İbn Sînâ’nın Batı Dünyasındaki Etkileri
Veysel Kaya *

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Batıda “Avicenna” olarak bilinen İbn Sînâ, İbn Rüşd ile beraber Avrupa Orta Çağı’na damga vuran İslam düşünürlerinden biridir. İbn Sînâ’nın eserlerinin Avrupa’da tanınmaya başlaması 1200’lü tarihlere rastlar. Bu durumda, Endülüs coğrafyasında, Toledo gibi şehirlerde Arapça eserlerin Latinceye çevrilmesi etkili oldu. Ancak Batılılar, İbn Sînâ gibi İslam filozoflarını yazıldıkları orijinal dil olan Arapçadan da okuyup incelediler. İbn Sînâ’nın felsefesinin Avrupa’da üniversite programlarına girmesi, İbn Sînâ’nın eserlerinin Paris Üniversitesi gibi kurumlarda ders kitabı olarak okutulmasıyla başladı. Hatta Arap felsefecilere artan ilgi, papalık başta olmak üzere din kurumlarının tepkisini çekmiş, 1277’de bir kararname ile Arap felsefesi etkisindeki Aristotelesçilik yasaklanmıştır.

    İbn Sînâ’nın hemen hemen tüm önemli eserleri Latinceye kazandırıldı. Batılılar, İbn Sînâ’yı daha çok tıp alanında bir otorite olarak gördükleri için el-Kânûn fi’t-Tıb eserine özel ilgi gösterdiler. 14. yüzyılın başlarından 16. yüzyılın ortalarına değin İbn Sînâ Batı Avrupa’da tıp alanındaki çalışmalarda yüksek bir konum kazandı. İbn Sînâ, Galen ve Hipokrat ile beraber tıp otoritelerinden biri kabul ediliyordu. Avrupalılar İbn Sînâ’ya Latince “princeps medicorum” (tabiplerin prensi) lakabını takmışlardı. İbn Sînâ’nın Kânûn’u 13. yüzyılın sonlarından itibaren Bologna, Padua ve Paris gibi önemli Batı üniversitelerinde ders kitabı olarak okutuldu. Rönesans dönemi ise Kânûn’a yönelen ilgilinin had safhaya ulaştığı zamandı. İlk çeviri 1100’lerin ortalarında Toledo’da bulunan çevirmenlerden Gerard de Cremona (öl. 1187) tarafından yapıldı. De Cremona, bu çevirisine aynı zamanda tıp terimleriyle ilgili bir sözlük de eklemişti. Bundan sonra, bu çevirinin ekleme ve düzeltmelerle tekrar elden geçirildiği görülür. Kânûn, diğer Avrupa ülkeleri içerisinde özellikle İtalya’da özel bir ilgiye konu oldu ve Venedik’teki basımevlerinde kitabın çeşitli baskıları yapıldı. İbn Sînâ’nın Kânûn’unun etkisiyle İtalya’da tıp incelemelerinde yeni bir ekol ortaya çıktı. Kitabın sistematik yapısı ve tıbbın her alanıyla ilgili bilgiler, kitabın İtalyan üniversitelerinde okutulmasına olanak sağlıyordu. Ayrıca İbn Sînâ’nın bu eseri, Aristoteles felsefesi ile Galen tıbbının bir birleşimini sağladığı için, Aristoteles’e özel ilgi gösteren Batılıların genel düşünce eğilimlerine de uyuyordu. Kânûn, 15. ve 16. yüzyıllarda en çok basılan tıp kitaplarından biriydi. İtalyanlar Kânûn’un yanında İbn Sînâ’nın diğer birtakım eserlerini de bastılar. Örneğin eser, 1593’te Roma’da İbn Sînâ’nın tüm felsefe sisteminin bir özeti mahiyetindeki Necât ile birlikte basıldı. Bu olgu, İbn Sînâ’nın sadece tıp alanındaki görüşlerine değil, felsefedeki düşüncelerine de ilgi gösterildiğinin bir kanıtı olmalıdır. Kânûn dışında İbn Sînâ’nın tıp-eczacılıkla ilgili diğer birtakım irili ufaklı eserleri de Latinceye aktarıldı. El-Edviyetu’l-Kalbiyye isimli eseri De Viribus Cordis ismiyle Villanovalı Arnald (öl. 1311) tarafından çevirildi. İbn Sînâ tarafından ezberde tutulmasının kolay olması için şiir formatında telif edilen el-Urcûze fi’t-Tıb bu eserlerdendir. Urcûze, Batı’da Cantica/Canticum olarak bilindi ve Latinceye çevrilerek İbn Rüşd’ün şerhiyle birlikte basıldı.

    İbn Sînâ’nın tıp eserlerinin bazı bölümlerinin Avrupalıların akademik anlamda daha çok ilgisini çektiği görülür. Örneğin, Kânûn’un fizyoloji hakkındaki ilk kitabı, üniversiterin zorunlu eğitim materyali içerisinde bulunuyordu. Hastalıklar ve terapiyle ilgili üçüncü kitap, üniversiteli öğrencilere hazırlanan imtihan soruları için standart kaynaklardan biriydi. Yine İbn Sînâ’nın ameliyatla ilgili metinleri, bu konuda eğitim gören öğrenciler için vazgeçilmez kaynaklar arasındaydı; bu metinlerle eğitim gören öğrenciler, hastanelerde görev alarak kendilerini uygulamaya hazırlıyorlardı.

    Kânûn’un çeşitli Avrupa matbaalarında yapılan baskıları devam ederken, bir taraftan da kitabın daha doğru Latince çevirilerinin hazırlanmasına yönelik çabalar 17. yüzyıla kadar devam etti. Hatta Arapça orijinal metnin daha iyi anlaşılması ve kapalılıkların giderilmesi için yapılan çalışmalar, Arapça filoloji çalışmalarının Batı’da gelişmesine katkıda bulundu. 1624’te Zacharias Rosenbach, İngiltere’deki Hernborn Akademisi’nde okuyan tıp öğrencileri için bir Arapça grameri dersi ihdas etme girişiminde bulundu. 1609’da, Breaslau’da bir hekim olan Peter Kirsten, Kânûn’un bazı bölümlerinin Arapça-Latince bir baskısını hazırladı. Kânûn’un anlaşılması ve daha iyi bir kaynak metnin ortaya konmasına yönelik çabaların geç dönemlere kadar devam ettiği görülmektedir.32

    Latince aracılığıyla İbn Sînâ’nın felsefe eserlerini inceleyen iki önemli Hristiyan düşünür Albertus Magnus ve onun öğrencisi Thomas Aquinas’tır. Albertus Magnus, 1245’te yazdığı De Homine isimli eserinde İbn Sînâ, Gazâlî ve İbn Rüşd’ün düşüncelerini doğrudan kullandı ve onlar üzerinde değerlendirmeler yaptı. Aquinalı Thomas ise çeşitli eserlerinde İbn Sînâ ve İbn Rüşd’ün fikirlerini karşılaştırmalı olarak ele aldı. Örneğin Commentary on the Sentences of Peter Lombard isimli kitabında her iki Arap filozofunun bilgi felsefesi konusundaki açıklamalarını inceledi. Bu ilgi çekici eserde Aquinas’ın bazen İbn Rüşd’ü İbn Sînâ’ya karşı, bazen de İbn Sînâ’yı İbn Rüşd’e karşı kullandığı görülür. Aquinas’ın heyulani akıl, bilkuvve-bilfiil akıl, faal akıl, mükteseb akıl gibi ayrımları terminolojik olarak İbn Sînâ felsefesine dayanır. Ancak İbn Sînâ’nın tek bir faal akıl mevcut olduğu yönündeki kanaatine katılmayarak, her bir bireyin kendine has bir faal akla sahip olduğunu söyler.

    Avrupalılar antik Yunan felsefesinin temel kaynaklarını orijinal dillerinden okumadan önce Arapların eserleriyle tanıyorlardı. Örneğin, Aristoteles’in Metafizik’ini tanımadan önce İbn Sînâ’nın Şifâ’sının Metafizik kitabından haberdardılar. Arapların Yunan felsefesine bakış tarzları, Batılıları kendi kaynaklarını anlama noktasında yönlendirici bir role sahipti. Bu durum, Aristoteles ve Platon’un metinlerinin çok sonraları keşfedilip yayınlanmasına kadar devam edecekti. Ancak bundan sonradır ki, Aristoteles ve Platon’un, İslam düşünürlerinin süzgecinden geçmemiş, saf hâline ulaşma konumuna geldiler.

    Bir teoriye göre, Batılıların kendilerini Araplara dayandırmaları aslında bir zorunluluktu; çünkü belirli bir çerçeveye oturtulmadan Aristoteles’in Metafizik gibi metinlerinin anlaşılması oldukça zordu. Bu nedenle Aristoteles felsefesini anlamlı bir bütün hâlinde sunan yorumcuların eserlerine ihtiyaç duyuyorlardı ki bu yorumcuların en önde gelenleri İbn Sînâ ve İbn Rüşd’dür. Arapların etkisi bazı zamanlarda “rahatsız” edici boyutlara ulaşmıştır. Hatta Katolik kilisesinin resmî kararıyla İbn Rüşdcülük gibi akımların üniversitelerde öğretilmesi 13. yüzyılda yasaklanmıştır. Bunda temel sebep, İslam felsefesinin güdümünde olan bir Aristotelesçiliğin kilisenin dinî doktrinlerine ters düşüyor olmasıydı.33

    İbn Sînâ etkisinde gelişen tartışma konuları, felsefenin farklı dallarıyla ilgiliydi. Bunlardan belki de en ünlüsü “tümeller” (universals) problemiydi. Bu tartışmanın nominalistler ve realistler şeklinde iki tarafı mevcuttu. Nominalistlere göre bireyleri içine alan genel kavramlar (örneğin Ali, Ayşe için “insan” kavramı) sadece bir isimden ibaret olan ve bir gerçekliği olmayan isimlerdi. Bu tür kavramlar zihnimizin tabiatı açıklamak için ürettiği işaretlerden ibaretti. Bunun karşısında olan realizme göre ise kavramların objektif gerçeklikleri vardır. Bu düşüncenin en aşırı şekli Platon’un idealar öğretisidir ve bu teori İbn Sînâ tarafından şiddetle eleştirilmiştir.

    Avrupalılar İbn Sînâ’nın felsefe külliyatına yoğun bir ilgi gösterdiler. İbn Sînâ’nın felsefe eserlerinden yapılan yüzlerce çevirinin el yazması Avrupa kütüphanelerinde bulunmaktadır. İbn Sînâ’nın en çok ilgiye konu olan eseri Şifâ’sıydı. Bu kitap ilk olarak Batı dünyasına Yahudi çevirmen İbn Davud tarafından tanıtıldı. İbn Davud, Toledo başpiskoposu Jean’a takdim ettiği çeviride, eserin özellikle mantıkla ilgili kısımlarına dikkat çeker. 13. yüzyılın başlarında yaşayan bir başka çevirmen Alfred de Sareshal, Şifâ’nın fizik bölümünden meteoroloji ile ilgili bazı kısımları Latinceye çevirdi. Yine, ünlü İskoçyalı çevirmen Michel Scot, İmparator II. Frederik’in isteği üzerine Kitâbu’l-Hayevân’dan bazı kısımları çevirdi (1227). Şifâ’nın nefis ile ilgili kitabı da Avrupalılar tarafından dikkatle incelenmişti. Bu çevirilerde öncülüğü İbn Davud ve Dominicus Gundissalinus ortaklaşa yapmış, daha sonra bu çeviriler tüm Avrupa bilim merkezlerine yayılmıştır. İbn Sînâ’nın eserinden yapılan bu çeviriler birkaç yüz yıl sonra İtalya’da, Venedik ve Padoa gibi şehirlerde basılacaktı.

    İbn Sînâ’nın bu temel eseri dışındaki felsefe yapıtları Avrupa kültürü içerisinde üretilen felsefe ve bilim eserleri içerisinde kullanılmıştır. Avrupalı felsefeciler İbn Sînâ’nın görüşlerine tüm eserlerine dayanarak inceleme fırsatı bulamasalar da, kendi düşüncelerine uygun olan bağlamlarda bu Müslüman filozofu alıntılamaktan çekinmiyorlardı. Raymond Martini isimli bir İtalyan yazar Pugio Fidei adlı eserinde Necât’tan ve İşârât’tan birçok pasajı aktarmıştı. Makâle fi’n-Nefs, et-Ta‘lîkât, Risâle fi’l-Hudûd, Aksâmu’l-‘Ulûmi’l-‘Aklıyye İbn Sînâ’nın Batı’da tanınan diğer yapıtlarıydı.

    İbn Sînâ’nın ahiret hayatı ile ilgili telif ettiği er-Risâletu’l-Adhaviyye fî Emri’l-Me‘âd’ının İngiltere’de oldukça ilgi gördüğü ilginç bir anekdottur. Bu eser, aslında 16. yüzyılın başlarına kadar Avrupa’da bilinmiyordu. İlk olarak Venedikli Andrea Alpago of Belluno tarafından Libellus Avicennae de Almahad (1546) ismiyle Latinceye çevrildi. 17. yüzyıldan itibaren Avrupa’da pek çok bilim adamı Adhaviyye’nin bu çevirisini okudu. İngiltere’ye gelince, İngiliz doğu bilimci Edward Pococke yazdığı eserlerde Almahad’dan alıntılarda bulundu. Pococke, o dönemde de İngiltere’nin önde gelen akademik kurumlarından olan Oxford Üniversitesi’nde Arapça ve İbranice bölümlerinin başkanlığını yapıyordu. Specimen Historiae Arabum (1650) isimli eserinde İslam dünyasındaki bazı kelamcı ve filozoflardan bahsetmişti. Almahad’dan yaptığı alıntı yer ise ahiretteki mutluluğun gerçek ya da hayali olup olmadığıyla ilgili gördüğü pasajdır. Pococoke İbn Sînâ’nın insanların kıyamette hem ruhen hem de bedenen dirilecekleri görüşünde olduğunu düşünüyordu. Bu bakış açısı Gazâlî’nin filozoflar hakkındaki değerlendirmelerinden farklıydı.

    İbn Sînâ’nın Adhaviyye’sinden yararlanan bir diğer İngiliz Sir Kenelm Digby’dir (öl. 1665). Oldukça renkli bir kişiliğe sahip olan Digby, astroloji ve simya gibi doğu kökenli bilimlere ilgi duymaktaydı. Digby, 1644’te Paris’te sürgündeyken ruhun ölümsüz olup olmadığına dair bir deneme kaleme alır ve burada İbn Sînâ’nın Almahad’ından bahseder. Denemenin 9. bölümü “ruhun bir cevher olduğu” konusuyla ilgiliydi. İbn Sînâ’nın ortaya koyduğu görüşler, ruhun cismani olmadığı ve bedenden ayrı olduğuna dair kanıtlar anlatılırken incelenir. Digby’nin İbn Sînâ’dan bu konu çerçevesinde esinlendiği bir başka şey, İbn Sînâ’nın ünlü “uçan adam” metaforudur. Bu metaforda İbn Sînâ, tüm duyularından soyutlanmış bir nefsin kendine yönelik bir idraki olduğunu savunuyordu. Digby ayrıca İbn Sînâ ile modern Batı felsefesinin kurucusu olarak görülen Descartes arasında bir karşılaştırma yaparak şöyle der: “İbn Sînâ’nın De Anima ve Almahad kitabında, Descartes’ın da Metot’unda aynı tespitte bulunduğunu gözden kaçırmamalıyız. İkisi de aynı şeyi kastederek şöyle demektedir: Benliğimi, yürümemi, konuşmamı, düşünmemi, bir şey söylememi sağlayan kişiden soyutlasam; bacaklarım ve dilim olmayıp da yürüyemesem ve konuşamasam ama hayatta olsam, bana sadece zihnim karşılık verecektir. Sonuçta aynı şey olarak kaldığımı, benliğimin kaybolmadığını bilirim.”

    Almahad’ın etkisini yansıtan bir başka İngiliz George Sandys (öl. 1644), doğu bilimleriyle teorik olarak ilgilenmekle kalmamış, bir Orta Doğu gezisi de yapmıştı. Bu geziyi anlattığı, ilk baskısı 1615’te yapılan Sandys Travailes: Containing a History of the Originall and Present State of Turkish Empire isimli sehayatnamesinde İbn Sînâ’nın Almahad’ından uzun bir alıntı yapar. İbn Sînâ’nın biyografisi hakkında yanlış bilgilere sahip olsa bile, “Muhammed’in Dini”ni anlattığı birinci kitapta İbn Sînâ’nın peygamberlikle ilgili görüşlerini özetler. Sandys’in anlatımıyla, İbn Sînâ’ya göre peygamberler, insanlara teoloji, eskatoloji (ahiret bilimi) gibi bilimleri öğretmek için değil, toplumsal açıdan düzeni sağlamak için gönderilirler. Kur’an’ın Tanrı hakkında söyledikleri birkaç genel tanımlamadan ibarettir; Kur’an’ın esas faydası ahlak, toplum ve siyaset planındadır. Sandys ayrıca, İbn Sînâ’nın ahiretteki bedensel zevkler hakkındaki görüşlerinden de bahseder.

    İbn Sînâ’nın Adhaviyye’sinin Batı’da yarattığı bu etki, Amerika’daki bazı ilahiyatçıların nefsin kalıcılığı hakkındaki tartışmaları çerçevesinde büyüyerek devam etti. Danville Teoloji Fakültesi hocası Robert Wharton Landis (öl. 1883) ve New York Üniversitesi Doğu Edebiyatı hocası George Bush, öldükten sonra dirilme doktrinine yönelik sert eleştiriler getirdiler. Bush yeniden diriliş doktrinini tasvir ederken Almahad çevirisinin sunduğu verileri kullandı.34

    İbn Sînâ’nın Orta Çağ Avrupa’sında gördüğü ilgi, bu Müslüman filozof hakkında Batılıların zihninde bir imajın oluşmasına zemin hazırlamıştı. Bu imaj bazen bir masal kahramanı hâlini alıyor, bazen bir bilge ve ermiş portresine dönüşüyor, bazen de felsefenin gücü sayesinde toprağı altına çeviren bir simyacı kimliğini alıyordu. Bazı Batılı kaynaklar onu Bitinye kralı, bazıları ise Sevilya prensi olarak tanıtmıştı. İbn Sînâ’nın Kanun’unun İyonnais Symphorien Champier tarafından 1522’de yapılan baskısında, İbn Sînâ’ya “Kurtubalı bir prens” diye göndermede bulunulmuş, iki samimi dostu olan Gazâlî ve Fârâbî ile beraber bir hastane kurduğu ve burada çalışmalar yaptığı, sonunda düşmanı olan İbn Rüşd tarafından zehirlendiği anlatılmıştı. İbn Sînâ’nın kendisinden yüzyıllar öncesinde yaşayan Augustinus ile mektuplaştığını zannedenler olduğu gibi, Lokman Hekim ile aynı kefeye koyanlar da bulunuyordu. Vatikan’da bulunan Epistola Avicennae ad Sanctum Augustinum isimli metinde İbn Sînâ’nın hemşerisi olan Kartacalı Augustinus’a son derece saygı duyduğu, mektuplaşmaları devam etseydi gerçeği görüp Hristiyanlığı kabul edeceği anlatılır. Kanun’un Paris’te bulunan bir yazmasındaki resimde İbn Sînâ başında prenslik tacı, elinde krallık asası ile tasvir ediliyordu. Tüm bunlar Müslüman tarihçilerin Aristoteles’e yaptığını Batılıların İbn Sînâ’ya yaptığını ve tarih dışı bir kişilik oluşturduklarını gösterir. Oluşan İbn Sînâ efsanesinin Doğu’da da bazı versiyonlarına rastlamak mümkündür.

    *Yrd. Doç. Dr. , İstanbul Üniversitesi