İslam Ahlak Felsefesi Açısından “İnsanın Sorumluluğu” Meselesi
Mevlüt Uyanık*

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Takdim:
    “Allah-insan, İnsan-insan ilişkisinin mümkün olduğu ahlaki evren kurgusu nedir?” sorusunun cevabı İslam ahlak felsefesi çerçevesinde insan ve sorumluluğu bağlamında aranabilir. Bunun içinde öncelikle felsefe, İslam ve ahlak terimlerinin kısaca tahlilini yapmak gerekir.

    Felsefe, varlık, bilgi ve değer üzerine sistematik, tutarlı ve eleştirel düşünceleri inceler. Bir âlimin filozof niteliğini kazanması da Varlık/Tanrı ve varlık/evren ilişkisinin nasıl olduğunu pozitif bilimler, Tanrı-insan ilişkisini de tinsel ilimler vasıtasıyla bütüncül ve tutarlı bir şekilde açıklaması ve kendine özgü bir sistem kurmasıyla olur. Bu açıdan siyasi/hukuki ve/ya felsefi veya dinî bir sistem ilk öncülleri/aksiyomları üzerine konuşarak mantıksal tutarlılığını kazanır. Temel öncüller farklı olduğu için sistemler de farklıdır ama mantıksal kuruluşları değişmez, bu açıdan sistemlerin tutarlılığı ve çelişkisizliği ilk öncüllerin reddi veya kabulü üzerinden müzakereye açılır.

    Bu açıdan İslam felsefesi dediğimiz zaman ilk öncülümüz, aklın sebep-sonuç ilişkisi bağlamında zorunlu olarak durduğu ve bir aksiyom olarak kabul ettiği nedensiz ilk neden veya varolması için bir başka varlığa muhtaç olmayan varlık ile başlar. Biz buna Zorunlu Varlık, yani Tanrı deriz. O vardır, Bir’dir ve yaratıcıdır, her an bir yaratış üzeredir. İlk nedene verilen cevaplar kişinin manevi/tinsel duruşunu da sağlar. Düşünce tarihinde “muallim-i evvel” denilen Aristoteles merkezli düşünceye göre evrene ilk hareketi veren/oluşturan mimar bir Tanrı’dır, bu görüşte olanlara Deist denilir. Evreni yaratmış ve insanın dünyada refah, ahirette felahını sağlayacak ilkeleri göndermiştir, her an bir yaratış üzeredir diyenler, Theist’tir. İlk neden maddedir diyerek evren tasarımını kuranlara da Atheist denilir. Görüldüğü üzere Tanrı veya ilk neden-evren ile insan-insan ilişkisini kurgulama öncülleri ve sistemi farklı olup, buna dair kişinin duruş, durum ve eylemleri de farklılık arz eder.

    İslam felsefesi bağlamında bu sorunun cevabı için öncelikle Tanrı’nın niteliklerine dair iç düşünme ve dış düşünmenin ilkeleri, yani mantık kuralları üzerinde dururuz. Sonra Tanrı-evren ilişkisinin mahiyeti ve nasıllığı, ardından da Tanrı insanı niçin yaratının cevabı felsefe/din çerçevesinde aranır. Ardından medeni ilimler incelenir, fıkıh, siyaset ve ahlak disiplinleriyle bu teorik bilgilerin hayata geçirilmesi üzerine düşünülür. Eğer temel öncüller ile mevcut durumda uygulama sorunu varsa, geçici çözüm önerileri (ad hoc hipotezler) ile hayat devam ettirilir. Ama her durumda temel ve ilk öncüllerden asla taviz verilmez ve olası aksaklıkların giderileceği bir erdemli toplum/medinetü’l-fazıla tasarımı üzerine düşünülür. Düşünce tarihinde “muallim-i sani” diye nitelendirilen Fârâbî’nin İlimlerin Sayımı adlı eserinde Tanrı-evren ve İnsan ilişkisi bir sistem şeklinde açıklanır. Fârâbî’nin sistematik ve sentezci bir filozof olarak ortaya koyduğu sistem İslam dünyasındaki bütün temel meseleler için bir kalkış noktasıdır. Bu açıdan eser, bize göre, bir felsefeye giriş kitabıdır.

    • İslam Ahlak Felsefesinin Kurucu Kavramları: Hikmet, Şecaat, İffet ve Adalet
    Dinin/felsefenin amacı insanların mutluluğunu bu dünyada temin etmektir, buna “tahsilu’s-saada” denilir. Dört temel erdemi edinen, teorik/iman esaslarını pratiğe aktaran kişi, dünyada ihsan mertebesine erişir ve ahirette “saadetü’l-kusva”ya ulaşır. Bunun olabilirliği, yani Tanrı-insan ve insan-insan ilişkisinin kurgulanması ahlak felsefesi bağlamında hikmet, şecaat, iffet ve adalet kavramlarıyla yapılır. İlk üçü teorik, adalet ise hepsinin sonucu olup ahlak/siyaset alanında uygulamaya konulandır.

    • Hikmet:
    Hz. Âdem’den itibaren farklı zaman ve mekânlarda, farklı dillerde, farklı kavimlere, farklı uyarıcılar/uygulayıcılar tarafından hep aynı temel ilkeler, öncüller gönderilmiştir. Allah, Hz. Muhammed’e vahyettiği hususların aynısını, Hz. Nûh, Hz. İbrâhim, Hz. Mûsâ ve Hz. Îsâ’ya da indirdiğini belirtmiş; “Din”i dosdoğru tutup, ayrılığa düşmememizi; (Şûrâ suresi, 42:13) bu anlamda “peygamberler arasında ayırım yapmamamızı ister.” (Bakara suresi, 2:285) Bu bütün peygamberlere saygı ve hürmet gösterilmesini gerekli kılar; çünkü Hz. Âdem’den bu yana bütün peygamberler insanlığın mutluluğu ve huzuru için mücadele etmiş, örnek ve seçkin kişilerdir. Biz buna Tevhid-i Uluhiyet diyoruz. Hareket noktaları bütün peygamberlerde aynıdır, bunların hayata geçirilmesine için gönderilen yol ve yöntemlerde (şeraitler) tahrifler ve kırılmalar olması durumunda aynı temel ilkeler yeni bir formla gönderilmiştir.

    Bunun hayata geçirilmesine ise Tevhid-i Rububiyyet denilir. Terbiye eden, koruyup, gözeten, besleyen Rabbimiz, bütün insanlığı ve evreni içerisine alan bir sürecin korunup kollanmasından bahseder. Yani O’nun koruyup gözetmesi sadece Müslümanlara has olmayıp, bütün insanlara şamildir. Fâtiha suresinde de belirtildiği üzere, Allah, bütün âlemi, insanları, dünyayı, bütün canlıları yaratan ve besleyendir. İnsana düşen bu kevni (rububiyete ait olan) yasaların nasıl işlediğini öğrenmek, niçin sorusunun cevabını aramaktır. İşte bu süreci ilk insan/peygamberden itibaren bütün kırılma noktaları ve tashih, tecdid gayretleriyle incelemek hikmet kavramıyla ifade edilir.

    Bunun ilâhî risaletler bağlamındaki son temsilcisi Hz. Muhammed (s.a.v.) olup, onun uygulamalarını Cibril hadisi bağlamında Tanrı-insan ve insan-insan ilişkilerinde hayata geçirmek temel hedefimizdir. Farklı zaman ve mekân, farklı dil ve kültürlerde ortaya çıkan soru ve sorunların çözümünü son gönderilen temel ilkeler bağlamında (Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet) her mümin ve mümine düşünmeli (içtihat) ve çözüm önerisi üretmelidir.

    Bunun nasıl yapılacağı ise diğer üç temel kavram olan şecaat/yiğitlik, iffet ve adaleti ifrat ve tefrite düşmeden içselleştirmekle mümkün olur.

    • Şecaat:
    Hikmet, akıl; şecaat öfke, iffet ise nefs yetisinin itidalli kullanılmasıyla elde edilir. Bunun erdem hâline dönüşmesi ise defalarca yapılması ve iyilik, yiğitlik ve cömertliğin bir alışkanlık/yeti hâline dönüşmesiyle olur. Artık hikmet, hak ile bâtıl; iyi ile kötü, güzel ile çirkini idrak etmeye fikrî olarak alıştırıcı güzel bir yetidir. Şecaat, güzel bir ahlak yetisine dönüşünce ifratı olan öfkelenme ve tefriti olan korkaklıktan uzak durulur. Hikmet, ahlak felsefesinin kurucu ve temel disiplinini oluşturur ve bu anlamda bir “yaşama erdemi”dir. Şecaat/necdet ise insani değerlerin korunup yaşatılması gereken yiğitliği sağlar.

    • İffet:
    Bedeni eğitip geliştirmek ve onu her türlü tehlikeden korumak için yapılması gerekenleri gösterir. Akıl gücü ile nefisteki arzu ve şehvet güçlerini dizginler, nefsini terbiye eder, kötülüklerden uzak durur, kısacası ruhun arınmasıdır.

    • Adalet
    Bu erdem, temelde bireysellikle ilgili olan üç erdemin toplamı olup, insan-insan ilişkisini gösterir ve kişinin diğer insanlarla olan her türlü eylemin dengede olmasını ifade eder. İsteme, arzu ve tutkularımızı ifrat ve tefritten uzak bir şekilde belirleyebilir; kendimize yapılmasını istemediğimizi başkasına yapmazsak adalet ilkesini gerçekleştirmiş oluruz. Velhasıl adalet, teorik erdemlerin sonucunda gerçekleşen pratik erdemdir. Diğer bir ifadeyle adalet, doğru eylem (sâlih amel) demektir. Doğruluk ise bireysel ve toplumsal düzeyde bir uyum ve denge hâli olup, ancak özgür bir irade sonucunda gerçekleşir. İnsanın tercihini her daim, iyi, doğru ve faydalı olandan yana yapmayı bir ödev olarak görmesi, onun irade hürriyetini sahip olarak sorumluluklarının bilincinde olduğunun göstergesidir.

    2. Ahlakın Bireysel ve Toplumsal Boyutu
    İnsan nefsinin doğal yetileri olan akıl, öfke ve şehvet güçlerinin erdeme yöneltilmesindeki kriterimiz “orta ümmet” (Bakara suresi, 2:143) ve “bütün işlerin hayırlısı mutedil/orta olandır.” ilkeleridir. Her mümin(e)nin bunu şahsında gerçekleştirebilmesine “tedbiru’l-mütevahhid” denilir. Sonra tedbiru’-menzil, aile, yani toplumun en önemli biriminde mutluluk gerçekleşir. Ardından da tedbiru’l-mudun, yani erdemli toplum aşaması gelir.

    Tedbiru’l-mütevahhidin ile İbn Bacce’nin öğretisinden hareketle, her mümin/e için gerekli olan, yanlışa evet demeden, olası yanlış tutum ve davranışları düşmeden bireysel bir tecdit kast edilmektedir. Dış şartları değiştirmeye dair el, dil ile imkân bulamadığı zaman kalben buğz etmek, yanlış, kötüden taraf olmamaktır. En zor şartlarda bile halk içinde Hak ile beraber olmaya çalışmak, hicretini içe yaparak, nefs yetilerini itidal üzere kullanmak, kısacası bireyin fikrî ve fıkhi yenilenmesidir. Allah’ı birleyen (mütevahhit) bireysel tecdidiyle gerekli önlemleri alıp, iç huzurunu sağlayarak yaşar, mutluluk budur, ama bunun aileye aktarılması gerekir. Tedbiru’l-menzil’den kasıt da budur. Bu ailelerden ise toplum oluşur. Buna da tedbiru’l-mudun, yani siyaset ve devlet felsefesi denilir. Tanrı-insan ve insan-insan irtibatının ve ilişkisinin mahiyetinin bu üçleme üzerinden kurulması İslam ahlak felsefesinin hedefidir. Çünkü “Bir kavim kendini değiştirmediği sürece, Allah onların durumunu değiştirmez” (Ra’d suresi, 13:11) ayetinde belirtildiği üzere tecdit/yenilenme bireyden başlayarak, topluma ve devlete sirayet eder.

    Görüldüğü üzere, ahlakın bireysel ve toplumsal boyutu, teorik ilkelerin pratiğe geçirilmesi ve bunu alışkanlık hâline getirilmesi ile gerçekleşir. Çünkü kendini bilen, temel, ilâhî ilkeleri içselleştiren kişilerden oluşan aile ve böyle ailelerden oluşan toplum erdemli toplum olacaktır.

    Bu yapı idealisttir, çünkü hareket noktasını (tevhit-nübüvvet-mead) alır, ama bunu tikelde tümeli yakalamaya çalışarak gerçekleştirdiği için de realisttir. Bu, bedenen halk içinde; gönül ve kalp olarak Hak ile beraber olmaktır. Bu durum, imanın manevi olarak Allah’ın varlığına ve birliğine inanmaya ilave bir tutumun tezahürü olduğunu, Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar devam eden süreci ifade eden evrensel İslam’a aktif bir katılımın olduğunu gösterir. Bu sebepten dolayı, artık İslam, evrendeki bütün yaratılmışların O’na teslim olduğunun bilincinde olmayı, son pratik, yol ve yöntem olan Hz. Muhammed’in getirdiklerine uygun davranmayı ifade eder.

    Önceki peygamberler ve (bize göre tahrif edilmiş uygulamaların) takipçilerinin son peygamberin mesajını kabul etmemelerini içlem-kaplam münasebeti çerçevesinde görürüz. Her kim olursa olsun, kendisine yapılmasını istemediğini başkasına yapma ilkesini benimsemeliyiz ve (dini, dili, ırkı, cinsiyeti ne olursa olsun) bir kişiye yapılan haksızlık bütün insanlığa yapılmış gibidir, ilkesi hareket noktamız olmalıdır.

    3. İnsan ve Sorumluğu
    Böylece birey yaşadığı hayatı mümkün dünyaların en iyisi olduğunu idrak edebilir ve eylemlerinden mutlu olur. Çünkü insan, kendine has iki mükemmel yeti olan bilme ve doğruyu seçebilme ve yapma gücüyle bireysel hayatını, işini ve toplumsal ilişkilerini düzene koyar. Mutluluk budur; dünyada refah ve huzur, ahirette felah/kurtuluş ve ebedî saadetin kazanılması… Bu da insanın iki yetisinin mükemmelleştirilmesiyle olacaktır. Bu hususu biraz daha açıklayacak olursak, ilimle inancı sağlam, görüşü isabetli, düşüncesi doğru olacak; yapma yetisiyle kazanılan ise ahlaki yetkinlik olacaktır.

    Ahlaki yargı, seçimde, tercihte bulunmaktır. Kendisi ve Rabbi ile barışık olan, ona dair bilgileri doğru olan kişinin eylemleri seçme gücüne göre düzgün ve tertipli olacaktır. Bunu yapabilmesi ise iradesi ve hür seçimi sayesinde olacaktır. Bu husus, ahlak felsefesi açısından önemli, çünkü Sokrates’ten (öl. MÖ. 399) itibaren bilgi ve doğru arasında birebir özdeşlik gören entellektüalist tavrın açmazı irade kavramının devreye sokulmasıyla aşılmaktadır. Doğru bilgi, doğru eylemi her zaman çıkarmayabilir. Muallim-i evvel Aristoteles bu açığı gördüğü için Sokrates’in entellektüalizmini yumuşatmış, doğru eylemin yerine getirilmesinde iradenin gücüne işaret etmiştir. Muallim-i sani Fârâbî ile sistematik hâle gelen İslam felsefesi bunu, yani ahlaki sunumu dört temel erdem çerçevesinde yapmıştır.

    Her insan mizacını/nefsini, akıl, öfke ve şehvet durumunu en iyi bilendir, eksiklikleri bilip nefsini bunlardan arındırarak, kurtuluşa ermenin yolu ve yöntemi yukarıda bahsedildiği şekilde arar. Her insan iyi, fayda ve haz vereni ister ama bunları genel geçer ahlak ilkeleri bağlamında itidalli bir şekilde yapmak var, bir de septizm, nihilizm gibi öğretilerin sunduğu ve evrensel ahlak ilkelerinin göreliliği üzerine kurulması var ki bunlar bireysel ve toplumsal sömürünün bilgisel zeminini oluşturur. Bunlar Kindi’nin tabiriyle felsefe karşıtı ve riyaset ve din tacirliği yapanlar, yani dinî/felsefi önermeleri mevcut statükolarını korumak, geliştirmek için kullananlardır. Oysa yapılması gereken İbn Sina’nın felsefe tanımından hareketle “Hakk’ın ve Hayr’ın Bilgisine Sahip Olmak”tır.

    Sonuç:
    Hakk’ın bilgisine sahip olmakla ed-Din anlamında Hz. Âdem’den Hz. Muhammed (s.a.v.)’e kadar dünyada refah ve ahirette felah sağlamak için gönderilen ilkelerin bilgisine ulaşmayı kastediyoruz. Buna ister hikmet, ister nübüvvet tarihi, isterse felsefe tarihi denilsin, temel ilkelerde uygulama aksaklıkları olduğu zaman  yeni bir form/şeriat ile yeni bir uygulayıcı gelmiştir. Bu, insanlığın bütün birikimini, kırılma noktalarına dikkat ederek, eleştirel bir şekilde “aynı hakikat’in bir tezahürü olarak incelemeyi gerekli kılar. Buna ilme’l-yakin aşaması diyoruz. Hakikat’e dair teorik bilgilenme ile kişiden cehalet kalkar ve kişi âlim olur. O, bu niteliği taşıyan Hz. Muhammed’i rol model alarak, iyilik, güzellik, fayda ve mutluluğun ölçütlerini ezel-i hikmetin son tecellisinde yeniden yorumlamayan ve hayata geçiren kişidir.

    Bu son uygulamayı Hz. Muhammed (s.a.v.)’i kabul etmeyenleri de içlem ve kapsam münasebetiyle değerlendirmeyi, dili, ırkı, cinsiyeti ve şeraiti ne olursa olsun bir kişiye yapılan haksızlığın bütün insanlığa yapılmış gibi görmeyi gerekli kılar. Kendisine yapılması istemediği bir şeyin başkasına yapılmasını reddetmeyi getirir. Bu, ayne’l-yakin, yani hayr/iyi, faydalı olanı yapmaktır. Âlim kişi artık abid ve zahid niteliklerini de kazanır. Hayr’ın bilgisine sahip olmanın zorunlu sonucu ise hakka’l-yakin aşamasıdır. Tanrı-insan ve insan-insan ilişkisini Cibril hadisinde belirtildiği üzere kuranlar “muhsinî duruş ve tutuma sahip” olandır. Bunun felsefi dildeki karşılığı ise Hakk’ın ve Hayr’ın bilgisine sahip olmak olarak ifade edilir.
    * Prof. Dr. Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi