Thomas BAUER İLE ARAP ŞİİRİ, „BELİRSİZLİK KÜLTÜRÜ“ VE GÜNÜMÜZ ÜZERİNE
Ali Mete

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Gençliğinden beri Arap Dili ve Edebiyatı ile ilgilenen Thomas Bauer 1980 yılında Oberasbach’da (Nürnberg yakınlarında) tamamladığı lise öğreniminin ardından Friedrich-Alexander Üniversitesi Erlangen-Nürnberg’de İslam Bilimleri, Semitik Filoloji ve Dilbilim alanlarında yükseköğrenim görmüştür. Bauer “Eski Arap Şiir Sanatı” adlı çalışması ile 1989 yılında doktorasını tamamlamıştır. Ardından bir yıl Ruprecht-Karls Üniversitesi’nde araştırma görevlisi olarak çalışan Bauer, 1991-2000 yılları arasında tekrar Erlangen-Nürnberg Ünivesitesi’nde çalışmış ve burada “9 ve 10. Yüzyıl Arap Dünyasında Aşk ve Aşk Şiirleri“ adlı çalışması ile 1997 yılında doçentlik unvanını almıştır. Bauer 2000 yılında Münster Westfälische Wilhelms Üniversitesi’nde İslam Bilimleri ve Arap Dili ve Edebiyatı bölümünde profesör olarak görev yapmıştır. Aynı yıl içinde Arapça ve İslam Bilimleri Enstitüsü’nün direktörlüğüne getirilmiş ve 2002-2005 yılları arasında Münster Üniversitesi’nde Dinî Araştırmalar Merkezi’nin direktörlüğünü yürütmüştür. 2006/2007 akademik yılında Berlin Araştırma Enstitüsü’nde “Belirsizlik Kültürü” (Alm. “Kultur der Ambiguität”) projesinde görev almıştır.

    Eski Arap şiir sanatıyla ilgileniyorsunuz. Muhtemelen uzun yıllar boyunca zor Arapça metinlere kafa yordunuz. Bu herkesin harcı değildir. Bu ilginiz nasıl başladı?

    Aslında başlarda ilgimi çeken şey Arapça lisanı idi. Lisede İngilizce ve Latince derslerinin yanı sıra kimya dersine girmektense farklı bir dil daha öğrenmek istiyordum. Hem eski bir edebiyat geçmişi olan hem de çok sayıda insanın konuştuğu bir dil arayışı içindeyken Arapça ile karşılaştım. Çince’nin yazı işaretlerini aklımda tutamayacağımı düşündüğüm için (gülüyor) Arapça’da karar kıldım. Ayrıca Arap kültürü de hoşuma gidiyordu.

    Lise bitirme sınavının ardından Erlangen’de yükseköğrenime başladım. Edebiyata karşı her zaman ilgiliydim, böylece Arap edebiyatıyla da ilgilenmeye başladım. Beni cezbeden tarafı ise başlarda oldukça zor olmasıydı. Yavaş yavaş farklı tür ve dönemlere yöneldim ve bunların yanı sıra kültür ve zihniyet tarihine ilişkin konuları araştırdım. Ardından ölüm, aşk ve yabancılık gibi konularla ilgilensem de büyüleyici bulduğum edebiyata sürekli geri döndüm. Edebiyatı ne kadar anlarsanız, o kadar büyüleyici bir hâl alır.

    Ayrıca bu alanda oldukça çok sayıda öncü çalışma yapma imkânı da var. Şu anda meslektaşlarımla birlikte 12. yüzyıl ile 14. yüzyıl edebiyatını inceliyorum. Bu döneme ait eserlerin birçoğu tanınmıyor. Çoğu zaman el yazması eserler üzerinde çalışıyoruz ve matbu eserlere başvuramıyoruz. Bu dönem, Arap edebiyat tarihinin zengin ve parlak bir dönemidir.

    Arap edebiyatına olan bu ilginizin sebebi nedir?

    Edebiyat, insanların kendini ifade ettiği en önemli araçlardan biridir ve bu sebeple insanların daha iyi anlaşılabilmesini sağlar. Özellikle Arap dilinde edebiyatın rolü eski dönemde ve kısmen günümüzde hâlen oldukça özel bir yere sahiptir. Almanca’da boş konuşanlara söylenen “edebiyat yapma” gibi bir ifade vardır. Ancak Araplarda durum farklıdır, zira bir şey gerçekten önemliyse onu şiir şeklinde tekrar ifade etmek gerekir. Bu oldukça etkileyici şiirlerde aslında her konudan bahsedilir. Ben şiir dikkate alınmadan İslam kültür tarihinin anlaşılamayacağını düşünüyorum. Bu hem Arap kültürü için geçerli, hem de en az onun kadar İran ve Osmanlı-Türk kültürü için geçerli. Bu yüzden tarihî eserleri okuyan, ancak şiirleri göz ardı eden tarihçileri eleştiriyorum.

    Sizce günümüzde bu konuya ilgi duyan okurlar Arap şiirinden ne gibi anlamlar çıkarabilir?

    Arap şiirleri bir yönüyle bizlere dünyanın farklı bir zihniyetini ve algılayış biçimini gösteren tarihî belgelerdir. Diğer yönüyle ise okuyucuyu günümüzde hâlâ etkileyebilen metinlerdir. Bu, birçok aşk şiiri, eski Arap şiirlerinde işlenen kahramanlık olgusu veya günümüzde hâlen kendilerinden alıntılar yapılan İbnü’l Fâriz ya da İbnü’l Arabî’nin gizemli şiirleri için geçerlidir. Bazı durumlarda bu, Arapça’dan yapılan çeviriler için de geçerlidir, ancak burada önemli olan ilgili çevirinin çok sayıda koşulu karşılamış olmasıdır. En sevdiğim şairlerden biri olan Mütenebbî’nin eserlerinin gerçek anlamda başarılı bir çevirisine rastlamadım. Mütenebbî’yi anlamak için onun kültürü ve edebiyat öncesi geçmişi ile ilgili o kadar çok şey bilmek gerekiyor ki, bunları okuyucuya çeviri yoluyla aktarmak oldukça zor oluyor.

    Özellikle de şiirin yapısını, dil melodisini ve veznini hakkıyla aktarmak pek mümkün değil.

    19. yüzyılda Hammer-Purgstall’ın yaptığı, ancak başarısız olduğu ve bu yüzden günümüz okuyucusunun anlayamadığı bir denemesi mevcuttur. Örneğin Mütenebbî’nin bir kasideye her zamankinden farklı başlaması o günün dinleyicileri ve sonraki uzmanlar için elbette şaşırtıcıydı. Ancak Alman okurlar 10. yüzyılda bir kasidenin normalde nasıl başladığını bilmedikleri için Mütenebbî’nin bunu özgün bir şekilde gerçekleştirdiğini de bilmiyorlar. Bunun yanı sıra Arapça birçok şiir, örneğin Friedrich Rückert tarafından oldukça güzel bir şekilde Almanca’ya tercüme edilmiştir.

    Kur’an Arapçanın yazı olarak gelişmesine önemli ölçüde katkı sağlamıştır. İslam, Arap şiir sanatı üzerinde ne derece etkili olmuştur? Bu hangi kritere göre belirlenmektedir?

    İlginçtir ki Avrupa edebiyatı Ortaçağ’dan sonra genellikle dinle ilgiliydi, buna karşın dünyevi olanın öncelikle özgürleşmesi gerekiyordu. Arapça’da ise tam tersi bir durum görülmekteydi. Şairlik 6. yüzyılda başladığında din kesinlikle tema olarak ele alınmamış, şiire konu olarak kendi soyuna övgü, kahramanca davranışlar, hüzünlü şiirler ve kahraman erkekler gibi başlıklar seçilmişti. Daha sonra bunlara Emevî döneminde oldukça popülerleşen aşk şiirleri eklendi. Abbâsîler döneminde ise dinle hiçbir şekilde ilgisi olmayan şarap şiirlere konu olmuştur. O dönemlerde din, şiir için önemli bir konu teşkil etmiyordu.

    İslami kültürler İslami olarak adlandırıldıkları için ilk etapta dinle bağdaştırılmaktadır. Ancak buradaki sorun İslami kültürler için, Japonya örneğinde görüldüğü gibi net bir coğrafi nitelendirmenin olmayışıdır. Japonya sınırları içinde bulunan kültürü Japon kültürü olarak adlandırırız. Ancak Moritanya ve Endonezya arasında dinle pek de ilgisi bulunmayan birçok şey olmasına rağmen bu bölge İslami olarak nitelendirilmektedir.

    Öncelikle şiir, tüm yüzyıllar boyunca olduğu gibi, günümüzde de büyük, küresel bir tartışmadır. Günümüzdeki şiirlerin birçoğu da dinle ilgili değildir. Ancak bir süre sonra dinî hisleri şiirlerle ifade etme ihtiyacı doğmuştur, burada öncelikli olarak mutasavvıfları kast ediyorum. Tanrı algısını ifade etmek için aşk ve şarap şiirlerinin unsurları benimsenmeye başlanmıştır. İmam Şiblî gibi eski şairlerin dünyevi mi, yoksa dinî veya mistik şeylerle mi ilgili olduğu anlaşılamayan birçok aşk şiiri vardır. Aynı durum İranlı Şair Hafız için de geçerlidir. Bunun avantajı İran devriminin en şiddetli dönemlerinde bile şiirlerinin mecazi olarak anlaşılmasından dolayı Hafız’ın eserlerinin korunmuş olmasıdır. Bunları İbnü’l Fâriz gibi önemli şairler ve çok sonraları, 11. ve 12. yüzyılda önemli bir tür teşkil eden peygambere methiyeler takip etmektedir. Ancak ilginç olan dinî olmayan ve hatta şarap şiirleri veya hükümdar övgüleri gibi hükümdarın becerisini, cömertliğini ve cesaretini öven ve İslami normlarla çakışan dünyevi şiirlerden hiçbir zaman tamamen vazgeçilmemiş olmasıdır.

    O hâlde peygamber dönemindeki şiirler aslında dinî değildi, öyle mi?

    O dönemlerde peygamberin ölümü üzerine yazılan birkaç yas şiirinden başka dinî şiir yoktu, ancak bunlar da diğer kişilere yazılmış olan yas şiirlerinden büyük bir farklılık göstermedikleri için pek öyle dinî şiir olarak nitelendirilemez. Bunun yanı sıra, örneğin Hâricîler tarafından propaganda amacıyla kullanılmakta olan siyasi vesile şiirleri mevcuttu. Ancak Arap şiiri temel olarak dünyevi kaynaklıdır.

    İlgili okuyuculara Arap edebiyatına giriş için ne önerirsiniz?

    Şu an için Arap edebiyatını bir bütün olarak tasvir eden müstakil bir eser mevcut değil. Ayrıca 6. yüzyıl ile 19. yüzyıl arası klasik Arap edebiyatı için önerilebilecek bir eser de yok. Bunun bir sebebi benim “Erken Dönem Düşkünlüğü” olarak adlandırdığım durumdur. Hem Arap dünyasında hem de tüm dünyada araştırma konusunda yoğun olarak ilk yıllara odaklanılmıştır. Bunun bir sebebi başlangıçların daima çok ilginç olmasıdır, Hermann Hesse bu durumu şöyle ifade eder: “Her başlangıcın bir büyüsü vardır.”

    Buna ek olarak 20. yüzyılın başlarında tüm İslam ülkeleri askerî, teknolojik ve ekonomik bakımdan artık Batı’ya ayak uyduramadıklarını anlamış ve bunun sebeplerini sorgulamıştır. Sömürgeciliğin bile bununla ilgili bir açıklaması vardı: Çöküş teorisi. Bu teoriye göre Araplar gelişim içindeydi ve Avrupa’ya Yunan felsefesini taşımışlardı. Ancak daha sonra, 1000 yılında veya  Bağdat’ın kuşatılmasıyla birlikte 1258 yılında gerileme başlamıştır. Bunun suçlusunun ise elbette özgür düşünmeyi yasaklayan ulema olduğu düşünülüyordu. Sömürgecilerin işlerini uygunca hallettikleri bu düşünce şekli İslam ülkeleri tarafından da benimsenmiştir. Napolyon bile Mısırlılara, eski ihtişamlarına kavuşmaları konusunda onlara yardımcı olmak ve onları Türklerin sebep olduğu gerilemeden kurtarmak istediklerini söylemişti. Bu durum 12. yüzyıldan sonra edebiyat ile neredeyse hiç ilgilenilmemesine yol açtı. O dönemin ne kadar muhteşem olduğunu daha yeni keşfediyoruz.

    11. yüzyıl krizlerin yüzyılıydı ancak bu dönemden sonra durum düzelmeye başladı. Edebiyat halka yönelik olmaya başladı ve zanaatkârlara kadar birçok farklı sınıf şiir ciltleri kaleme aldı. Bu yüzyıllarda gerileme gerçekleşmediğini görüyoruz. Gerilemenin sorumlusu ulema değildi, aksine onlar da şiir yazmaya başlamıştı. 1258 yılı Irak tarihi için önemli olsa da Arap edebiyat tarihi için hiçbir önem teşkil etmemektedir. Bu dönem Suriye ve Mısır şiirleri için parlak bir dönem olmuştur. Moğolların halifeyi öldürmesi halifeye yazılan methiyelerin yok olmasına sebep olsa da edebiyat üzerinde bunun dışında başka bir etkisi olmamıştır. Bilinmeyen geniş alanların olmasının bir diğer sebebi de bu durumun daha yeni keşfedilmiş olmasıdır. Birçok şairin eseri ya hiç yayımlanmamış ya da kötü versiyonları veya hatalı baskıları yayımlanmıştır. Ancak genel anlamda okur bu edebiyatın önemi konusunda bilinçli değildir. Bu hem Avrupa hem de Arap edebiyat tarihi için geçerlidir.

    Yoğun ilgi gören, “Belirsizliğin Kültürü” (Alm. “Die Kultur der Ambiguität”) adlı kitabınızda belirsizlik konsepti çerçevesinde İslam kültür tarihine ilişkin kesitlere değiniyorsunuz. Bu tam olarak nedir?

    Türkçe’de nasıl olduğunu bilmiyorum (gülümsüyor) ancak Arapça’da belirsizlik kelimesini tek bir kelime ile tercüme etmek oldukça zor çünkü belirsizlik kavramının bir üst başlığı bulunmamasına rağmen çok sayıda münferit alt başlığı var. Almanca’da bu kelime neredeyse hiç bilinmez. Buna karşın İngilizce’de “ambiguity” ve Fransızca’da “ambiguïté” oldukça bilinen bir kelimedir.

    Çalışmamın temelinde yatan belirsizlik konsepti psikolojiden gelir ve belirsizlik toleransı anlamına gelir. İnsanlar yaratılışları gereği dünyanın açık ve net olmasını isteseler de yanlış anlaşılabilirlik, çok anlamlılık ve belirsizlik ile yaşamak zorunda kalırlar. Bazı insanlar bu konuda diğer insanlara göre daha başarılıdır. Tarihsel antropoloji yaklaşımına göre bu durum toplumlar için de geçerlidir. Yani bazı kültürler diğerlerine göre belirsizliğe karşı daha toleranslıdır. Örneğin insanların ölüme yaklaşımları da farklıdır: Bazıları hızlı ve aniden ölmek ister, bazıları ise yavaş yavaş ve aile ortamında gerçekleşen bir ölümü tercih eder. Bu bireysel tercihler de zaman içinde değişim göstermektedir. 500 yıl önce insanların birçoğu Tanrı’ya kendilerini ani bir ölümden koruması için dua ederdi, günümüzde ise bunun tam tersi söz konusudur. Belirsizlik hoşgörüsü için de durum aynıdır: Belirsizlik karşısındaki toleransı oldukça yüksek olan toplumlar da vardır, tolerans eşiği oldukça düşük olanlar da. Elbette bu durum kendi içerisinde de farklılık göstermektedir: İtalya’da belirsizlik toleransı ABD’den daha yüksektir.

    İslami toplumların eskiden çok anlamlılık veya belirsizlik karşısında günümüze kıyasla daha fazla tolerans gösterdiklerini söyleyebilir miyiz? Cevabınız evet ise bunun sebepleri nelerdir?

    Bunun bir yığın sebebi var. Bunlardan biri İslami toplumların yüzyıllar boyunca diğer toplumlar hakkında pek fazla kafa yormamış olmasıdır. Çünkü zaten en doğru kültüre sahip olduklarını ve bu sebeple diğer kültürleri araştırmaları gerekmediğini düşünüyorlardı. Ancak diğer kültürlerle karşı karşıya geldiklerinde ilk olarak ne gibi dayanaklara sahip olduklarına bakmaları gerekmişti.

    Bir diğer sebep ideolojilere tepki verme gerekliliğiydi. Müslümanlar 16. yüzyılda Rönesans dönemini yaşamamışken ideolojileşme dönemi olan 19. yüzyılda yoğun bir şekilde Batı ile ilişkiler içinde bulunmuştur. Eskiden, Afgani ve diğerlerinin gerçekleştirdikleri güçlü bir akım vardı, ancak komünizm ve sosyalizmin yanı sıra Arap dünyasında ve Türkiye’de özellikle milliyetçilik benimsenmiştir. Daha sonra bu ideolojileri “İslamcılık” takip etmiştir, muhakeme kabiliyeti gelişmiş olan bu ideoloji kendilerini “İslamcı” olarak tanımlamayan kişiler tarafından da benimsemişti.

    Üçüncü sebebi ise, olumlu veya olumsuz anlamda takip edilen modern Batı’nın belirsizlik karşısında pek de tolerans gösterememesidir. Bu durum, belirsiz değil, kesin olması beklenen teknikleşme ile de bağlantılıdır ve özellikle Kapitalizm için geçerlidir. Anlaşıldığı üzere belirsizliğe karşı çok da toleranslı bir dünyada yaşamıyoruz.

    Görünüşe göre günümüzün en büyük sorunu belirsizlik karşısında yaşanan tolerans eksikliği.

    Evet, ancak belirsizlik toleransı kavramındaki tolerans kelimesinin toleransın olumlu anlamıyla ilk etapta pek bir ilişkisinin bulunmadığını ve bunun bir değerlendirme olmadığını anlamak gerekir. Aşırı belirsizlik toleransı da hoş değildir. Bu durum düzensizlik, kargaşa, yolsuzluk vs. için tüm kapıları açar. Belirsizlik toleransının eksikliği ideolojileşmeye sebep olur. İdeolojiler belirsizliğe karşı toleranslı değildir, her konuda net bir görüşleri vardır.

    Bu durum dinlere aktarıldığında benzer sonuçlar görülür. Günümüzde her şeyin yalnızca tek bir anlamı olduğunu ve her konu için yalnızca bir doğru çözümün olduğunu ifade eden modern İslami akımlar bulunmaktadır. Ancak benim dikkatimi çeken bu durumun İslam’ın klasik dönemi için geçerli olmayışıdır. Elbette o zamanlarda da fetvalarla birlikte net görüşler vardı, ancak müftü hiçbir zaman bunun yüzde yüz doğru olan, tek seçenek olduğu görüşünde değildi. Her zaman farklı görüşler ve gerçekler vardı. Bunu örneğin hadis ilminde görüyoruz. Hadis alanında hiçbir zaman bir hadisin kesinlikle doğru olduğu veya olmadığı ifade edilmemiştir, yalnızca bir hadisin muhtemelen doğru ile daha az doğru arasında yapılmış sıralaması vardır. Bugün sıklıkla ‘bu sahih veya bu yanlış’ ifadelerini duyuyoruz ancak sıralamalardan nadiren bahsediliyor. Aynı durum İslam hukuku için de geçerlidir. Elbette belirsizliği seven toplumlar belirsizlik yaratmaktan da haz duyarlar. Bu noktada yine gizemli, çok anlamlı metinler üretmekten zevk alan edebiyat devreye girmektedir.

    Bu durum oldukça ciddi bir bilim dalı olan tefsir bilimi için de geçerli midir?

    Birçok klasik Kur’an tefsirinde müfessirin Kuran’daki belli bir noktanın tam olarak ne anlama geldiğini bildiğini iddia etmediği dikkat çekmektedir. Daha çok müfessirin hangi mealin doğruluğuna inandığını belirtmeksizin, bilgi kaynağı belirterek veya belirtmeyerek farklı mealleri açıkladığını görüyoruz. Elbette bazı noktalarda değerlendirmeler yapılmaktadır ancak yine de müfessirlerin yeni bir anlam bulduklarında buna memnun olduklarını görüyoruz. Hatta Kur’an’ın hikmetinin çok anlamlılığında yattığı görüşü vardır. Kur’an âlimi İbnü’l-Cezerî şöyle der: Kur’an öyle çok anlam içermektedir ki Hz. Muhammed’den sonra bir peygambere daha ihtiyacı yoktur. İlginç olan yavaşça değişen toplumun artık bunlara ihtiyaç duymaması sebebiyle bu geniş tefsir seçeneklerinin kullanılmamış olmasıdır. Fakat 19. yüzyılın ortasında ve özellikle de 20. yüzyılda toplumun hızlı bir değişim gösterdiği dönemde bu kaynaklara başvurma imkânı varken bu yapılmamış, aksine mümkün olduğunca tek anlamlı tefsirler arkasına sığınılmıştır. Eski açıklık artık kalmamıştı.

    Tek anlamlılığı ve uyumluluğu istemek, hatta bunu talep etmek yeni bir durum mudur?

    Bu her zaman söz konusuydu. Bu durumu Batı’nın fazla bir etkisi olmaksızın belirsizliğe karşı tahammülsüz bir tavrı sergilemiş olan Abdülvehhâb örneğinde de görüyoruz. Abdülvehhâb aynı soru için bu kadar çok mealin olmasından rahatsızdı. Sonuçta Allah’ın vahyi açık ve net olmalıydı. Avrupa’da da belirsizlik toleransı konusunda “gelgitler” yaşanmıştır. Geç Ortaçağ veya Rönesans döneminde oldukça geniş bir belirsizlik toleransı olduğunu varsayabiliriz, ancak bu durum din savaşları döneminde hızla azalmış olmalıdır. Vestfalya barışından sonra ve Barok dönemde belirsizliğe karşı yeniden toleranslı bir tavır sergilediğimizi, bu tutumun Fransız Devrimi’nden sonra sona erdiğini görüyoruz.

    Doğu ve Batı, Garp ve Şark. Bu tür zıtlıklar küreselleşme ve dünya çapında bilgi aktarımına bakıldığında hâlâ mantıklı mıdır?

    Pek sayılmaz. Bu kavramların anlamı uluslararası duruma göre değişir. Ben bu tabirlerin yararlı olduğunu düşünmüyorum. Sonuçta benzerlikler bulacağımız düşüncesiyle Japonya, Çin ve Arap devletlerini tek bir başlık altında topladığımız oryantalizmden de vazgeçtik. İlginç olan “garp” gibi eski kavramların savaş sözcükleri olarak yeniden ortaya çıkmasıdır. Ben burada kültürel birliklerin olduğunu düşünmüyorum. En fazla kültürel benzerlikler vardır ancak bunlar da ya çok küçük alanlar için geçerlidir ya da sınır aşırıdır. Çeşitliliğin hakkını vermek için ben de daima çoğul olarak İslami kültürlerden bahsederim. Sonuçta Berberi bir göçebe ile Delhili Müslüman bir tüccarın ortak noktası ne olabilir ki?

    Kitabınızda “İslam’ın İslamlaşması” konusundan da bahsediyorsunuz. Bununla ne kast ediyorsunuz?

    Burada amacım bir ön yargıyla savaşmak. Önemli âlimlerin eserlerinden okuduğumuz ve birçok Müslümanın da inandığı şey; İslam’ın insan yaşamının tüm ayrıntılarını düzenlediği ve İslam toplumlarında her şeyi düzenleyen baskın etkenin din olduğudur. Ancak İslami kültürleri İslami olmayan kültürlerle karşılaştırdığımızda bu varsayımın doğru olmadığına görüyoruz. İslam kültürlerinden gelen her şeyi İslami olarak adlandırdığımız için örneğin İslami sanattan da söz edilir. Ancak tıpkı Alman sanatı gibi islami sanatın da yalnızca belli bir kısmı din ile ilgilidir. Suriye’den gelen bir kavanozun nesi İslamidir? İran minyatür sanatının nesi İslamidir? Daha önce de belirttiğim gibi, İslam edebiyatının da büyük bir kısmı spesifik olarak İslami değildir. Bunların birçoğunu İslam sanatları müzelerinde görebiliriz, fakat sonuçta oradaki her şey İslami değildir.

    Günümüzde sıklıkla “Din ve Devlet” sloganını duymaktayız ve İslam’da siyaset ve dinin ayrılmayacağına inanıyoruz. Ancak bu doğru değildir, çünkü bu alanlar tamamen olmasa da binlerce yıl boyunca birbirinden ayrılmıştır. İkisi iç içe geçmiştir, üstelik bu sadece İslami ülkelerde değil, aynı zamanda Avrupa’da da böyledir. Dolayısıyla hükümdarlıktan laiklik beklentileri ziyadesiyle mevcuttu.

    “Din ve Devlet” sloganı dilsel bakış açısıyla modern ifade olarak görülebilir çünkü devlet klasik anlamda ülke değil, aksine bir hükümdarın, hükümdarlık döneminin veya hükümdar soyunun o dönemde varlığı anlamına gelmektedir. Bu kavram 19. yüzyılın son dönemlerinde ülke anlamını almıştır.

    Dinde kesin olan hiçbir gerçeklik kalmazsa veya bu en azından yorumlarda anlamsızlaşana kadar zayıflatıldığında dinin ne anlamı kalır? Ya da farklı bir şekilde sormak gerekirse: Açıklığı, düzeni veya “net çerçeveleri” arzu etmenin nesi yanlıştır?

    Buradaki tehlike, bunun ideolojileşme, dışlama ve şiddete yol açabilecek olmasıdır. Elbette tamamen keyfîliğin hâkim olması da söz konusu değildir. Tüm dinler Tanrısal olanın beşerî olandan tamamen farklı olduğunun bilincindedir. Dünyada hayatta kalmak için gerekli olan beşerî duyular ilahî olanı açıkça anlamak için tasarlanmamıştır. İlahî olana yönelik farklı bakış açıları olmalıdır, bunun aksi söz konusu olamaz. Ancak belirleyici olan dinlerin belirli bir sosyal boyutunun var olduğudur, diğer bir deyişle toplumun önemli bir rolü bulunmaktadır. Herkesin kendine bir din oluşturması mümkün değildir çünkü bu durumda sosyal yaşam var olamaz. Tamamen keyfî öğreti ve kurumlara sahip farklı din birliklerinin olmayışının bir sebebi vardır. Bu birliklerin sınırları vardır ancak bu sınırlar durağan değildir ve dolayısyla keyfî sebeplerden olmasa da değişmeleri mümkündür. Bunlar gerçekliğe sahiptir ancak tek gerçeğe değil.

    Bugün Müslümanların kötü bir imajı bulunmaktadır. Bu hep böyle miydi?

    Olumsuz bir İslam imajına sahip olan aydınlar daima mevcut olmuştur. Bunun yanı sıra, cepheler tamamen farklı olsa da Müslüman hükümdarlarla sıkça sorun yaşanmıştır. Örneğin Osmanlılar önceleri Fransızlar ile müttefikken daha sonra Almanlarla birlikte dünya savaşında mağlup olmuştur. Elbette İslam’ın çok kötü bir imaja sahip olduğu zamanlar vardı, mesela Luther’in yaşadığı dönemlerde bu böyleydi. Sonraları durum yeniden düzeldi. Bu, sürekli değişkenlik gösteren bir durumdu. Ancak on yıllık dönemlerde bazı gelişmeler yaşanmıştır. 1980’lerde İslam algısına tatil yolculukları, Karl May romanları ve 1001 Gece Masalları şekil vermişti. Aydınlar Goethe’nin Doğu Batı Divanı’nı da biliyorlardı ve yeni bir fenomen olarak petrol şeyhleri eklendi. İmaj genel olarak olumluydu.

    Bunun zamanla nasıl değiştiğini SPIEGEL dergisinin kapak sayfalarına bakarak görebiliriz. Bu dergide 1973 yılında oldukça yabancı karşıtı bir başlık yayımlandı: “Türkler geliyor – Kaçabilen kendini kurtarsın.” Başlığın konusu misafir işçiler ve şehirlerin harap edileceği kanısıydı. İlginç olan İslam kelimesinin orada geçmemiş olmasıdır. Burada sadece Türklerden bahsedilmekteydi. Bu durum 1979 yılında İran Devrimi ile değişti. Bu kez başlık “Ortaçağa Dönüş” idi. Bu bir devletin bir halk devrimi ile Doğu-Batı şemasından kendini tenzih etmesinin ilk örneği idi ve Batı için büyük bir şok olmuştu. Böylelikle İslam’a karşı bazı şüpheler oluşmaya başladı. Ardından elbette 2001 yılı da buna eklendi. O yıldan itibaren İslam’ın imajı bir türlü düzelmedi ve bu oldukça endişe verici bir durumdur.

    “İslam âleminin” durumu şu anda pek de iyi değil. Ancak bu sömürgecilik zamanından beri böyle görülmektedir. İslam kültürünün gerilemesinden söz edilebilir mi?

    Arap ülkelerinin birçoğunda yaşanan siyasi güçlük tüm alanları zarara uğratmıştır. Bu siyaset yapma biçiminden başlar, yolsuzluğa uzanır ve Mısır’da örneğini gördüğümüz sözde demokrasilere kadar varır. Tunus’un dâhil olduğu sadece az sayıda ülke askerî diktatörlükten kurtulmayı başarmıştır ki bunun sebebi, jeopolitik olarak zaten pek bir önem taşımamasıdır. Birçok İslami ülkenin jeostratejik konumunun oldukça elverişsiz olması burada savaşların yaşanmasına neden olmaktadır. Bir diğer sorun eğitim sistemidir. Elitler 19. yüzyıl itibariyle ciddi şekilde birbirlerinden ayrılmışlardır. Bir tarafta Batı yandaşı milliyetçi elitler, diğer tarafta ise geleneksel ulema elitleri birbirlerinden ayrılmıştı ve bu sebeple hiçbir yeniliğe açık değillerdi. Bu gerginlik günümüze kadar giderilememiştir ve eğitim alanında da yoğun olarak hissedilebilmektedir. En sıkıntılı alan felsefi bilimler alanıdır. Aklıma son on yıllık döneme ait, mutlaka okunmuş olması gereken Arapça felsefi bir kitap gelmiyor. Bunun sonucu kişinin kendi kültür ve tarihini yansıtamamasıdır. Zira tarih ve kültür bilimlerinin var olma sebebi tam olarak budur. Ancak bu başarılamadığında geriye sadece mühendisvari çözümler kalıyor. Mühendis elbette açık sonuçlar elde etmek ister. Bu onun mesleği için doğrudur ancak toplum için doğru değildir.

    Klasik Arap edebiyatında yabancılıkla ilgili bir yazınızda öznel ve nesnel yabancılıktan söz ediyorsunuz. “Gurbet” ve “yabancıya” yönelik bu bakış açısı “mülteci” anahtar kelimesini düşünürsek güncel durumda nasıl verimli bir hâle getirilebilir?

    Yabancılık, insanın mentalitesi ile ilgili bir durumdur. Ancak mentaliteyi bilinçli ve hızlı bir şekilde değiştirmek mümkün değildir. Bu olgu, ancak zaman içinde değişir. Yabancı algısında farklılıkların var olmasının sebebi, Yakın Doğu toplumlarında her zaman çok sayıda yabancının bulunmuş olmasıdır. Büyük şehirlerin hiçbiri, hiçbir zaman tek dinli ve tek dilli değildi, hatta kırsal bölgeler bile sıklıkla karışıktı. Bu durum Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, insanları kökenlerine göre kategorize eden döneme kadar sürmüştür. Ancak Avrupa’da durum farklıydı. Küçük bir Yahudi azınlığı dışında farklı dinler bulunmamaktaydı. Reformasyon sonucu dinlerin ayrışması da zenginlik olarak algılanmamıştır. Ancak bugünkü durum şu ana kadar olduğundan daha da kötüdür, çünkü insanlar çevrelerinde yabancılar olmasa bile kendilerini yabancılar tarafından tehdit edilmiş hissetmektedir.