Bilginin İncisini Mantarın Zehirsizini Bulmak
Kadri Akkaya

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Belli bir konudaki bilgi ustalığı dünyanın her yerinde artık “Prof. Dr.” olarak adlandırılıyor. Türk dili ve edebiyatı uzmanı Dr. Fatma Yelkovan da bir süredir kendi alanındaki bilgi ustalığını, yani profesör payesini alabilmek için son merhaleye gelmişti. Aldığı davet yazısında, yarın için, “Osmanlı Türkçesinde 15. Yüzyıl Şiirleri ve Cem Sultan’ın Şiirlerinde Hüzün” hakkında akademik heyet ve öğrenciler için sunumundan sonra Avrupa’da alanının en ünlü üniversitesindeki profesörlerinden biri olma muradıyle kendisine internet üzerinden hızlı Thalys treninde bir yer ayırtılmıştı. Rezervasyonundaki kompartımanı ve koltuk numarasını bulup oturdu. Dizüstü bilgisayarını trenin internet girişine ayarlayarak her zaman yaptığı gibi önce medyadaki yeni kültür haberlerinden ilgisini çekenlere konsantre olacaktı ki, kompartımana yıllarca protokol şefliği yaptığını nazik ve aristokrat “İyi sabahlar!” deyişiyle hemen belli eden, olgun yaşlardaki bir bayanın eşliği ve yönlendirmesiyle üç dört yaşlarındaki bir çocuğun mızmızlığını gösteren çok yaşlı bir bey girdi. Bayanın, içinde kilise büyüklerine gösterilen hürmeti de barındıran ama bir o kadar da kararlı ve kesin “Hayır, hayır sayın Peder; oraya değil! Lütfen, pencerenin karşısındaki koltuğa oturun!” hitabı Dr. Yelkovan’ı aniden annesiyle o kıtlık ve imkânsızlık yıllarına, köylerinin ta uzaklarındaki ormanlardan mantar topladıkları çocukluk günlere götürdü: “Fatma, hayır! Hayır, onları değil! Bak mantarların şu şekilde olanları zehirsiz.” diyen ve “Sakın ha! Onlardan değil, bunlardan!” diye uyarılarak zehirli mantarlar ile zehirsizlerin arasındaki o ince farkları öğrendiği yıllara gitti. Kendi kendine bir kez daha, “İnsanoğlu zehirli mantarlar ile zehirsiz mantarların arasındaki farkın bilgisine ulaşana değin acaba kaç kurban verdi?” diye sordu.

    Nesneler üzerine edindiği ilk bilgi kaynağı hiç okula gönderilmemiş annesiydi. Sonraları saf ve hakiki soyut bilgi konusunda da kendince çok çaba harcadı. Hemen hemen tüm saf bilginin, herhangi bir şekilde kirlenmesi, değiştirlmiş olması ya da bu bilgilerin maddiyatla ilişkisini de epey irdeledi. İnsanı, özellikle de kadını bilgisiz bırakma olgusunu ve annesine okuma yazma imkânı verilmemiş olmasını; mecburiyet, vicdan ve hakkaniyet terazilerinde tarttı. Kadının eğitimsiz ve bilgisiz bırakılması sonucunda onların kendi ihtiyaçlarını tek başına giderememe durumu onu her dem rahatsız etmiş ve annesinin okuma yazmasına müsaade etmeyen büyüklerine rahmet dualarında biraz da bir nevi burukluk duyduğu gibi, okuma yazma oranının yüksek olduğu şimdi yaşadığı şu Batı ülkesinde de çoğu bilginin bilinçli bir şekilde bazı güçsüz toplum kesimlerinden gizlenmesi ve saklanmasını da hayretle fark etti.

    Usulü fıkhı, kısaca anlamanın esaslarını ve İslam’ın bilgi nazariyesini kendi çabalarıyle bilenlerden öğrenmeye çalıştı. Ehl-i sünnet ile Batınîlik ya da gelenek üzerine olan sufi yollar ile geleneğe “-mış gibi” bağlı durduğunu fark ettirmeyen cemaatler arasındaki en önemli farkın; birincisinin zahir manayı yani tefsiri, diğerinin ise batın manayı, yani tevili esas alıp öncelemesi olduğunu ve de hocaefendilerin sözlerinin birincil ve ikincil kaynaklardan önceye alınır olduğunu ya da o kaynakların söylenen söyleme destek versin diye tekrarlandığını fark ettiğinde ise tüm ablalarıyla bilgi ve inanç konusunda gittikçe mesafeli oldu. Tıpkı İslam’ın ehlileştirilmesi lokomotifine uyarlanmış çoğu uçuk tevillerle kendi şâkilesine göre ideolojik bir çerçeve oluşturan hocaefendi ve zevatının hem ayetleri hem de sünneti o istenen tevil çerçevesine sığdırmaya çalıştıkları gibi, tefsiri de öncelemeyip sırf uçuk tevil üzerinden bilgiye ulaştığını sanan tarikatları gerçek tasavvuf olmaktan çıkmış batınî yollar olduğunun bilincine erdi. Esas olan artık bu tevilli ideolojik çerçeve olunca Hakk’ın katındaki ve Hak’tan kaynaklı gerçek hikmetli bilgiler de ona göre artık genleriyle oynanmış sebze ve meyvelerde olduğu gibi fark ettirilmeden değiştirilmiş oluyordu.

    Küçük çocuk davranışlı yaşlı adam sanki ona hak verircesine, “Evet, kozmik ve hakiki bilgiyi sözde toplumsal sisteme uygun hâle getirmek için şeytanın vesvesesine uyarak değiştirdiler.” dedi. Bilginin kaynağı, doğası ve sınırlarına yönelik yaklaşımlar geliştirme, yani epistemolojinin bu sorunlarla doğrudan iç içe olduğunu belirterek, “Hristiyan Batı’ya yön verecek olanlar henüz Mesih İsa’nın amentüdeki o saf bilgiyi daha onun dünyayı terkinden kısa bir süre sonra değiştirerek gizledi.” Nitekim, Roma İmparatorluğu’nun hâkimiyeti ve baskısı altında olan ve “Tanrı’nın kanunlarından başka otorite kabul etmeyen” Hristiyanlara karşı daha da ceberrut hâle gelince; Pavlus’un pragmatik inanç pratiğini sisteme entegre etme uğraşının sonucu yeni bir yön kazanandı. Pavlus’un, “Tanrı’nın hakkının Tanrı’ya, Kayser’in hakkının da Kayser’e verilmesi” yeni tevil ilkesi inananlarda yeni ayrılıklar ve tartışmalar başlatmış; “Kurtuluş için Tanrısal hukuka bağlı olma gerekliliği” ile Pavlus’un öncülüğündeki pragmatik görüş arasında anlaşmaya varılamaması üzerine konuyu Havarilerle görüşüp bir karara bağlamak için Pavlus ve Barnaba 49 yılında Kudüs’e gitmiş ama yapılan toplantıda Pavlus’un uçuk tevili “Kurtuluş için Tanrısal hukuka bağlı olmanın gerekli olmadığına”, dolayısıyla tanrısal hukukun bir parçası olan “sünnetin de şart olmadığı” konusunda anlaşmaya varılmış ve böylece “ılımlaştırılmış” Hristiyanlar zaman içinde yavaş yavaş Roma’nın rejimine entegre edilmişlerdi.

    Çağımızdaki Batı‘da yaşanan Hristiyanlığın ilk mimarı Pavlus ise ikinci mimarı da İznik’te 325 yılında İlk Konsil’i toplayan İmparator Konstantin’dir. İznik’deki tüm tartışmalar sonucu Üç’ün Bir olduğu, yani yeni tevil Teslis amentünün kabulü “İsa Mesih’in aynı zamanda Tanrı olduğu“ ortak bir bildirgeyle kabul edildi. Konsilde hazırlanan ve bugünkü Hristiyan mezheplerinin hemen hemen hepsince kabul edilen; bu ikinci büyük tevil kabul edilmiş ve saf bilginin değiştirilmiş hâli bir kez daha değiştirilmiş ve şu hâle gelmişti: “Her şeye gücü yeten, görülen ve görülmeyen, bütün şeylerin yaradanı olan bir tek Baba Allah’a inanıyoruz; bir tek Rab İsa Mesih’e inanıyoruz, Allah’ın oğlu, Biz insanlar için ve kurtuluşumuz için gökten inmiş, insan bedeni almış ve ölümünün üçüncü gününde dirilmiş, göğe yükselmiş, dirilerle ölüleri yargılamaya gelecek olan O’na ve Kutsal Ruh’a da inanıyoruz.“ diye açıkladıktan sonra tesettürlü Dr. Yelkovan’a hitaben, “Aklı başında ve teslim olmuş bir Müslüman olarak siz buna, ‘ama Yeni Ahit Yuhanna’nın 14. bölümündeki 15. ve 16. sözleri’, yani İsa peygamberin ‘Eğer beni seviyorsanız, emirlerimi tutun! Ben de Rab’den dileyeceğim ve O size başka bir Faraklit verecektir; ta ki, daima sizinle beraber olsun!’ sözlü uyarısındaki Feraklit ifadelerinin İncil tefsirlerinde ‘Hak ve bâtılı birbirinden ayıracak hakkperest zat’ olarak izah edildiğini, ki kendisince bizzat geleceği müjdelenen ve Faraklit kelimesiyle adlandırılanın da Yunancada ‘Piriklitos’ ve aynı adlandırmanın Arapçasının ise birebir ‘Ahmed’ olduğunu söyleyeceksiniz.”

    Dr. Yelkovan için zaman ve mekân yok olmuştu. Ne söyleyene ne de söylenen mekâna, sadece söylenilene dikkat kesilmişti. Bilinçli ya da bilinçsiz herkes, her gün bir menzil yolundaydı. Onun yolunun sonundaki menzil: İlmin incisini bulmak. Karşısındaki yaşlının ne Katolik kilisesine üst düzeyde hizmet etmiş biri olduğunu ne de onun gittikleri önemli Avrupa kentinin sayfiyesindeki elden-ayaktan düşmüş Benedikten Tarikatı ehlinin son barınağı olan bakımevine bir Alzheimer Demans hastası olarak götürüldüğünü bilmiyordu. Tahmin bile etse, karşısındaki refakatçi bayana ve kendisine doğru Latince, “Artık inkâr etmek faydasız! Ben Şehzade Cem’in Rodos’daki şövalyelerinin teklifiyle Papa’nın prenslik payesi verdiği ve Hristiyan yaparak ruhunu kurtardığı Murat beyin soyundanım.” diyerek mızmız küçük bir çocuğun ayak diretircesine konuşmasını Dr. Yelkovan anlamış ama daha tam algılayamadan aristokrat kadın, “Hayatı inzivada, sadece kilisedeki ‘İsevi Görev Aşkı’ ile geçti. Hastalığının neticesi bazen ne dediğini bilmiyor.” diye yaşlının söylediklerini ona ve kompartımandakilere izaha çalıştı ama içinden, “Zavallı Peder Marcus Mourad Thelville’nin bu hastalık belirtileri Köln’ün Katolik Piskopos’uyken protestan olarak 2005 yılında ölen ünlü Zadegan Banker Freiherr Alfred von Oppenheim’ın cenaze ayinine bölgenin Katolik dinî en yüksek otoritesi olarak hem de Katolik kilise öğretilerine ve teammüllere ters bir şekilde Köln katedralinde yapılması için hem de Papa’nın özel temsilcisinin resmî olmayan baskısıyla resmî izin vermeye zorlandığından birkaç yıl sonra başlamıştı.” diye düşündü. O kadim Katolik mabet böyle bir şeye yedi asırlık tarihinde hiç şahit olmamıştı.

    Ne protestan kilisesinin en üst düzey görevlisi olarak dinî cenaze merasimini yönetenler, ne Katolik katetralin dinî sorumlusu ne de tüm ülke çapından iki bine yakın özel davetli bu teammüllere ve Katolik öğretiye ters gelen uygulamaya itiraz ettiler. Hatta ülkenin saygın Vergi Veren Vatandaşların Haklarını Koruma Derneği bile sadece bu merasim için onlarca büyükşehir çalışanının, yüzlerce polis ve güvenlik görevlisinin mesai ücretlerinin vergilerden ödenmiş olmasına hiçbir itiraz göstermedi. Bunun gibi bilginin gizlenmesini ya da yazılmamış ama işleyen bazı gizli kanunları fark etmeyen milyonlarca vatandaş ise bu gibi katakullilerle yaşamaya suskunlukla devam ediyor.

    Resmî olmayan böyle bir yönlendirmeye itirazı dinlenmeyen, üstü kapalı tehdit edilen bu yaşlı insan ile tanışması da işte kendisinin büyükşehir belediyesindeki protokol şefliği ve bu çerçevedeki görev icabı cenaze merasimine tüm ülke çapından gelen iki bine yakın davetlinin protokol şefliği görevi bir zamanların bu başpiskoposuyla beraber çalışma vesilesiyle olmuştu. Tanıştıktan sonra gittikçe yaşlanmasından kaynaklanan yardım ihtiyaçlarına nasıl fahri olarak yardımda bulunduysa, şimdi de onun bu önemli seyahatinde yanında bulunarak onu yeni bakımevine yerleştirmeye gidiyordu.
    Yaşlı insanın, ilginç ve hiç akla gelmeyecek konulardan bahsederek diğer yolcuları daha da rahatsız etmemesi için yeni istasyonda trene binip kompartımanlarına giren ve kalın çerçeveli gözlüklerinin ardından oturacağı koltuk numarasını arayan yolcuya hem de kendisini tanıdığını belirtir bir şekilde, “Buyurun bay Ziegler! Yardımcı olabilir miyim?” diye dinlediği konuları değiştirme isteğiyle sordu. Yeni gelen yolcu İsviçre şivesiyle ve minnetle, “Tabii tabii, 144 numaralı koltuğu arıyorum.” dedi ve gülümseyerek, “Sizinle önceden tanışmış mıydık?” diye sordu.

    “LitCologne Edebiyat Festivali’nde, dünyadaki açlıktan ölen insanları, özellikle de açlıktan ölen çocukları konu edinen ‘Onları Ölüme Terk Ediyoruz’ adlı kitabınızdan okuma yaptığınız etkinlik sonrası ayak üstü tanışmıştık.” dedi.

    “Hanımefendi, çok naziksiniz ama lütfen ‘Açlıktan ölen demeyelim, aksine açlıktan her gün öldürülen kırk bin insandan ve her saniyede bir, beş yaşın altında onlarca ‘açlıktan öl-dür-düğ-ü-müz çocuk’ diyelim.” diye nazikçe düzeltti. “Bu haksız sistemin dünyadaki oligarklar eliyle nasıl işlediğini anlatmaya çalıştığım kitabımın okuma gününe katılan duyarlı bir okurumla yeniden karşılaşmaktan memnun oldum. Sizinle tekrar el sıkışmak bana onur verdi!”

    Üniversite amfisinde yarınki konuşma metnini tashihe dalmış ama konuşmaya kulak misafiri olan Dr. Fatma Yelkovan “Avrupa’nın vicdanlı insanları” dediği Usta Eckhart, Joachim de Flore; köylülerin sömürüsüne karşı çıkan Munzer, François d’Assise, Dom Helder Câmera gibi fikir ve duruş silsilesinin temsilcisi gördüğü bu usta sosyolog ve eylem insanı Jean Ziegler ile de tanışmaya şu yolculuk anını vesile eden Allah‘a sessizce içinden hamdeder etmez Alzheimer’lı yaşlıdan birden Türkçe olarak, “Çoğu kez büyük şeyleri tetikleyen küçük şeylerdir! Bakın, bir zamanların küçük bir oğlan çocuğuna iğfal Türkiye’de nelere mâl oldu?” demesi ona küçük bir şok etkisi daha yaptı. Bu sözleriyle geçenlerde Anadolu’da bir vakıf yurdundaki gazetelerin üçüncü sayfa haberine kinaye yapmadığını, onun devam eden şu sözlerinden çıkardı: “O çocuk Allah’ın insana fıtraten verdiği zevki inkâra kalkışırcasına sonraları reddetti. Ben de kendimi tevilimdeki Tanrı İsa’ya adayarak 70 yıl nefsimi körleyerek geçirdim. O da kendisinin ve kendisine kurgulanan bir ülküye nerdeyse 60 yıldır adamış yaşıyor. Aramızdaki fark: Ben tam şirkteyim, o ise şirktekilerin ‘paydaşı’ olarak ‘gizli bir şirk’ içinde. Öyle ya, atamın Vâkıat-ı Cem Sultan‘ında belirtildiğince “Yâ Rab, eğer bu kâfirler beni bahane edüb ehl-i İslam üstine hurûc etmek kasdın ederlerse beni ol günlere erüşdürme, canımu kabz eyle!” niyazında bulunan Şehzade’nin duası kabul olununca ve “Celal bey su koyup, Sinan bey yuyub” defne hazır da olunca şairin “Câm-ı Cem bâde-i fenâ ile çün / Oldı pür bad-ı fitne buldı sülûn” dediği gibi acaba “Fitne rüzgârları” sona erdi mi? Ermediğine benim Sultan Cem’in sülbünden gelen atalarım ve bizzat ben örnek kabul edilmez isek; eski atalarınızın ‘Karamanlının koyunu sonra çıkar oyunu’ sözü de mi yetmez? Bir zamanlar Irak size ırak olsun diye kurgulanmıştı… Şimdi Suriye de o misal bir Karaman’ın koyunu konumunda.”

    Ne aristokrat bayanın ne de İsviçreli usta sosyoloğun hiçbir şey anlayamadığı, sadece kompartımanın diğer köşesindeki boş koltuklardan birine bir ara sessizce oturmuş İranlı bir mültecinin ancak çap pat; onun yan koltuğunda oturan ve Suriye’deki ceberrut rejimin cenderesinden “gönül coğrafyamızın başkenti” dediği İstanbul’a hicret etmiş, şimdi ise yanındaki gençle Avrupa’daki Kafkas Müslümanlar Şurası Toplantısı vesilesiyle gurbet içinde gurbeti yaşayan yaşlı Suriyeli âlimin biraz anladığı şu pencere kenarında nezih bir Türkçe ile dede torun gibi konuşanları kimse anlamıyor, sadece onların mimiklerini izliyorlardı.

    Eski piskoposun fahri refakatçısı aristokrat bayanın kontrol sorumluluğu elinden alınmışlığının acizliği yaşlı adamın konuşmasına tekrar Türkçe devam etmesiyle doruğa ulaştı. Sinirlerine hâkim olmak için istemsizce ellerini sanki kilisede çarmıh önündeymişcesine birbirine bağladı. Dr. Yelkovan bu durumu fark edince, “Ninem rahmetlik, bu durumda bir ‘La Havle…’ derdi.” diye düşündü.
    “Küçük şeyler büyük şeylere vesile olur! Atamın atası İstanbul’un fethinden dört yıl sona Edirne’de Fatih Sultan Mehmed’in Çiçek Hatun’dan doğan en küçük oğlu ‘Cem Sultan Olayı’ da öyle bir şey. Daha kırk yaşına basamadan neredeyse 13 yıllık esir hayatının sonunda Roma’dan Fransa kralına teslim edilmek üzere; bir rivayet oraya da canlı varmaması için, yolculuğundan önce ikram edilen ve insanı yavaş yavaş ölüme götüren zehirli mantar yemeğinden Napoli’de öldü.

    Karaman beylerinin ve Karatay’ın ve kendisine yanaşma şair ve cönk çoğaltıcı güruhunun dolduruşuna gelerek abisi Bayazid’ten çok daha ehilce hükmedeceğine inandırılıp İstanbul’a karşı Bursa’da üç haftalık paralel sultanlığından sonraki gelişmeler onun önce Rodos şövalyelerinin sonra da Roma’da Papa’nın elinde bir nevi esir ve rehine olmasına vesile oldu. Sülbünden gelen ve sonradan Hristiyan olan benim atam Murat bey bu hüzünlü meselin içinde yine başka bir hüzünlü bir meseldir.

    “Evet.” dedi Fatma Yelkovan: “Her gittiği yerde ona Cem Şairleri de denen zamanın oldukça ünlü şairleri de refakat etmişler. Rahmetli, zaten kendisi de sultan şairlerdendi. Şiirlerinde yaşadığı sıkıntıları oldukça duygu yüklü ve imgeleri bol anlatımla dile getirir. Fal-i Reyhan adlı kırk sekiz beyitlik manzum bir “Çiçek Falı” bile bulunmakta. Biri Farsça, diğeri Türkçe olmak üzere iki divanı ve “Hüsrev ü Şirin” adlı bir mesnevisi vardır. Türkçe’deki hüzün edebiyatına onun divanı en başta gelen örneklendendir.

    Öz be öz Türkçe konuşan ama Hristiyan inancına girdikleri için eski Rum harfleriyle Türkçe yazan en ateşli Cem Sultan taraftarı Karamanlı bir grup Türkmen şair ve toplum önderi de o yıllarda her kılığa girip her türlü oyunu oynadı. Hatta ve hatta sanki Sırat-ı Mustakim sufi bir yol üzere giden tekkeler görünümlü nefs ve din bilgisi öğretimi ve eğitimi çerçevesinde saf ve temiz Anadolu insanlarını Bayazid düşmanı yapıp örgütlediler. Osmanlı’nın gerek doğusundaki gerek de batısındaki düşman devletlerin gizli destekleriyle sultan ve onu koruyan “kâfirlerden devşirme yeniçerilerin” derviş kılıklı “Serini verir ama sırrını vermez” baş düşmanı yaptılar. Gizli yazışmaları ve birbirleriyle haberleşmeleri Rumca harflerle yazılan Karamanlı Türkçesi ile yazılmış aşık tarzı şiirlerdeki sembolik metaforlarla dolu ve ilk okuyuşta kuşkulanılmayan cönklerdeki şiirlerle oldu. Daha Sultan Fatih’in ölümünden hemen sonra nüvesi var olan ve Şehzade’yi kısa bir süre Bursa’da paralel Sultan yaptıran bu “Karaman’ın koyunu” yapısının en sonunda Sultan Cem’i Roma’da esir ettirmekle kalmayıp nihayetinde Cem Sultan’a ve onun çocuklarına daha da nüfuz ederek onların anavatandan kopmalarına; daha fazla hüzünle Papa ve diğer düşman unsurlarla nüfuz alanı genişletme işbirliklerine, hatta ve hatta kimliklerini ve de dinlerini değiştirdiklerini yazma kaynaklardan bilirdim bugüne dek.”

    İsviçreli usta sosyolog yazar anlamadığı bu konuşmaları kast ederek aristokrat bayana Fransızca, “Sizin yaşlı Peder tıpkı yeni yetme bir misyoner gibi bu gidişle şu Müslüman bayanı Amerika’nın Suriye’yi kurtarmasından daha önce ‘kurtaracak’.” dedi.

    Söylenene artık bir katkıda bulunmanın gerekliliğine kanaat getiren Kafkas kökenli Suriyeli âlim, “Başımıza gelen felaketler; bilgelikten ve hikmetten koparılan ve malumata düşürülen bilgiler yüzünden. ‘Komşusunun yoksulluğundan haberdar olduğu hâlde, cebinde kendisi için beş para saklayan kimse, Tanrı nazarında bir hırsızdır.’ diyen Usta Eckhart; Allah’ın elçi ve peygamberinin, ‘Komşusu aç iken rahat yatan bizden değildir.’ doğrultusundaki yaşam prensibleriyle çevrelerindeki insanların derdleriyle hemhâl olmuşlardandır. Çağımızın sömürücü sistemine ve o sistemin işleyişindeki karar verici oligark kişi ve kurumlarına karşı söylem ve eylemlerinizle uzaktan tanıdığım sizi tebrik ediyorum!”

    Yazar: “İnsanlara yol gösteren, fikir çilesi çekmiş o özverili insanlara vefa borcumu ifa ediyorum sadece.” dedi ve “Hitabım da insanların vicdanlarına. Dünyamızdaki sözde en ileri uygarlığımızın kurumsal ve şahsi oligarkların kararları neticesindeki milyonlarca insanın durumunu medeni İsviçre basının en saygın sözcüsü Neue Zürcher Zeitung bakın bugün: ‘Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF), dünya genelinde 28 milyon çocuğun savaşlar nedeniyle evlerini terk etmek zorunda kaldığını; mülteci durumuna düşen çocukların sayısının son 10 yılda yaklaşık iki kat arttığını, yerlerinden edilen 28 milyon çocuktan 10 milyonunun mülteci statüsünde olduğunu, 1 milyon çocuğun sığınma talebinde bulunduğunu, mülteci çocukların yüzde 45’inin Suriye ve Afganistan kökenli olduğunu’ belirterek dile getiriyor ama bir bilgiyi, yani bunların haricinde ayrıca beş yaş altındaki en az kırk bin çocuğun her gün açlıktan öl-dür-ül-düğ-ü-nü ise nedense saklıyor.”

    Suriyeli alim: “Türk milleti bir zamanlar dünyadaki adaletsizlikler sisteminin başına bela idi. Sistem onu nihayetinde İblis’in cinlerden kendine yardımcı şeytanlar edindiği gibi kendine bağladı ve sözde onları kurtardı. Varisinin temsilcileri adil olmayan bugünkü sisteme ‘Dünya beşten büyüktür.” gibi kökten eleştiri getirince; fincancı katırlarının her türlüsü şimdi üzerlerine salınıp ‘kurgulanan bir halifelik ile de’ sözde tekrar kurtarılmak isteniyor. Yani, kötülükleri önleme ve iyilikleri özendirme amacıyla dünyadaki vicdanlı insanlar arasında yardımlaşma ve dayanışmaya ihtiyaç gittikçe artıyor.”

    “Nerden başlayıp, nasıl olmalı bu?”

    “Tabiat bana aittir.” kabulünün aksine “Ben tabiata aidim.” varsayımıyla başlayabiliriz mesela! Tabiyat ve ilahî olandan kendini uzaklaştırarak her şeyin ölçüsü kendini/insanı görerek, tabiyatı ve dünyayı zapt etme uğraşına son verme konularında beraber kafa yorup, eylem yapabiliriz. İnsanlık üzerine hâkimiyet kurma ihtirasının kölesi olan bilginlerin açtığı Rönensans yolundan insanları toptan sömürme sistemi sömürgecilikle sarmaş dolaş büyüyen kapitalizmin aslında insanın kendi zinciri olduğunun bilincine vararak. Öyle ya, insanın kozmik ve ilahî olandan kopuşu tarım aletleriyle başlayıp, atomu parçalama ve daha sonra da genlerle oynama bilgisiyle zirveye çıktı. İnsanın dünya ile kurduğu bağlantı biçimleri ve bunların biliş tarzları üzerinde durunca; bilme tarzlarının gelişme çizgileri ışığında izlediği bir tarihçeyi inceleyince, Batılıların biliş tarzının özellikle de başlangıç ve gelişme; yani Antik Yunan ve Rönesans süreçlerinde onların doğu toplumları dediği Mısır, Mezopotamya, Çin ve Hintlilerin elde ettiği bilgileri ve bilimsel buluşları; kısaca onların bilgi mirasını âdeta bir hammadde gibi işlemekle birlikte Doğu kökenli bu bilgileri bilimsel düşünce tarzının dışında tutarak ikili bir tavır sergilediğini belirtmek gerek. Batı’nın egemenliği ile kesin bir hüküm kazanan ve Batı’nın toplumsal ve iktisadi başarılarının altında yatan temel belirleyici faktör olarak algılattırılan belirli bir “düşünme-değerlendirme-bilgi-kanaat” biçiminin evrensel olarak vazgeçilmez tek bilgi kabul edilmesi ve Batı harici toplumların sahip olduğu bilgilerin ve düşünce tarzlarının ise kapsam dışı değerlendirilerek bilginin ve bilimselliğin tekliği adı altında Batılılaştırılmış ve belirli bir kalıba dökülmüş düşünce ve yaşam tarzının diğer toplumlara empoze edilme çabası tüm izmler konusunda daha çok kafa yorulması için neden beraber uğraşmayalım?“

    “Batı’nın belirlediği bir düşünce sistemi ve hayat tarzını toplumlara yaymaya çalıştığını bilen biri olarak bu bana yabancı değil. Ayrıca, dünyaya hâkim durumda olan Batı’nın elinde tuttuğu varlıkları ve avantajları paylaşma düşüncesinde olmamasına rağmen bu hâkim konumunun sebebi olan ya da o sebebi gizleyen bilgiyi ise toplumlara sırf kendi çıkarı doğrultusunda yaymak istemesinin ya da istememesinin beraberinde paradoks içeren bir olguyu ortaya çıkardığını biraz kafa yoran herkes bilebilir.”

    “Evet, evet.“ dedi onlara doğru pencere kenarından eski pikopos ve devam etti: “Bilgi, tek başına ve varlığı kendisine; anlamını kendi mekanizmalarına borçlu bir olgu değil; tam tersine bilgi üretildiği toplumsal şartlara ve ilişkilere borçludur. Bilgi ile biliş tarzları ve ürünlerinin, toplum ilişkilerinden bağımsız olarak anlaşılması ve açıklanması mümkün değildir. Batılı bilgi de Batı dışı toplumlara hep vazedici bir biçimde girmiştir ve daima olması gerekeni, yapılması gerekli olanı bildirmiştir. Batılı bilgi hep diğer toplumların uymaları gerekli kuralları göstermiştir. Modern bilimlerin ve düşünüşlerin yayılması aslında Batı‘nın Batı dışı toplumlardaki sömürge faaliyetlerine yarayışlı bir şekilde yayılmasının dışında başka bir şey değildir.”

    Mantarların zehirsizlerini çocukluğundan beri bulmayı bilen Dr. Fatma Yelkovan zamanın çabuk geçtiğini ve varacağı istasyona çok yaklaştığını fark edince; kompartımandakilerle tek tek vedalaşmasının ardından hepsine birden, “Yolunuz açık olsun!” diyerek trenden indi ve muradındaki ilmin incisi menziline doğru yoluna devam etti.