İnsanın Sorumluluğu: İslam Kelamı Çerçevesinde Bir Değerlendirme
Hayrettin Nebi Güdekli

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Ahlak felsefesinin temel problemlerinden biri olan insanın sorumluluğu konusu, İslam kelamında teklif, ilâhî sıfatlar, insan fiilleri (efâlü’l-ibad), insanın iyi ve kötüyü bilme imkânı (hüsün ve kubuh) gibi geniş alana yayılmış sorunlar çerçevesinde tartışılmaktadır. Teklif, en genel anlamıyla, Tanrı’nın insana yüklediği sorumluluklardan söz etmeyi gerektirir. Bu ise insan için sorumluluğun bir bilgi konusu olup olmadığını ve insanın sorumlu olmanın gereklerini nasıl yerine getireceğini, dolayısıyla sorumluluğun şartlarının neler olduğunu tartışmayı gerekli kılmaktadır. Bu yazıda İslam kelamında insanın sorumluluğu meselesini, söz konusu problemler etrafında ele almaya çalışacağız.

    İslam düşüncesinde insanın, ruh ve bedenden ibaret olmasıyla doğru orantılı bir şekilde, onun için bilmek (marifet) ve eylemek (taat) şeklinde iki sorumluluğu bulunduğundan bahsedilebilir. İnsanın söz konusu sorumluluk alanları, sırasıyla kelamın ve fıkhın ilgili olduğu alanlardır. Buna göre kelam, insanın nasıl ve neye inanacağına (keyfiyyetü i‘tikad); fıkıh ise nasıl ve hangi davranışlarda bulunacağına (keyfiyyetü amel) yönelik hükümleri bildiren disiplinler olarak karşımıza çıkmaktadır. Kelam ilmi, insanın bilmek ve inanmak yönünden sorumlu olduğu hususların, yani tevhidin kuşatıcılığı içinde yer alan uluhiyyet, nübüvvet ve ahiret şeklinde İslam inanç esaslarının teorik incelemesini yapar. Bu anlamda insanın sorumlu olduğu şeylerin başında tevhit, yani Tanrı’nın varlığı ve sıfatlarını bilmek gelir. Tanrı’yı bilmek en genel anlamıyla bütün dinî düşüncenin temel dayanağını oluşturduğu için asıldır. Kelam kitaplarının “İnsana (mükellef) vacip olan şeylerin ilki Tanrı’yı bilmektir.” (marifetullah) ya da “Tanrı’yı bilmeye götüren akıl yürütme (nazar) vaciptir.” önermeleriyle başlamasının temel sebebi budur.

    İslam kelamında insanın başlangıçta Tanrı’nın varlığını bilmek ve dolayısıyla inanmakla yükümlü olması, kişinin hem bu yükümlülüğe hem de diğer yükümlülüklere ilişkin bilgiyi nasıl elde edeceğini de tartışmayı gerektirmiştir. Bu aynı zamanda sorumluluğun temelini oluşturan şeyin ne olduğunu soruşturmak anlamına da gelmektedir. Mutezile kelamcıları bütün bir dînî düşüncenin esasını teşkil eden Tanrı’yı bilmenin akıl yürütmeyle gerçekleştiğini, ancak akıl yürütmeyle elde edilemeyen dinî bilgilerin de var olduğunu düşünmelerinin sonucu olarak insanın bilmek ve eylemekle yükümlü olduğu şeyleri, akli ve sem‘î olmak üzere iki kısma ayırdılar. Söz gelimi kişi, Tanrı’nın varlığını ve O’nun için zorunlu, mümkün ve imkânsız olan sıfatları; adaletin iyi, zulmün ise kötü olduğunu akıl ile; ibadetlerin nasıl yapılacağı vb. şeyleri ise vahiyle bilebilir. Bu imkân, vahiy gelmemiş olsa bile, kişinin Tanrı’yı bilmek gibi dinî veyahut emaneti sahibine iade etmek gibi ahlaki birtakım yükümlülükleri (vücûb) olduğu sonucunu doğurmaktadır. Çünkü vacip terkedilmesi kınanmayı gerektiren şeydir. Kişi belirli bir şeyi terk ettiğinde, bu terkinden ötürü kendisine yerginin (zem) terettüp edeceğini biliyorsa bu, kişinin söz konusu şeyi yapmakla yükümlü olduğunu gösterir. Fiillerin ahlaki değerlerinin aklen bilinebileceğini söylemek, Mutezilîleri söz konusu niteliklerin fiillerin zatına ait birer sıfat olarak düşünmelerine neden olmuştur. Mâtürîdîler’in büyük bir çoğunluğu ise kişinin Tanrı’yı bilmekle ve bilinmesi mümkün olan iyi fiilleri yapmak ve yine bilinmesi mümkün olan kötü fiilleri terk etmekle yükümlü olduğunu düşünürler. Eş‘arîler ise Tanrı’yı bilmenin akıl yürütmeyle gerçekleşeceğini, ancak bunun, sadece vahiy ile vacip olacağını düşünürler. Çünkü onlara göre, dinî yükümlüğün temelinde Tanrı’nın insanı sorumlu tuttuğu şeyleri vahiyle ona bildirmesi yatmaktadır. Buna göre teklifî hükümler ancak bir peygamberin bildirimiyle yükümlülük kapsamına girer. Burada sorumluğun temeli ilâhî emir ve nehiyler olduğu için, Tanrı’dan emir ve nehiy gelmediği sürece insanın yükümlülüğünden bahsetme imkânı yoktur; dolayısıyla aklın söz konusu yükümlülükleri belirlemede herhangi bir etkisi bulunmamaktadır.

    İster akıl ister ilâhî bildirimle gerçekleşsin, insanın bir şeyle sorumlu olması, onun aynı zamanda “sorumlu olma”nın şartlarını yerine getiriyor oluşunu gerektirmektedir. Sorumluluk (teklif), mantıksal olarak, mükellif yani teklifin sahibi Tanrı; mükellef, yani teklifin muhatabı insan ve teklife konu olan şeyler olarak karşımıza çıkar. Bu nedenle sorumluluğun şartlarını, Tanrı, insan ve Tanrı’nın insana yüklediği şeyler açısından ele almak mümkündür. Öyleyse (1) Tanrı’nın insana yapması veya terk etmesi türünden yüklediği emir ve yasakları kişiye bildirmesi sorumluluğun temel şartıdır. (2) İnsanın yerine getirmekle yükümlü olduğu ilâhî emirler, gerçekte, insandan yapılması istenen şeyler olduğu için, insanın bu şeyleri yapabilir olması da gerekmektedir. (3) Teklif edilen şeylerin yapılabilir oluşu, bizi bir başka gerekliliğe götürmektedir ki bu, insanın yükümlü olduğu şeylerin onun gücünü aşmayacak nitelikte olmasıdır. Şu hâlde “teklif” ile “yapabilirlik” arasında zorunlu bir ilişki bulunmalıdır. Bu nedenle Eş‘arî kelamı, Tanrı’nın kudretinin kuşatıcılığına yönelik hassasiyetle, Mutezile ve Mâtürîdî kelamından farklı olarak Tanrı’nın insanı, gücünü aşan şeyle yükümlü tutmasını (teklîfü mâ-lâ yutâk) aklen mümkün görse de biz, kelamcıların bunun fiilen gerçekleşmeyeceği yönünde görüş birliği içerisinde olduklarını söyleyebiliriz.

    İnsanın kendisini diğer canlılardan ayıran temyiz gücüne sahip olması, onu fiillerinden, daha açık bir ifadeyle fiillerinin ahlaki ve dinî sonuçlarından sorumlu kılmaktadır. Çünkü bu güç, insan için fiilin kendisiyle gerçekleştiği bilgi, irade ve kudret gibi anlamları gerektiriyor, ki bu nitelikler kişiyi fail yapıyor. Bu nedenle problem, fiillerine terettüp eden sonuçları insanın nasıl kazandığını açıklamaktan geçecektir. İnsan, fiillerinin faili midir, yoksa o gerçek anlamda fiillerinin faili olmayıp, fiiller sadece onun elinde mi meydana gelmektedir? Sorumluluk ile insanın failliği arasındaki bu kaçınılmaz ilişki, kelamcıları insan fiilleri problemini soruşturmaya sevk etmiştir.

    Problemin tarihine yöneldiğimiz zaman, sorunun teorik olarak ilk defa başlangıç dönemi kelamında tartışıldığını görürüz. Bu dönemde “İnsanın fiillerinin kökeninde kendisi mi yoksa Tanrı mı bulunmaktadır?” sorusu çerçevesinde, başlıca iki temel yaklaşım biçimi ortaya çıkmıştı. Bunlar, insanın herhangi bir şekilde fiil işleme kudretinin bulunmadığını düşünen Cebrîler ve insanın fiillerinin yine insanda bulunan mutlak kudret veya güç (istitâat) ile meydana geldiğini düşünen Kaderîler olmak üzere iki aşırı ucu temsil ediyordu. Gerçekte kelamın sonraki tarihine baktığımızda insanın failliği sorununa yönelik ortaya atılan bütün açıklamalar söz konusu iki yaklaşımın etrafında şekillenecektir.

    İnsanın sorumluğunu bütünüyle ortadan kaldıran Cebrî yaklaşımın karşısında Kaderîler’in insanın gerçek anlamda fail, dolayısıyla fiillerinden sorumlu olduğu düşüncesi yer alıyordu. İnsanın özgürlüğüne yapılan bu vurgu, daha sonraları Mutezile kelamcıları tarafından iki temel prensip ile, Tanrı’nın adaleti ve tevhidi ile teorik olarak temellendirilecekti. Buna göre, insan fiillerinin yine kendisi tarafından meydana getirilmesi her şeyden önce Tanrı’nın adil oluşunun gereğiydi; çünkü Tanrı’nın yarattığı yahut insanın yapmadığı fiillerden ötürü insanın yergiye veya cezaya konu olması Tanrı’nın adaleti ile asla uyuşmayacaktı.

    İnsanın sorumlu bir varlık olması, onun sorumlu olduğu şeyleri yerine getirebilecek imkân ve araçlara sahip olmasını gerektirmektedir. Kelamcılar sorumluluğun ilk şartının insanda fiil işleme gücünün, yani istitâatin bulunması olduğunu düşündüler. İstiâat, geniş anlamda sağlam zihnî ve bedenî araçlara (selâmetü’l-esbâb ve’l-âlât); özel anlamda ise fiili işlemeden önce veya fiille birlikte kişide bulunan kudrete işaret etmektedir. Burada zihnî araçların kişinin iyi ile kötünün arasını ayırmasını sağlayan temyiz gücüne; bedenî araçların ise kişinin sağlam organlarına karşılık geldiğini düşünebiliriz. Anılan zihnî ve bedenî araçların, fiilin meydana gelmesinin ön şartı olması, bu araçlardan yoksun olanların sorumlu tutulamayacakları anlamına gelmektedir. Fiilin meydana gelmesi için kişide bulunması gereken zihnî ve bedenî araçların yanı sıra, kişinin fiil işleme gücüne de sahip olması gerekmektedir. Buna göre genel anlamıyla istitâat fiilin meydana gelmesi için zorunlu ama yeterli değildir; bu nedenle özel anlamda istitâatin de insanda bulunması gerekmektedir. Mutezile kelamcıları insanın kendisiyle fiillerini gerçekleştirdiği istitâatin başlangıçta, yani fiilden önce insanda verili bir şey olması gerektiği kanaatini taşırlar. Çünkü henüz fiili işlemeden önce insanın fiil işleme gücünün bulunmadığını düşünmek teklifin sıhhatini, yani yükümlülüğün bütün imkân ve anlamını ortadan kaldıracak, bu durumda insanın, gücünü aşan şeyle sorumlu tutulması gündeme gelecektir. Öyleyse, istitâat sorumluluğun ön şartıdır. Çünkü insanın, faili olduğu iyi veya kötü fiillerinden ötürü mükâfat ve ceza gibi ahlaki veya dinî nitelemeleri hak edebilmesi için, onun bu tür fiillerini gerçekleştirmeye yönelik istitâate sahip olması kaçınılmazdır.

    Esasında kelamcılar, insanın fail olduğunu aracısız bir şekilde bildiğini düşünürler. Kişi, hareket etmek, durmak gibi birtakım fiillerinin kendi iradesiyle; üşümek, titremek gibi diğer birtakım fiillerinin ise iradesiz bir şekilde meydana geldiğinin farkındadır. Ancak insan fiillerinin birtakım ahlaki ve dinî sonuçlar doğurması, insan ile fiilleri arasında güçlü bir ilişkinin kurulmasını gerektirir. Peki bu ilişki nasıl kurulabilirdi? Mutezile fiillerin kökenine yönelik yürüttüğü araştırmada, birincil (mübâşir: doğrudan) ve ikincil (mütevellid: dolaylı) olmak üzere iki ayrı fiil kategorisi tespit etti. Bu tespitin temelinde, insanın doğrudan faili olduğu fiiller ile bu fiillerinden doğan ikincil fiiller, yani kişinin dolaylı olarak faili olduğu fiiller arasındaki başkalık yatıyordu. Dış dünyada deneyimlediğimiz bazı fiillerin doğrudan bir faili varken, diğer bazı fiillerin doğrudan bir faili yoktu. İşte Bağdat Mutezilesi’nden Bişr b. el-Mu‘temir (ö. 210/825) fiil ile fail arasındaki irtibatı güçlü bir şekilde kurmak için tevlit teorisini geliştirdi ve birincil fiillerden doğan ikincil fiillerin doğrudan faili olmasa da dolaylı failinin var olduğunu söyledi. Çünkü “Sebebin faili, müsebbebin de faili olmalıdır.” Buna göre insanın birincil fiillerinden meydana gelen ikincil fiiller de yine insana nisbet edilmelidir.

    Mutezile kelamcıları fiilleri doğrudan insan kudretinin nesneleri olarak düşündüler. Onlar fiilleri, insanın gücü yeten (makdûr) ve yetmeyen (gayru makdûr) şeklinde ikiye ayırarak, insanın beşi kalplerin (itikat, irade, kerâhet, zan ve nazar); beşi de organların (itimat, kevn, telif, elem ve lezzet) fiilleri olmak üzere, on tür fiile kadir olduğu sonucuna ulaştılar.

    Mutezile’nin söz konusu temellendirmesi iki gerekçeyle kabul edilmedi. Birincisi insan fiillerinin kendisi tarafından meydana getirildiği düşüncesi bir kere, “Tanrı her şeyin yaratıcısıdır.” ilkesiyle çelişiyordu. İkincisi, insana açılan bu özgürlük alanı, “İnsan Tanrı’dan bağımsız bir şekilde fiil yapabilir.” anlamına geliyordu ki bu hem Tanrı’nın irade ve kudretini sınırlıyordu hem de Tanrı ile insan arasındaki bağı zayıflatıyordu. Bu nedenlerle kelam tarihinde ilk defa önceleri Mutezilî olan, ancak sonraki dönem Mutezilîleri tarafından yalnızlığa terkedilen Dırâr b. Amr (ö. 200/815) insan fiillerinin iki faili olduğunu söyledi: Fiiller, Tanrı tarafından yaratılıyor (halk), insan tarafından ise kesb ediliyordu. Dırâr’dan sonra, Eş‘arî ve Mâtürîdî kelamcıları, probleme yaklaşım biçiminde kısmen ayrışsalar da insan fiillerine söz konusu iki açıdan bakmaya başladılar.

    Anılan teolojik gerekçelerden ötürü sorumluluk fikrini, Mutezile’nin öngördüğü şekilde insanın fiillerinin kendisi tarafından meydana getirildiği düşüncesi üzerinden açıklayamama Sünni kelamcıları büyük bir zorlukla karşı karşıya bıraktı. Çünkü bir yandan insanın fiilinin Tanrı tarafından yaratıldığını düşünüp diğer taraftan insanın sorumlu olduğunu iddia etmek izahı kolay bir şey değildi. İnsan fiillerinin Tanrı tarafından yaratıldığı düşüncesi, insanın fiillerinden doğan ahlaki ve dinî sonuçlarla sorumlu tutulamayacağı tehlikesine yol açacağı için Sünni kelamcılar fiillere ilişkin analizlerini detaylandırmak mecburiyetinde kaldılar. Bu açıklamada yeknesak bir Sünni düşüncenin olmadığını peşinen söylemek gerek.

    Eş‘arî kelamında insanın iradesi ve tesirinin yadsındığını, buna mukabil insanda fiille birlikte bulunan bir kudretin varlığının olumlandığını görürüz. Ancak tıpkı irade gibi bu kudretin de insanın fiillerinde herhangi bir etkisi yoktur. Bu anlamda İmam Eş‘arî (ö. 324/935-36), kesbi, Tanrı’nın insanda yarattığı müessir olmayan kudretin fiille ilişkisi olarak tasarlar. Eş‘arî’nin kesb tasarımı, Bakıllânî (ö. 403/1013) tarafından insan sorumluluğu lehine yeniden formüle edilir. O, Dırâr’ın insan fiilinin gerçekleşmesine yönelik yaptığı söz konusu ayrımı fiile yöneltir ve fiilin biri asl; diğeri vasf olmak üzere iki yönü olduğunu tespit eder. Buna göre, Tanrı fiilin aslını yaratmakta; insan ise fiilin vasfını kesb etmektedir. Başlangıçta Eş‘arî çizgisinde bir düşünce benimsemiş olan Cüveynî (ö. 478/1085) ise insanda bulunan irade ve kudretin müessir olduğunu, insanın bu irade ve kudret ile fiillerini meydana getirdiğini öne sürerek kesb teorisinin klasik Eş‘arî yorumunu terk eder. Cüveynî’ye göre aksi bir düşüncede insanın fiilinden bahsetme imkânı kalmayacağı için insan, fiillerinin sonuçlarını hak edemeyecektir.

    Sünni kelamda insanın failliğine yapılan vurgu en açık bir biçimde Mâtürîdî kelamında karşımıza çıkar. İmam Mâtürîdî (ö. 333/944) insanın fail olduğunu; sorumluluk düşüncesinin dayanağının fiilin insan tarafından meydana getirilmesi olduğunu söyler. Bu nedenle insanın sorumluluğunu kabul edip, onun iradeden yoksun olduğunu düşünmenin hiçbir temeli yoktur. Mâtürîdî de fiilin yönlerine ilişkin ayrımı sürdürür ve fiilin birinci yön itibariyle (min tariki’l-halk) Tanrı’ya; ikinci yön itibariyle de (min tariki’l-kesb) insana ait olduğunu söyler. Mâtürîdîlik’te Tanrı’nın her şeyi yaratması inancı fiillerin de yaratılmasını doğuruyordu, ancak fiilin meydana geliş sürecinde kişide fiil işleme irade ve yönelimi (kasd), insanın fiili kesb etmesini ve fiilinden sorumlu olmasını mümkün kılıyordu.

    Kelamcıların probleme yönelmeden evvel önlerinde duran iki gerçeklik vardı. Birincisi Tanrı’nın her şeyin yaratıcısı oluşu; ikincisi ise insanın fiillerinden sorumlu bir varlık oluşu. Kelamcıların insanın failliği problemini ele almalarını önceleyen bu iki gerçekliği birbiriyle uzlaştırma çabaları, onların insanın fiilleri veya özgürlüğü problemine yönelik kelami düşünceyi nasıl ilerlettiklerini ve problemin çözümüne yönelik yeni kavram ve teorileri nasıl ürettiklerini açık bir biçimde göstermektedir. İslam kelam ekollerinin gerçekte “İnsan sorumlu bir varlıktır.” ilkesini kabul ettiklerini, ancak kendi teolojik sistemlerinin farklılığı sebebiyle bunu açıklamada birbirlerinden farklılaştıklarını söyleyebiliriz. Tanrı’nın her şeyi yaratan olmasının açacağı determinizm veya cebr problemi, kesb kavramıyla aşılmaya çalışılmıştır. Kesbin, insanın sorumluluğunu sınırlayan bir imaya sahip oluşu, Sünni kelamcıların insanın sorumluluğunu nasıl temellendirecekleri konusunda yoğun mesai harcamalarına neden olmuş; bu sorun onların fiilin meydana geliş sürecinde insani özneye irade ve kudret anlamlarına vurgu yapmalarıyla çözüme kavuşturulmuştur.

    Sonuç olarak kelamcılar, “İnsan sorumlu bir varlıktır.” önermesinden kuşku duymayıp, bu önermenin doğruluk değerini temin etmek için sorumluluğu öncelikli olarak bilgi edinme süreçleri açısından ele almışlar, böylece insan davranışlarının ahlakiliğini belirleyen şeyin ne olduğunu tartışarak ahlakın temelini veya ahlaki önermelerin/değerlerin kaynağı, nesnelliği ve öznelliğini soruşturmuşlardır. Sorumluluk düşüncesiyle ilgili olarak ortaya çıkan kelami birikim, problemin Tanrı-insan ilişkisi açısından merkezî bir öneme sahip olduğunu göstermektedir.
    Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Kelam Anabilim Dalı.