerde değişiklikler yapmaya –hatta oradaki kutsal abideleri değiştirmeye ya da değiştirmekle tehdit etmeye– hakkının olup olmadığı meselesidir. Kudüs ve daha genel olarak kutsal topraklar, her şeyden önce böylesi zorlu sorularla kaynayan bir bulmaca kutusudur. Fakat Kudüs’ün güneydoğu köşesinde yer alan ve İslam’ın tarihî abideleriyle tezyin edilmiş o özel yer söz konusu olduğunda belki de bütün bu sorulardan daha önemli olan, sorulmayan şu sorudur: Bu hususi yer evvel emirde nasıl olmuştur da hem Yahudiler hem de Müslümanlar tarafından hürmet gösterilen bir yer hâline gelmiştir? Bu sorunun cevabı üzerine düşünmekte Yahudiler ve Müslümanlar için çıkarılacak bir ders var mıdır?

    Rivayetlere göre, (Roma lejyonuna karşı başlatılan) Bar Kohba isyanını müteakip Roma, o yerdeki (II.) Yahudi tapınağını yıkarak yerine kendi tapınağını yapmaya karar vermiştir. Medeniyetlere karşı girişilen böyle hakaretamiz fiiller tarihin her döneminde vuku bulmuştur: Haçlılar aynı yerde bulunan İslami abideleri hem kiliselere hem de şövalyeler için ahırlara çevirmişlerdir; benzer eylemleri Müslümanlar da yapmışlardır –hatta VIII. yüzyıl gibi erken bir dönemde Yemen’deki bir Bizans kilisesini, daha sonraları San’a olarak adlandırılacak olan camiye dönüştürmüşlerdir. Bunlar, gücü eline geçiren bir grubun, zafer tâkı ve hakaret mührü olarak mağlubun tapınaklarına karşı giriştiği saygısızlığın uzun tarihinden sadece birkaç örnektir.

    Fakat Müslümanlar bu adı geçen “Tapınak Tepesi”ne iki büyük abide inşa ettikleri zaman hikâye tamamen farklıydı –rivayetlere göre bu alan ya da tepe Yahudi ve Roma tapınaklarının (ve daha önceki mabutların tapınaklarının) bulunduğu yerdir. Tepe harap ve ıssız bir hâldeydi. İslami kaynaklara göre –ki bu iddia hiçbir yerde tartışılmamıştır– bu tepe o zamanlar şehrin surları içinde yaşayan insanların çöplerini ve artıklarını attıkları bir çöplüktü. O zamanlarda şehirdeki Yahudi mevcudiyeti zaten yok denecek kadar azdı –onları sürgün eden Roma hükmü hâlâ yürürlükteydi– ve Bizans idarecileri dördüncü yüzyılda, Konstantin’den sonra Hristiyanlık üzerine odaklanmışlardı ve İsa’nın çarmıha gerildiği (ve bedeninin gömüldüğü) düşünülen yere Kutsal Kabir Kilisesi’ni inşa ettiler.

    Bundan sebep, Müslümanlar tarafından VIII. yüzyılda inşa edilen hususi abideler, yukarıda bahsi geçen ve idarecilerin ya da muzafferlerin, mevcut eserleri yok etmeyi ve/ya onların yerine kendi eserlerini inşa etmeyi doğal hakları saydıkları örneklerden farklıdırlar: Onlar boş zemin üzerine inşa edilmişlerdir. Tabii bugün bizler, güçten ya da zaferden devşirilen ve eski imparatorluk ve krallıkların mağlupların eser ve âbidelerini kendi eserleriyle değiştirmek suretiyle tatbik ettikleri bahis konusu “hak”kı her hâlükârda sorguluyoruz: Biz onların yaptıklarını çoğunlukla hoş görmüyoruz. Hâlbuki bugün İsrail’de, o hususi yerde, ilâhî bir çağrı olduğunu düşündükleri üçüncü tapınağı inşa ederek tam da bunu yapmak niyetinde olan gayet güçlü sesler var. Var olan bir mabede güce başvurarak saygısızlık etmenin eskilerin barbarlığını yenilemek olduğunu söylemeye gerek bile yoktur –ki eski barbarlık II. Tapınağın yok edilişinin arkasında duran o aynı türden barbarlığı da içerir. Artık bir Müslüman mabedine ev sahipliği yapan tepeye bir üçüncü tapınak inşa etmek “dindar bir Yahudi olmak” için olmazsa olmaz mıdır? Eğer öyleyse bu ne o din ya da inananları için ne de “medeni” dünya için iyi şeyler söyler. Ne yazık ki bu galip fizikî gücü, 1967 sonrasında bütün bir Arap yerleşim yerini duvarın batı kısmında yer alan şimdiki meydanı yapmak için yok ederken zaten kullanmıştı; ki o duvar, Yahudilerin duvarın öteki tarafında yer aldığına inandıkları ve bazılarının da yeniden inşa etmek istedikleri tapınaklarının yıkılışına ağladıkları yerdir.

    Fakat Yahudileri o mekâna bağlayan göbek bağının evrensel olarak tanınması için –Yahudi halkının kendi fiziki tarihlerinden zorla yabancılaştırılmalarının sebep olduğu– manevi bir özlem vardır. Ve bu özlem böyle bir tanınmanın Müslümanlar tarafından gittikçe artan bir şekilde reddedilmesiyle daha da güçleniyor. “Artan” diyorum, zira bu Yahudi özlemi, şimdiyi geçmişle değiştirme niyetini açıkça belli eden bir siyasi harekete dönüşmeden evvel fizikî bir tehdit teşkil etmiyordu. Özlem zararsız olabilir, ki İslam mabetlerinin o tepede durduğu 1200 yıl boyunca öyle olmuştu. Kudüs’ün Müslümanların eline geçmesiyle başlayan ve geçen yüzyılın ilk yıllarına kadar süren bu İslam hâkimiyeti süresince Yahudiler Kudüs’ü yeniden hem ziyaret edebiliyor hem de şehrin diğer sakinleriyle yaşayabiliyorlardı. Nihayetinde, 2000 yıl evvelinde ve daha öncesinde var olmuş bir duruma ve zamana nostaljik bir yakınlık duymak belki sadece çok özel koşullar altında anlaşılabilirdir –ki Yahudi tarihi kuşkusuz çok özeldir– fakat gayet doğaldır. Lakin o zaman ve durumu, o zamanlardan beri akıp giden zamana kayıtsız bir şekilde yeniden inşa etmeye çalışan bütün bir siyasi proje kesinlikle ahlaki bir endişeye yol açıyor. Geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısındaki İsrail projesi fiiliyatta ülkenin bütününde tam da bunu yaptı; bu yolda 500’den fazla Arap köyünü yok ederek Filistin mülteci sorununu ortaya çıkardı. Yahudi olmayan birçok insan bu siyasi projeye (bazıları belki de suçluluk duygusundan) sempatiyle bakıyor. Bu sempati kısmen, Yahudilerin aynı zamanlarda Avrupa’da maruz kaldıkları vahşetten kaynaklanıyor. Fakat şu anda söz konusu olan tamamıyla başka –ve gerçekten de çok tehlikeli– bir şey: Aklıselim ile düşünen birisi, bundan 1200 yıl önce, o zamanlar boş olan o kutsal tepe üzerine inşa edilmiş dinî mekânları yok etmeye ya da değiştirmeye Yahudilerin ahlaki ya da tarihî olarak bir hakları olduğuna inanabilir mi?

    Yahudiler o mekânı sadece Yahudi bakış açılarından görüyor olabilirler: Kendi kadim tapınaklarının durduğu yer olarak (bu inançlarını destekleyecek herhangi bir materyal kanıtın olup olmaması önemli değildir burada, zira inananlar için dinî inançlar, doğaları gereği, o inançları destekleyen olgular kadar önemlidir). Tarihçiler ve Hristiyanlar o yeri sadece Yahudilerin gördüğü şekilde ve –tepenin kuzey ucunda– Pilatus’un mahkemesini kurarak İsa’yı yargıladığı yer olarak görüyor olabilirler. Via Dolorosa bu noktadan başlar ve kıvrılarak Kutsal Kabir’e kadar devam eder.1 Eğer kadim Kenaniler ve Yebusiler hâlâ hayatta olsalardı, onlar da o tepeyi muhtemelen sadece kadim tanrılarının tapınaklarının durduğu ve tapındıkları yer olarak göreceklerdi. Peki ama Müslümanlar nasıl görüyorlar o tepeyi? Bir yerde 1200 yıldır süregelmiş bir dinî ibadet, her halükârda, o yere hürmet göstermek için tek başına yeterli bir sebeptir. Fakat hikâyenin Müslümanlar için olan kısmını anlamak için bayağı bir geriye gitmek zorundayız –camilerin ilk inşa edildikleri değil, ondan daha da önceki zamanlara, o yerde ilk binaların inşasını görmüş zamanlara.

    Peki neden? Neden hem genelde Kudüs hem de özelde o tepe, şehir daha Müslümanlar tarafından alınmadan ve o tepeye camiler henüz inşa edilmeden önce de hürmet gösterilen yerlerdi? Bununla ilgili genel olarak anlatılan iki meşhur hikâye var: Bunlardan birincisi isra’ ya da gece yolculuğu hikâyesidir ve buna göre peygamber ilâhî varlığa yükselmeden önce mucizevi bir şekilde kanatlı bir atın sırtında Mekke’den Kudüs’e uçmuştur. Rivayetlere göre yükselme, daha sonraları çevresine Kubbet-üs Sahra’nın inşa edildiği bir taşın üzerinden gerçekleşmiştir. Geldiği zaman burada duvarın batı tarafına (Ağlama Duvarı) Burak isimli atını bağlamıştır (böylece bu duvarın Yahudiler ve Müslümanlar tarafından adlandırılmasındaki tartışmalı fark doğmuştur: Ağlama Duvarı ya da Burak Duvarı). Bu bağlamda İslam tarihinde bahsedilen ikinci olay Kudüs’ün Müslümanlar için (kıble Mekke’deki Kâbe olmadan önce) ilk kıble olmasıdır –ya da ibadet ederken dönülen coğrafi yön. Manidar bir biçimde, Müslümanların ibadet ederken döndükleri yerin Kudüs iken Mekke olması peygamberin ve ashabının Mekke’den Medine’ye hicretlerinden on sekiz ay sonra olmuştur. (Müslümanların Kudüs’e manevi olarak bir çeşit ayak basmalarını anlatan) bu iki açıklama, o camilerin niçin orada inşa edildiklerini izah ederken genelde anlatılır. Bu açıklamalardan sonra yine de “Neden?” sorusu ortadan kalkmaz. Başka bir şekilde söyleyecek olursak, peygamberin ilâhî varlığa yükselişi neden yaşadığı şehir olan Mekke’den değil de Kudüs’ten olmak zorundaydı? Ve İslam’ın ilk dönemlerinde Mekke’deki ve çevredeki Müslümanlara neden o kadar uzun süre, ibadet ederlerken Kudüs’e dönmeleri emredilmişti? Hatta insan –eğer anlatıların manalarının daha da derinlerine inmek isterse– peygamberin atını bağlamak için neden hususi olarak ağlama duvarını seçtiğini sorabilir? Müslümanlar için bu ne anlama gelir? Bu duvar peygamber için zaten kutsal bir yer miydi, yoksa bu konumunu sadece peygamberin Burak isimli atını oraya bağlamasından sonra ve bundan dolayı mı kazandı?

    Bu sorular insanı düşünmeye sevk ediyor. Akla gelen basit bir izah, İslam peygamberinin kendi vazifesini evvela, Tanrı’nın insanlığa gönderdiği –ve bu sefer nihayete erecek olan– peygamberî silsilenin bir devamı olarak gördüğüdür. Eğer Kudüs Yahudilik ve Hristiyanlık için kutsal idiyse; ki o dinler için gerçekten de Tanrı’ya ibadet edilen yerlerin şehriydi Kudüs, o zaman kendisi de –Yahudilik ve Hristiyanlığın kendisinden önceki peygamber ve ilâhî davetçilerinin izinde– Kudüs’e dönmeliydi. Onun için Kudüs, kendisini son davetçisi olarak gördüğü İbrâhimî inancın kalbini oluşturuyor olmalıydı. Peygamberlere namaz kıldırdığı rivayet edilen o tepe kendisi için zaten kutsal olmalıydı. Yahudi-Hristiyanlığı [Judeo-Christianity] kavramı 19. yüzyıldan itibaren, fakat özellikle 20. yüzyılda, Batı dünyasında olumlu ama bir tür üst etikmiş gibi inceltilerek yaygın bir hâle geldi. Fakat bir Yahudi-İslamı [Judeo-Muslim] kavramında, diğerinden belki de daha asli bir süreklilik anlamı yok mudur?

    [Peygamber için] işler kendi şehrinde iyi gitmez. Bunun sebebi ister kendisini ana yurdundan kovan Mekkeli kabilelerle olan ilişkileri, isterse de hicret ettiği şehrin Yahudi kabileleriyle olan ilişkileri olsun, Tanrı nihayetinde ona, Müslümanların kıblesini, bir zamanlar putlara tapınılan Mekke’deki o tapınak yapma müsaadesini vermiştir. Kur’an’da bu “müsaade” ya da “çıkış stratejisi” kendisine iki kademede bildirilmiştir: İlk kademede, kendisine, ibadet ederken Tanrı’ya her yönde dönülebileceği bildirilmiştir, daha sonra ise Mekke’nin böyle bir yer olabileceği. Bu “dönüş”, öyle inanıyorum ki, ziyadesiyle manidardır: Kudüs’ün (ve Tanrı tarafından kutsanmış toprakların) niçin ilk tercih olduğuna dair (Kur’an’da) bir sebep belirtilmemişken –ikinci ve nihai tercih olarak Mekke aşama aşama sunulmak durumunda kalmıştır. Bu yer belirlenişi neredeyse bir “ihtimal” (yerlerden bir yer) ya da onun, peygamberin, tatminkâr (belki de ihtiyatlı) bulabileceği bir tercih olarak ifade edilmiştir.

    Kudüs’e ve çevresindeki mukaddes yörelere dönecek olursak; acaba bir kimse buraların İslam için, o erken dönemlerde Hz. Muhammed’in İbrâhimî inancının kalbini oluşturan önemine dair daha fazla karine bulabilir mi? Burada insanın aklına, Müslümanların Kudüs ile olan manevi bağlarını göstermek için ilk ayetini alıntıladıkları, Kur’an’daki gece yolculuğuna dair sure geliyor. Bu sure, gayet uygun bir biçimde isra’ olarak adlandırılmış. Bu ismin isra’il (İsrail) ismiyle olan etimolojik (ya da sadece fonetik mi (?)) bağı sadece bir tesadüf olabilir. Kesin olan şey ise bu surenin esas olarak İsrailoğulları –Yahudi halkı– ile ilgili olmasıdır. Bu suredeki iki ayet daha yine bu konuyla alakalıdır ve bu iki ayet de Yahudi tapınaklarının yıkılmasıyla ilgilidir. Bu ayetlerin bize iki yıkımın da zaten gerçekleştiğini mi ya da bir tanesinin gerçekleşip diğerinin öngörüldüğünü mü söylediği sorusunu bir kenara bırakırsak, burada manidar olan Kur’an’da bu tapınaklardan bahsedilirken kullanılan terimdir: Mescit. Bu tapınaklardan bahsedilirken –bütün hepsi ibadet yerlerinin yabancılığını ya da farklılığını belirten– başka isimler kullanılabilirdi. Bundan dolayı burada, hususi olarak (İslami) “cami”ler için kullanılan bir ismin kullanılması ziyadesiyle önemlidir.

    Acaba bütün bu gece yolculuğu, duvar ve kıble hakkındaki rivayetler ve Kudüs tapınaklarından mescit (çoğulu mesâcid) diye bahsedilmesi bize bir şey gösterir mi? Ve bu şey, Hz. Muhammed’in kendi dinini, Kudüs’ü ve o kutsal tepeyi kavrayışının, kendisini sadece Yahudilik (ve Hristiyanlığın) manevi bir vârisi olarak görmeyip aynı zamanda o kutsal tepenin Yahudi tapınaklarına ev sahipliği yaptığına inandığı mıdır? Eğer öyleyse, bu bağın bugünkü Müslümanlar tarafından reddinin –dediğimiz gibi bu siyasi olsa da– dinî olarak meşru bir zemini yoktur. Ve eğer öyleyse bu bağın Müslümanlar tarafından tanınması, sadece Yahudilerin kendi kökleri ile ilgili hassasiyetlerinin dindirilmesi anlamında değil, aynı zamanda Yahudi ve Müslümanların birbirleriyle uyuşmalarına yardımcı olmak anlamında da büyük bir mesafe kat etmek demektir. Belki de böyle bir tanıma, bugünün dünyasında sıklıkla savaş hâlini alarak kendi farklı yollarına gidiyor görünen üç din arasında bir süreklilik kurulmasına bile yardımcı olabilir. Belki de Yahudiler o kutsal yerdeki camileri kendi dinî tarihlerine yapılmış ve değiştirilmesi gereken suçlar olarak değil, saygı duyulması gereken ve dinî tarihlerinin kutsallığının daha sonraki zamanlardaki onaylanmaları olarak görebilirler.

    Daha önce değinildiği gibi, Siyonizm ilk olarak dinî bir hareket olarak değil, niyeti Yahudileri bir araya getirmek ve onların zarar görmelerini engellemek olan seküler bir hareket olarak ortaya çıkmıştır. Bu projenin maliyetini yüklenmek zorunda bırakılan insanlar, özellikle de Filistinliler, gayet anlaşılır bir şekilde bu durumun mağdurları oldular ve olmaya da devam ediyorlar. Çatışmanın hâlâ devam ediyor olmasının sebebi budur. Fakat zaman geçtikçe tavırlar değişti. İsrail gitgide seküler bir oyuncudan ziyade dinî bir oyuncu haline dönüştü ve böyle olunca da bu devlet yavaş yavaş İslam’ın Kudüs’teki mirasını tehdit eden bir konuma geldi. Bu değişimin aynadaki yansıması gibi Filistinliler ve Araplar da giderek dinî oyuncular hâline geldiler. Savaşın-dindarlaşması hâli –İslam peygamberinin Yahudi peygamberlerini hürmetle benimsediği ve bugün gittikçe artan sayıda Yahudi’nin İslam’ın gösterdiği bu hürmetin simgeselliğini tehdit ettiği– o kutsal yer üzerinde giderek daha da merkeze taşınıyor.

    *Kudüs Üniversitesi’nin kurucusu ve rektörü olan yazar, Kudüs’ün saygın ailelerindendir. Felsefe tahsilini Oxford ve Harvard Üniversitelerinde yapmıştır. Once Upon A Country [Bir Ülke Varmış], Story of Reason in Islam [İslam’da Aklın Hikâyesi] gibi eserleri Almanca’ya tercüme edilmiştir.
    1 Via Dolorosa Hristiyan inancına göre İsa’nın çarmıha götürülürken yürüdüğü yoldur. Kelime anlamı olarak “Acılar/Elemler Yolu” demektir.