DİNİN ANA KAVRAMI TEKLİF ÜZERİNE BAZI DEĞERLENDİRMELER: TEKLİF VARLIĞI ANLAMADA DARALTICI BİR KAVRAM MIDIR?
Ekrem Demirli

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • “Nasıl böyle olabilir, sorumlu tutulan kim?
    ‘Kuldur’ dersen, işte o ölümlü!
    ‘Rabdir’ dersen, O nasıl sorumlu olabilir ki!”
    İbnü’l-Arabî

    “Ger ben ‘ben’ isem nesin ey yâr
    Ver Sen ‘sen’ isen neyim men-i zar”
    Fuzulî

    Felsefe ile dini belirli bir zemin belirlemeksizin karşılaştırmaya kalkışmak, mantığın temel kurallarından uzaklaşmadan yapılacak bir iş değildir. Bununla beraber insan belleğine her ikisi hakkında yerleşik ana fikirleri hatırladığımızda, karşılaştırma kendiliğinden ortaya çıkar. Felsefenin “hikmeti sevmek” veya “aramak” ile temayüz edip bir maksada ulaşmaktan daha çok “yolda olmayı” vurgulayan gerçekçi-insancıl ve özgürlükçü tavrıyla dinin insanı yükümlü kılan ve varlıkla bu ölçü üzerinden sınırlı irtibat kurmasını sağlayan “zorlayıcı-kısıtlayıcı” tavrı karşılaştırmanın zemini hâline gelir. Birincisinde bitmez tükenmez bir iştiyakla salt hakikati “arama”nın kapıları sonuna kadar zorlanırken insanın düşünce ve eyleme alanı olabildiğince genişler; ötekinde ise teklif (yükümlülük) insanın zeminini yükümlü olduğu işlerde kalmakla “daraltır”. Yükümlülüğün ayrılmaz parçası olan dünya ve ahiretteki ödül-ceza ise meseleyi daha içinden çıkılmaz hâle getirir. En azından dinin ve teklifin yüzeysel bir yorumu böyle bir daralmaya yol açarak dini felsefe, bilim ve sanat gibi bazen alternatif bazen yegâne hakikat aracı sayılan alanlara karşı daha da zayıflatır. Bu itibarla insan muhayyilesine yerleşik imajlardan hareketle, birincinin sevmek, aramak anlamıyla tebarüz eden anlamı ötekinin yükümlülük, görevi yerine getirmek ve eşyayı bu dar kalıp içinde sınıflamak anlamına baskın gelir. Felsefenin ilk bakışta ucu açık bir araştırma şeklinde insanı rahatlatan ve ona haz veren “geniş” ve esnek tavrıyla dinin insana yüklenen bu ağır ve katı yükü arasındaki çatışma başka nedenlerle daha da öne çıkar insan muhayyilesinde! Yükümlülük insanı her şeyden önce âlem içinde sınırlar; yükümlülüğün baskısıyla bir vazifeden ötekine koşarak hakikati “sevmek” ve hayatın ve varlığın her bir tezahüründe onu aramak yerine “hemen bir şey yapmalı” düsturuyla aceleyle yaşamaya icbar eder. Bu nedenle teklife muhatap olan insan koşarcasına yaşamak zorunda hisseder kendini. Bu yönüyle teklif ve onun istilzam ettiği gerçek veya algı tarzındaki durumların muhasebesini yapmaksızın dinî düşüncenin tabiatını anlamak mümkün olmayacaktır.
    Yükümlü olmak insanı daraltır; belirsiz bir arayış yerine –felsefenin mutlaka ucu açık bir aramak olmadığı da söylenebilir, fakat bu ayrı bir bahistir- görevle harekete ve “muvaffak” olmaya yönlendirir. Artık ana saik aramak, temaşa etmek, yolda olmak yerine, “vakti iyi değerlendirmek” olur; vakti iyi değerlendirmek ise teklifin istilzam ettiği “kâr” elde etmekle birçok şeyi göz ardı etmeye yol açabilir. “Teklif”i herhangi bir arayıştan uzaklaştırıp vazifeyle yaşama anlamına sıkıştıran şey, dayandığı kesin önermelerle ilgilidir. Tanrı ile insan arasındaki irtibatı “teklif” kavramıyla temellendirmek, önce bizi yükümlü tutan bir tanrı telakkisine inanmak, buna bağlı olarak O’nun vahiy göndereceğini bilmek, yaptığımız iyi ve kötü davranışlar nedeniyle sorumlu tutacağını da bilmek demektir. Bu durumda “arama” ile elde edebileceğimiz şeylerin büyük kısmını zaten biliyor ve kabul ediyoruz demektir. Vakıa Müslüman kendini başka bir insanın henüz “aradığı” iyiyi yerine getirmekle veya iyi ile kötü arasında seçim yapmakla sorumlu tutar. Teklif ekseninde şekillenen dinî hayat ve düşünce, bu nedenle, kapalı bir sisteme dönüşerek insanın yeryüzünde “aceleci” yaşamasını ve dikkatini daha çok “dünya ve ahirette kârlı” işlere vermesini salık verir. İnsanın kendini ilgilendiren işlerle ilgilenerek ma-la-ya’nihî (onu ilgilendirmeyen işleri) terk etmesi teklifin vakitle yarışarak yaşamaktan ortaya çıkan aceleciliği ve imkânların iyi kullanılmasını anlatır. Bu “aceleci” hayat içinde pek çok şey ya görünmez veya dolaylı bir irtibatla ilgimize konu olur. İmam Mâturîdî’nin göklerden söz eden bir ayeti tefsir ederken söylediği bir cümle bu bakışı iyi anlatır: “Ayeti daha fazla araştırmaya gerek yok, çünkü ayetin teklife taalluk eden bir yönü bulunmamaktadır.” Bu durumda insanın tabiatla, dinî metinlerle ve kısaca kendisiyle ilgisinin teklifle sınırlanması, dinî düşüncenin en önemli problemlerinden birisidir: Varlık Hak’tır veya Hak’tandır fakat biz varlıkla ilgili sorunları dar bir perspektifle ele almaya mecbur hissediyoruz kendimizi! Öyle görünüyor ki, teklif ve yap-yapma şeklinde ortaya çıkan dilin dinî düşünceye getirdiği darlık günümüzde de Müslümanların eşya ile ilişkisinde ciddi bir problem olarak ortada durmaktadır. Öte andan teklifin ahiret hayatında cennet veya cehenneme girmekle irtibatlanması ise özellikle bir dindarın ahlakla ilişkisinde ciddi sorunlar ortaya çıkartmıştır. Her şeyden önce cehennem korkusu ile iyi bir işi yapmak veya cennet arzusuyla bir şeyi yapmak, ahlak ile din ilişkisinde dini düşüncenin temel sorunlarından birisiydi.
    Acaba gerçekten de din teklif ile bizim varlıkla ilişkimizi belirli bir istikamet ve amaç doğrultusunda sınırlamak mı istemiştir? Böyle ise söz gelişi felsefe kelimesindeki teşvik edici üslubu dinde bulmamız mümkün olmayacak mıdır?
    Daraltıcı Bir Kavram Olarak Teklif: Fıkıh Bize Yeter mi?
    Yetmez Elbette ki!
    Bu meyanda teklif eksenli dinî düşünce ve hayata yönelik birtakım eleştiriler dile getirmek mümkündür. Bu eleştirilerin bir kısmı zaten din bilimleri tarafından, daha çok da sufiler tarafından dile getirilmişti. Tasavvufun gelişim seyrini “teklif” merkezli daraltıcı din anlayışını dinin ideal kavramlarını dikkate alarak –tevekkül, rıza v.b.- yeni bir yoruma taşımak şeklinde okumamız mümkündür. Başta ihlas ve rıza olmak üzere, dinî hayatın idealini anlatan kavramlarla teklif arasında kurulan irtibatlar teklifi en azından lafız anlamından kopartarak bilgece ve derinlikli bir kavrama dönüştürerek “insan olma yükümlülüğü”ne dönüştürmek istemişti. Buna değinmeden önce lafız anlamıyla sınırlı bir teklif anlayışının Müslümanların hayatında yol açtığı bazı sorunlara dikkat çekelim: Her şeyden önce teklif naslarla ilgimizi sınırlamıştır. Başka bir ifadeyle teklif bizzat bize teklifi öğreten naslarla irtibatımızı daraltarak Kurân-ı Kerîm’i sınırlı bir şekilde ele almamızı gerektirdi. Her şeyden önce belirsiz bir muhkem ve müteşabih ayet ayrımıyla Kurân-ı Kerîm’in büyük kısmını ilgi alanımızın dışına çıkardı. Bu itibarla Kurân-ı Kerîm’de zikredilen pek çok husus ya doğrudan teklifle ilgili olmadığı veya başka nedenlerle bilgi meselesi olarak görülmedi. Kurân-ı Kerîm’de tabiatla ilgili güçlü anlatım ve vurgulu ifadeler, gökler, türlü varlıklarla ilgili anlatımlar, doğrudan teklifle ilgili olmadığı için duygu teşkil eden ayetler olmakla sınırlı görüldü. Ancak daha da önemlisi insan ve Allah ilişkisini yükümlü kılan-kılınan ilişkisi olarak düşününce, ilahî isimlerde dile gelen Allah’ın âlemle ve insanla çok yönlü ilişkisi dikkatimizin dışına çıktı. Teklifin dışında Allah’ın âlemle, âlem içindeki tekil varlıklarla ve insanın bilinç ve bilinç dışı hayatıyla ilişkisi dikkatimize gelmedi. Bunun neticesinde varlığı Tanrı üzerinden açıklamak bir yana insanın Allah ile insanın tabiat ile kendisi ile ve dinî naslarla ilişkisinin “teklif” çerçevesiyle sınırlandığını söylemek gerekir.
    Müslümanlar teklifin yol açabileceği sorunları erkenden fark ettiler; bunu belirtmek gerekli bir kadirşinaslıktır: Teklif bir yandan dinin sınırlarını (şeriat) belirleme işlevi görürken aynı zamanda dinin ideallerini ikincil hâle getirmişti. Müslüman âlimler bir yandan dinin genel kurallarını tezyif etmeden öte yandan ideallerini öne çıkartan bir yorumla daha evrensel bir din anlayışı geliştirmenin yollarını aradılar. Allah-insan ilişkisini ele alırken teklif fıkıh ilminin meselelerini ortaya çıkartan lafzi anlamıyla sınırlı kaldığı sürece, bu ilişkileri taşıyabilecek bir kavram olmaktan çıkar. Önce tasavvuf “emir-yasak” merkezli ve cennet ve cehennem ile mücbir hâle gelen dinî hayata bir alternatif yaşama biçimi hâline geldi.
    Sufilerin dikkati iki nokta üzerinde odaklanmıştı: Birincisi Allah insan ilişkilerinin teklif hükmü altına girmeyen kısımlarına dikkatimizin çekilmesi; ikincisi de emir-yasak dilinin ortaya çıkardığı “gayriyet” ve mübayenet dilinin aşılarak “aşk ile yapmak” şeklinde arzulu bir dilin dinî hayatın merkezine ikame edilmesiydi. Birinci husus daha sonraki tasavvuf düşüncesinin merkezi hâline gelerek ilahî isimler bahsi ortaya çıkacak, Allah’ın âlem ve insanla türlü ilişkilerini öğrenmek dindarlığın bir parçası hâline gelecekti. İkinci alanda ise rıza-teslimiyet ve tevekkül merkezli bir dinî hayat ile dindarlık zahmetli bir iş olmaktan çıkarak “gönüllülük” üzere yaşamaya dönüşecekti. Bu noktada en önemli yaklaşım teklif kavramının istilzam ettiği cennet-cehennem ile yakından irtibatlı olan korku merkezli bir dinî hayatın yerini rıza-aşk merkezli bir dinî hayatın almasıydı. Gerçekte dinî düşüncedeki en önemli değişim, “ilahî aşk” merkezli dinî hayatın teklifin daralttığı alanı tekrar genişletebilmesiyle mümkün oldu. Bu sayede sanat ve edebiyat tekrar dinî hayatın sorunlarını ele alan ve ona hizmet edebilecek bir alan buldu kendine. Sufiler bunu çok iyi fark ettiler: Teklif ile daralan dinî hayatın ve onun kavramlarının merkezine ilahî aşkı yerleştirebilirsek, felsefeden ve sanattan insanların beklediği yaratıcılık, coşku, iştiyak ve özgürlük daha açık bir şekilde dinde kendine sahici bir yer bulabilir.
    Sufilerin fark ettikleri hususlardan birisi de teklifin daralttığı bir dinî hayatın evrensel bir insan anlayışını beslemedeki yetersizliğidir. İnsanın hayatla ve varlıkla ilişkisini “yükümlülük” ile sınırlı gören bir dinî hayat metafiziğin evrensel iddialarını ve külli bilgiye ulaşan insan hakkındaki teorisini sadece bir vehim olarak kabul eder. Böyle bir anlayış içinde insan-ı kâmilden, velayetten, insanın hâlihazırdaki hayatında ulaşabileceği kemalden, müşahededen, saadetten söz etmek, kısaca insan için bir ciddi ve sahici bir arayıştan söz etmek mümkün ve gerçekçi değildir. Bütün bunların neticesinde Müslümanların hayatında ne metafiziğin ne sanatın ne edebiyatın ne başka bir disiplinin sahici ve gerecek yeri olabilir; biri hariç! Böyle bir anlayış Müslümanların hayatında sadece fıkha ve onunla irtibatlı ilimlere yer bırakır. Günümüzde yaşadığımız sorunların temelinde de bu vardır: Fıkıh merkezli bir dinî düşünce hayatıyla çevremizi algılamak zorunda kalmak!
    İbrahim Müteferrika “Milletlerin Düzeninde İlmî Usüller” adlı risalesinde Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfine imrenirken Osmanlı toplumunda fakihlerin ve benzeri ilim adamlarının abartılı sayısına karşı Karadeniz’in haritalarını çizebilecek bir haritacının olmayışına acı bir şekilde dikkatimizi çekmiştir. Muhtemelen düşünce hayatımızda ortaya çıkan daralmanın en büyük amillerinden birisi fıkhın kendi dışındaki ilimlerin alanlarını hem nicelik hem de keyfiyet bakımından daraltarak merkeze yerleşmiş olması gelir. Kim ne derse desin burada ciddi bir sorun vardır. Din ilimleri denilince akla fıkhın gelmesi ve onun dışındaki alanların ikincil kabul edilmesi, teklif kavramının yanlış veya yeterli anlaşılmamasından ortaya çıkan bir sorun olarak geçmişimizi ve günümüzü anlamada dikkate almak zorunda olduğumuz bir meseledir. İslam’da büyük ölçüde tabiatı bir varlık alanı olarak incelemeyi gerektirecek güçlü bir saik dinden devşirilmemiştir. İnsanlar ağaçları, rüzgârları, yıldızları; içinde yaşadığı evreni yeterli ölçüde merak etmemiş, varlık hakkında teklif kavramının dışında kalabilecek daha bağımsız sorular sormamış, her şeyden önemlisi varlığı Allah’tan hareketle açıklama temayülünde ve arayışında olmamışlardır; vahdet-i vücûd geleneği bunun yegâne istisnası kabul edilebilir. Bu vakıayı kabul etmemiz ve bunun ortaya çıkardığı sorunlarla yüzleşmemiz müstakbel bir dinî düşünce hayatının olmazsa olmaz şartıdır.
    Günümüzde dinî düşüncenin en önemli sorunlarından birisi lafız anlamıyla sınırlı teklifin merkezinde bulunduğu bu katı ve dar fıkıh anlayışıdır. Fıkıh kelime anlamıyla marifet, bilmek ve hadislerdeki kullanımına göre “dinde derin bilgi sahibi olmak” demektir. Ancak zamanla daralma bizzat fıkhın kendi anlamında ortaya çıkmış ve kuralları bilmek ve bunları istinbat etmekle sınırlanarak yüzeysel bir dinî anlayışta münhasır kalmıştır. Buna mukabil tasavvuf içinde ortaya çıkan arayışlar ve itirazlar ise her zaman dinin ikincil alanı kabul edilerek dışlanmıştır. Bazen de sufiler edebiyat veya sanat diliyle anlattıkları görüşlerini sahih dinî bahisler olarak ortaya koyamamışlardır. Bu durum ortada büyük bir sorun olduğunu göz ardı etmemize imkân vermez: Başta Kur’an-ı Kerîm olmak üzere insanla, tabiat ve hepsinden önemlisi Allah ile irtibatımız dar kalıplara hapsedilmiştir. Buradan hareketle çağdaş sorunları yeterince derinden idrak edemiyoruz; ahlak, siyaset, toplum sorunlarını kavrayamıyoruz. Kısaca insana dair olan şeyleri anlamakta ve çözüm üretmekte yeryüzülü değiliz. Aslında Müslümanlar çağdaş dünyanın muktediri olmamanın mazeret perdesi altında bir yetersizliği de saklıyorlar: Çağdaş dünyayı anlamak ve bu hayatın ve insanın sorunlarına dinî düşünce üzerinden cevaplar üretmedeki yetersizliğimizi siyasal mağlubiyetimiz ve sosyal sorunlarımız gizliyor. Günümüzde insanın psişik ve sosyal hayatının karmaşık meseleleri, insanın siyaset ve toplumsal değerler karşısında özgürlük arayışı, sınıfsal çatışmalar, siyaset ve toplumsal sorunlar, tabiat, çevre sorunları, kısaca çağdaş düşünce içinde ortaya çıkan bahisleriyle varlıkla ilgili her türlü araştırma, dinî düşüncenin gerçek bir parçası hâline gelemiyor. Varlıkla onu anlamaya dair bir yönelime pragmatik bir ilişkiyi tercih etmemizin amili, bu dar lafızcı-teklif anlayışıdır. Hâlbuki teklif kavramını daha geniş bir bilgi zeminine taşırsak onu insan olmak sorumluluğuyla eşit anlamda yorumlayabiliriz. Bu durumda yükümlü olmak çevresini tanımak isteyen, meraklı, sürekli araştıran, tabiatı dinleyen, kuşlarla konuşan, insana dair olan her şeye ilgi gösteren bir insan olmak demek olur. Bunu yapabilmek için hareket edeceğimiz nokta varlığı Allah’ın maksadı üzerinden açıklamaya girişmektir. Sufiler “Âlem Hakkın kemalini izhar eden bir ayna olarak var oldu.” dediklerinde, insan ve âlem için sadece kendi dışlarında bir ilke bulmuş olmadılar; gayeyi de dışarıya taşıyarak insandan ve âlemden daha büyük bir varlık alanının parçası hâline getirdiler bizi. Günümüzde hareket edebileceğimiz noktalardan birisi budur: Varlığı Allah’ın gayesi üzerinden yorumlamak ve insana gerçek görev olarak da bu varlığın tecellilerini temaşayı yüklemek!