Görevbilimi (Deontoloji) Yerine Ontoloji
Sotiris Mitralexis

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Sorumluluk kavramı, yani ahlaki yükümlülükler ve görev, özünde etiğin bir parçasıdır. Etik en genel anlamıyla, kişinin neyi yapması ve neyi yapmaması sorusunu ilgilendirmektedir. Bunların son zamanlardaki farklılaşmasını bir kenara bırakırsak, bu “–malı” ve “–mamalı” tavsiyeleri çoğunlukla ya otoriteye (“Çünkü XYZ böyle der.”) ya da şüphesiz bir yasayı içeren uzlaşmaya (“Çünkü biz bunun üzerinde mutabıkız.”) dayanmaktadır.

    Hristiyan sorumluluğu1 bunlardan değil, daha farklı bir alandan, ontoloji alanından ortaya çıkmaktadır. Bu sorumluluğun mahiyeti bir otoriteye (örneğin kutsal kitaba) ve kuruma (örneğin kiliseye) göre şekil almamaktadır. Daha ziyade kilisenin dünyanın, varlık ile var-olanların doğası ve hakikatine şahit olmasından, yani kilisenin oluşturduğu [ecclesial] ontolojiden gelmektedir. Hristiyan sorumluluğunun mahiyetine dair zengin öğretilerin, kuralların ve özel formüllerin izi kutsal kitaba ve kilise kurumundaki yazılı geleneğe –örneğin kilisenin kaideleri ve talimatları– kadar sürülebilir. Fakat bu tikel örnekleme duruşu, dünyaya bir Hristiyan gözüyle bakmaktan gelmektedir. Bu yaklaşım neyin doğru, neyin yanlış olduğuna (etikte olduğu gibi) dayanmamaktadır. Fakat hayatın, ölümün ve gerçek varlığın ne olduğuna ve bunun bozulmasına dayanmaktadır. Bu bakımdan ontolojik bir tavır sergilemektedir. Burada “ontoloji” lafzıyla değişmeyen, ölmeyen ve kendi hakikatini bozuluş dünyasında muhafaza eden şeyin doğasına dair bir araştırmaya işaret ediyorum.

    Bu yazıda, böyle bir ontolojiden ortaya çıkan Ortodoks Hristiyan etiği üzerinde duracağım. Ele aldığım bu ontoloji anlayışına Bergama Metropolitanı John Ziziolus’un Ontoloji ve Etik2 ve Christos Yannaras’ın Ahlak Özgürlüğü3 isimli eserleri rehberlik etmektedir. Daha sonra İtirafçı Maksimos’un [Maximus Confessor, 580-662] insanı mikrokozmos ve aracı olarak gören, Tanrı ve yaratılış arasındaki insanın aracılık yönünü vurgulayan fikrini ele alarak Hristiyan sorumluluk anlayışını yansıtacağım.
    Her ne kadar Hristiyanlık’ta daha çok Neo-Platoncu bir yolu izleyerek ontolojik hakikati madde ve mana veya idealar arasındaki bir ayrımda arama eğilimi olsa da erken dönem yaygın kilise anlayışı, Antik Yunan (Sokrat öncesi filozoflar, Platon ve Aristoteles)  felsefesiyle kıyaslandığında büyük bir değişim tesis etmiştir. John Ziziolus, kilise babaları tarafından şekillenen ve birçok klasik düşünceden büyük ölçüde farklılaşan ontolojiyi şu iki öncülle ifade etmektedir:

    a) Varlığın hakikati onların başlangıcında değil, sonlarında… kıyamettedir. Bu yüzden var-olanların hakikati başlangıçta değil, sondadır. Oldukları şeyde değil, ne olacaklarındadır.

    b) Var-olanların hakikatini görmek sondadır. Zaman ve var-olanların havailiği Antik Yunanlıları çok korkutmuştur, fakat bunlar Hristiyanlık için ontolojinin unsurları olmuştur. Kilise babaları varlığın hakikatinin ontolojik varsayımlarını zaman ve bedende görmüşlerdir. Zamansız ve bedensiz gerçek maddi varlıklar olamaz.4

    Maddi varlıklar burada ve şimdi gelişmektedirler ve tarihselliğe, zamansallığa, değişime ve bozulmaya tabidirler. Bunların hiçbiri, bu bakış açısıyla bizi artık ontolojik sorgulamanın özüne ulaşmaktan alıkoymamaktadır. Böylece ne sorusunun sorulduğu sabit bir varlık arayışından, nasıl sorusunun sorulduğu tam varlığa erişimin biçimine dair bir soruya doğru değişim ortaya çıkmaktadır.

    Bu fark Hristiyanlar için yaratılış, yaratılmış dünya ile Tanrı, yaratılmamış yaratıcı arasındaki ayrım için tam anlamıyla bir temel oluşturmaktadır. Tam hakikat ve tam hayat, yaratıcı olmadan eksik olan bir yaratıkta değil, Tanrı’da bulunacaksa, o zaman hakikate ve hayata dair bir araştırma “Tanrı kimdir?” sorusunu sormakla olabilir. Ve “Tanrı kimdir?” sorusunu sormak, Tanrı’nın nasıl olduğunu, O’nun varoluş biçiminin ne olduğunu sormak olur. Varoluş biçimi, yaratılmamış Tanrı’nın yaratılmış olanlardan farklı bir şekilde sahip olduğu bir varoluş biçimidir. Hristiyanlar yaratılmamış kutsallığı bir Tanrı’daki üç kişi, üç ayrı hipostaz olarak anladığından dolayı yaratılmamışın, yani Teslis’teki kişilerin varoluş biçimi kişisel bir varoluş biçimidir.
    Kişi olarak insan, hayatını Tanrı’nın çağrısına olumlayıcı cevap vermek ve bir kişi olarak yaşamaya teşebbüs etmek arasında devamlı verdiği bir karar olarak gerçekleştirir. Yani bu, bir kişi veya bir birey olma arasındaki bir karardır ve bu karar açıkça insanın etik ikilemidir. Yaratılmamış olan hayatın, sevginin biçiminde var olmak ile kaynağından izole olmuş bir şekilde, bireyselcilik ve ölüm biçiminde var-olmak arasında verilen bir karar. Bu durum etiği dönüştürmektedir, davranışları değiştirmektedir. Fiiller ve düşünceler kişiyi ölümden kurtaramaz, çünkü insan mahluk olmasının sınırlarına, ölümlü doğasına boyun eğer. Bu bağlamda, ahlak bir otoriteden ve gelenekten meydana gelemez. Davranışı vazeden kodlanmış bir ahlak yasası olmaz, çünkü bu kanuna uyan bir kişi ölecek ve yok olacaktır. Bu anlamıyla, ahlak ontolojiden meydana gelmektedir. Bir kimsenin hayatı Teslisî bir prototipi yansıtan bir şekilde, ister kişisel bir hâlde isterse de ölüm biçimini tecessüm ettiren bir birey olarak tesis edilsin, ahlak varoluş biçimiyle ilgilenmektedir.

    Etiğin kriteri bu anlamda, hayatımızın tavrını ifade eden davranışlarımızdan teslisin bir ikonu olarak ahlakın ortaya çıkmasıdır. Aynı zamanda, davranışta açıkça fark edilemeyen hayat biçiminin ölümün biçimini türetmesi ve bizi asli hayattan, Teslis ve bunun İsa’da ortaya çıkışından uzak tutmasıdır. Bu anlayış Hristiyanlık öncesi kanun idrakinden çok farklıdır, çünkü o zamanlar kanun, uyarak yaşadığında sana tamam olmayı ve kurtuluşa ermeyi garanti etmekteydi. Pavlus İbranilere gönderdiği mektupta şöyle demektedir: “Kutsal yasada gelecek iyi şeylerin aslı yoktur, sadece gölgesi vardır. Bu nedenle yasa, her yıl sürekli aynı kurbanları sunarak Tanrı’ya yaklaşanları asla yetkinliğe erdiremez.” (İbraniler 10:1) Hristiyanlar için bir kanun kavramı sadece hakikatin bir gölgesidir, İsa’nın zuhurundan sonra daha canlı bir şekilde tezahür edecektir, fakat tam anlamıyla dünyanın sonunda ortaya çıkacaktır. Sonuç olarak Hristiyan etiği sabit, gözlemlenebilir ve objektif bir yasanın ötesindedir. Dinamik bir gerçekliğe dayanmaktadır.

    Şimdiye kadar anlattıklarımız genel anlamda Hristiyan etiğine dairdi, şimdi sorumluluk meselesini İtirafçı Maksimos üzerinden el alalım. Maksimos insanın işlevini yaratılmış dünya ile yaratılmamış Tanrı arasında bir mikrokozmos ve aracı olarak anlamaktadır. İnsanoğlunun en temel sorumluluğu budur ve bu esasen ontolojiktir. Bu, hakikatin bizatihi kendisine karşı bir sorumluluktur ve bu bir ölçüdür. Bu ölçüye istinaden tikel sorumluluk örnekleri anlaşılabilir. Kısaca Maksimos’un ışığında sorumluluk anlayışının evvela Maksimos’un düşünce dünyasının arka planında kurucu bir ontoloji ve kozmolojiye dair olduğu vurgulanmalıdır. Yani bölünmeler, ikilikler ve mesafeler insanın aracılığıyla aşılabilir ve bu aracılık İsa’nın hipostazı ile mümkündür. Maksimos’un kozmik bir aracı olarak insan şahsı anlayışı sadece felsefi bir antropolojinin ya da mistik bir tecrübenin meselesi değil, ontolojisinin, bizatihi varlık ve varoluş anlayışının canlı bir parçasıdır. Varoluşun amacı varoluşun hakikatidir. Bu amaç bölünmelerin ve mesafelerin aşkınlığıdır ve bu aşkınlık insanlık ve Tanrı’nın lütfunun aracılığıyla aşılır. Dinî ayinde [Komünyon] “Bu yüzden hepsi bir olur.” ve ayin başkalığı yok etmez, fakat onu aydınlatır ve hakikatini ortaya çıkarır.

    Bu sorumluluk, yaratılış ile onun sonsuz şahsi kaynağı arasındaki ölçülemez boşluğu kapatabilen insanın kabiliyetini içermektedir. İnsan, Tanrı ile Tanrı’nın logoi’si (kelam) aracılığıyla diyalogda olabilen bir varlık olarak bunu yapabilir. Onun bütün mahlukatın var olması için istekleri, niyetleri ve sözleri tanrısallaşabilir. Logoi (kelam) insanın aracılık vazifesi gören kozmolojik işleviyle, insanlık ve yaratıcı arasındaki diyalojik bir mütekabiliyet olarak gerçekliği tahakkuk ettirir. Bu anlamda yaratılış bir diyalog gibidir. Tanrı’nın insanın şahsıyla girdiği bu diyalog sayesinde, Tanrı’nın gerçek kıldığı varoluşuyla insanın sorumluluğu ortaya çıkar ve her hayatın şahsi yüzünde yansır. Bu sorumluluk yaratılışı bir bütün hâline getirir ve onu tekrardan her şeyin içinde ve her şey aracılığıyla yaratıcısına bağlar.

    Fakat bu diyalogda insanın olumlayıcı cevabı nasıl olmalıdır? Dünyayı zorunlu bir şekilde var olması gereken bir şey olarak değil de onu sevgiden yaratan bir kişiden hediye olarak aldığımızı düşünebiliriz. Böylece ilâhî çağrıya kulak vererek, varoluşa karşı bir minnet sunarak, her fiilimizde Tanrı’nın bu yaratıcı çağrısına cevap vererek dünyayı Hristiyani bir şekilde anlayabiliriz. Hristiyani duruş yaratılmamış olana karşı bir tavırdır ve bu Tanrı’nın varoluş biçimini yansıtmaktadır. İnsanlığın aracılık görevi bütün varoluşsal bölünmelerini (mesafelerini) yok etmek ve “her şeyin bir olduğu” (Yuhanna 17:21) kilise ayinini yürürlüğe sokmaktır. Maksimos’a göre bütün yaratılış mesafelerce ve zamansal aralıklarla bölünmemiş, ayrılmamış bir şekilde algılandığında birliğin işlevi ortaya çıkar. İnsani sorumluluğun asıl kaynağı budur ve buradan diğer sorumluluk alanları meydana gelir.
    Bir örnek vererek kozmik sorumluluğu düşünebiliriz. Hristiyanlığın hem Ortodoks hem de Katolik kilisesinin geç ilgilenmeye başladığı çevre sorunu, bahsedilen kozmik sorumluluğun alanına girmektedir. Papa Francis bu konuda şöyle demektedir: “İnsanoğlu ve çevre arasında karşılıklı bir sorumluluk ilişkisi vardır.”5

    Şahsi sorumluluk, aynı zamanda Tanrı’nın aracısı olarak ve faydacı bir birey olarak hareket etme arasındaki şiddetli çekişme tarafından da şekillenmektedir. Tanrı’ya ve yaratılışa karşı nihai sorumluluk İsa’nın vücut bulması ve aracılık fiili vasıtasıyla Tanrı ile ayinde bir olmaktır. Bu ancak insanın tanrılaşması ile mümkündür ve aracılığın amacı budur. İnsan bizatihi sadece bu kişisel tamamlanma, kurtulma, tanrılaşmadan sorumlu değildir; aynı zamanda kurtuluş umudunu bütün bir mahlukat için tesis etmekle de sorumludur. İnsan yaratılışın rahibi ve aracısıdır. Bu anlamıyla insan gerçek bir mikrokozmos ve aracıdır.

    Ego merkezli olan bireysellik yerine şahsi sorumluluğu ortaya çıkaran şahsi varoluş, yaratılıştaki yaratılmamışın bir yansıması olarak başkalık ile birleşme, yaratılışın samimiyeti için kıstaslar… Kanaatimce bunlar, Ortodoks Hristiyan bir bakış açısından Hristiyan etiği ve sorumluluğunun kanuna tabi olmayan anlayışının temelleridir. Bu hususlar ontolojik bir idrakin çevresini de belirlemektedir. “Bütün kılmak” için bir sorumluluk, mahlukatı tam anlamıyla Tanrı’nın mahlukatı ve Tanrı’nın mevcudiyetine yaşayan bir şahit olarak açığa çıkarmaktadır.

    *İstanbul Şehir Üniversitesi ve Winchester Üniversitesi felsefe bölümünde yardımcı doçent olarak görev yapan yazarın, Hristiyan teolojisi ve çağdaş felsefi problemler üzerine çeşitli yayınları bulunmaktadır.
    1 Bu makaleyi Ortodoks kilise eğitiminden gelen birisi olarak yazıyorum. Yazı genel anlamıyla sorumluluğun Hristiyanlık‘taki çevresini belirlemektedir, fakat makalenin kullandığı argümanlar Rum Ortodoks Teolojisi’ne ait argümanlardan gelmektedir.
    2 Sabornost 6 (2012): 1-14. http://casopis.sabornost.org/files/sabornost_VI_2012_1.pdf
    3 St. Vladimir’s Seminary Press, Crestwood, NY: 1984
    4 Metropolitan of Pergamon John Zizioulas, “Ontology and Ethics”, s. 5
    5 Pope Francis, Encyclical “Laudato Si’”, paragraf 67 http://w2.vatican.va/content/dam/francesco/pdf/encyclicals/documents/papa-francesco_20150524_enciclica-laudato-si_en.pdf