DİN-BİLİM ÇATIŞMASININ KÖKENİ OLARAK HRİSTİYANLIK’TA YARATILIŞ KISSASI
Semih Ceyhan

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Dârülfunûn İlahiyat Fakültesi profesörü Mehmed Ali Ayni (1869-1945), Dârülfunûn İlahiyat Fakültesi Mecmuası’nın ilk sayısında (3 Teşrinisani 1341/1925) yazdığı aşağıda sadeleştirmesini sunduğumuz “İlim ile Din Arasındaki Münazaa” başlıklı makalesinde, bilim ile din arasındaki çatışmanın kaynağını incelemeye çalışır. Müellif konuya dair birkaç seri makale yazacağını vadetmesine dair, bu ilk makalenin maalesef arkası gelmemiştir. Bu sebeple yazarın süregiden bu çatışmanın boyutlarına dair fikir açılımlarını tam olarak tespit edememekle birlikte, çatışmanın kaynağı yazara göre Hristiyan dinî kültüründe teşekkül eden yaratılış meselesinin rasyonel açıklanıp açıklanamadığında düğümlenmektedir. Buna göre özellikle Hristiyan ilahiyatçılar gerek uluhiyeti gerek Tanrı’nın yaratma fiilini cismani/maddi bir biçimde ele almışlar, Michekangelo gibi Batılı sanatkârlar bu tasavvuru kilise eserlerinde popülarize etmişler, modern bilim adamları ise bu algıyı makul bulmayıp dine hücum etmişlerdir. Ayni’ye göre sorun dinde değil, Hristiyan ilahiyatçıların dini ve bilhassa yaratılış meselesini yorumlayış tarzındadır. Reformistlerin ve Protestanların klasik Ortaçağ’ın kilise babalarının cismani yaratılışı kabul eden görüşleriyle ittifak hâlinde olmaları meselenin çehresini değişitirmemiştir yazara göre.

    Burada akılda tutulması gereken bir nokta vardır ki, din-bilim çatışması sadece teolojik ve teorik bir tartışma konusuna indirgenecek tek boyutlu bir problem değildir. Kanaatime göre mesele, yeni doğa filozofları ile kurumsal din yani kilise otoritesi arasındaki uzlaşmaz gerginliktir. Francis Bacon’un da (ö. 1626) söylediği üzere, “Bilginin kendisinin güç” (Ipsa scientia potestas est) olması ve Ortaçağ’da Hristiyan ilahiyatçılar eliyle üretilen bu bilgi kudretini kilisenin elinde bulundurulmasına karşı, aydınlanma sonrası bilim adamları yeni doğa felsefesi alanındaki çalışmaları ile bu otoriteye muhalefet ederek sahih ve makul bir Tanrı inancı arayışına girmişler, mevcut müesses dini yapılara karşı çıkarak bilim devrimi gerçekleştirmişlerdir. Fakat yeni doğa filzozoflarının bu muhalefetleri dinden bağımsız olmayıp kendi kişisel felsefi yönelimlerine dayanmıştır. Bu sebeple yeni doğa filozoflarının bu devrimlerinin yeniden gözden geçirilmesi adına mantık ve metafizik anlayışlarının sorgulanması kaçınılmazdır.1 Mehmed Ali Ayni modern bilim adamlarını bu açıdan kritize edip etmediğini bilmemekteyiz. Dönemin pozitivizm cereyanından pek çok münevver gibi etkilenmiş gözüken müellif aşağıdaki yazıda görüleceği üzere, Abdullah Bosnevi’nin fikrine referansla sufi düşüncenin modern bilimle ve yeni doğa felsefesiyle daha uzlaşır bir tasavvur ortaya koyduğunu da ima etmektedir.

    Bu görüş pek çok açıdan tenkide açıktır. Bununla birlikte Şazeliyye’den Tradisyonalist entelektüel Martin Lings’in (Ebubekir Sirâceddin) din-bilim çatışmasını konu edindiği Antik İnançlar Modern Hurafeler kitabının ilk bölümündeki şu yaklaşımına katıldığımızı ifade ederek sizleri Mehmed Ali Ayni’nin makalesiyle başbaşa bırakalım:

    “Acaba eski insanlar, bugün çağdaş bilim adamlarının bildiklerini bilselerdi atalarına başka bir gözle mi bakarlardı? Atalarımızın düşünceleri büyük ölçüde dine dayandığı için, bu soru bir bakıma başka bir soruyla eşanlamlı: Dinle bilim arasında gerçek bir uzlaşmazlık olduğu söylenebilir mi?.. Bilim kutsal metinlerin lafzını çürütüyor gibi görünse bile ruhunu çürütmüyor. Zira “yaratılış” kronolojisinin lafzi yönünde ayak dirememeyi gerektiren –arkeolojik ve jeolojik kanıtların dışında- manevi nedenler de var. Bu, hepsi değilse bile çoğu lafzi yorumları benimseyen Ortaçağ’daki atalarımızın hiç de bizden daha az maneviyatçı ve daha az akıllı oldukları anlamına gelmez. Ama onların “zaman” duygusu nitelik açısından çok daha gelişmiş olduğu hâlde (yani zamanın ritmini bizden çok daha berrak biçimde kavrayabildikleri hâlde) katkısız niceliksel açıdan “zaman” duyguları daha az gelişmişti… Ne olursa olsun Antik Dünya’nın bakış açısı kolayca bir kenara itilecek türden değildir.”2

    DİN-BİLİM ÇATIŞMASI
    Mehmed Ali Ayni
    Din ile bilim arasındaki bu çatışma nedir? Bilim niçin dine hücum eder? Acaba ikisi arasında bir barışma mümkün değil midir? Bilim ile dinin birbirini dost edineceği birkaç makaleyle bu sorulara cevap vermeye çalışacağım. Fakat evvela şu mühim noktayı arz edeyim. Madem ki bilimin dayanağı akıldan başka bir şey değildir, madem ki aklın kanunları tabiatın her noktasında hâkim ve câri olan temel prensiplerdir, o hâlde din nasıl akla muhâlefet edebilir? Dahası bir insanın bir dine müntesip olması asli fıtratının bir gereği olmasa idi, paleontoloji ve arkeoloji âlimleri tarih öncesine ait zamanlarda yaşayan insanların bile bir dine mensup olduklarını gösteren delillere nasıl ulaşabilirlerdi? O hâlde akıl dinin kendisine değil, birtakım din âlimlerinin bilhassa kâinatın yaratılışı ve tabiat olaylarına dair verdikleri çözüm şekillerine hücum etmektedir. Binaenaleyh bu birinci makalemi öncelikle bu hücumların neden ileri geldiklerini göstermeye tahsis edeceğim.

    Gördüğümüz Dünya:
    Bu gördüğümüz gök ile üzerindeki yıldızlar, ayağımızla çiğnediğimiz yer nedir? Bunları bu şekilde kim yaratmıştır? İşte insanoğlunu biraz huzur ve sükûna eriştiği ve bu sayede biraz düşünmeye başladığı günden beri zihnen meşgul eden bu suallerdir. Acaba bir öküzün hatırına böyle sualler gelir mi? Zâhirdeki duruma göre bu düşünceler sadece insana mahsustur. Diyebiliriz ki, dinin de ortaya çıkış sebeplerinden önemli bir kısmı bu arayışlardır.

    Başka uzak memleketler ve ahvalini az bildiğimiz dinler üzerine bakışları yöneltmek ve incelemede bulunmak istemiyorum. Bunun için gözlerimi kendi malımız olan İslamiyet ile müntesipleriyle en sıkı temasta bulunduğumuz Hristiyanlığa çevireceğim. Bizim bazı kitaplarımızı açarsak şöyle bir söze tesadüf ediyoruz: “Âdem’in hamuru kırk gün karılmıştır.” Bu söz ayet değildir. Fakat tasavvuf kitaplarında hadis diye rivayet olunmaktadır. Manası söz konusu olduğunda Allah Teâlâ hazretleri Âdem’i yaratıp can vermezden evvel çamurunu kırk sabah yoğurmuş. Şimdi rica ederim söyleyiniz, zamanımızın cin fikirli çocukları buna nasıl inansınlar? Değil şimdi, geçmiş zamanlarda da büyük İslam mütefekkirleri bunun maddi bir şey olamayacağını bildiklerinden bu sözün manasını tasavvufi bir şekilde yorumlamışlardır.3 Fakat Avrupa böyle yapmamıştır. Onların da Tevrat’ındaki “Sifr-i Tekvîn” (Yaratılış Kitabı) bölümündeki yaratılış meselesi bu şekilde tasvir edilmiş olduğundan, pek büyük sanatkârlar Ortaçağlar’da Avrupa’nın binlerce noktasında ifşa olunan o muhteşem ve muazzam kiliselerin duvarlarında, sütunlarında, mozaiklerinde bu yaratılış kıssasını cismani bir şekilde resmetmişlerdir. Bu sütunlara, levhalara, mozaiklere bakıldığı vakit, evvela Kâdir-i Mutlak hazretlerini bir insan suretinde görürüz. Bu insan güneşi, âlemi, yıldızları yaratmış ve onları göklerin kubbesine bağlamıştır. Fakat bu pek zahmetli iş onu pek yormuştur. Düşüncesinin yorgunluğu alnındaki çizgilerden, kullarının yorgunluğu da adalelerinin şişmesinden belli olur. Allah Teâlâ yaratma işini altı gün boyunca fevkalade çalıştıktan ve yorulduktan sonra tamamlar ve nihayet yedinci gün dinlenmeye bütünüyle hak kazanır. Ve bütün göklerdeki meleklerin alkışları arasında azametli tahtına (arş) oturur. Değil yalnız Ortaçağlar’da son devirlerin ilk günlerinde bile ressamlar ve heykeltıraşlar Allah’ı kutsal kitaplarının hikâyelerine göre bu şekilde tasvir ederler.

    Fakat bu hikâye yalnız Hristiyanlara ve Musevilere ait değildi. İnsanlar onu binlerce sene önce böyle düşünmüşler ve nihayet o şekilde kabul etmişlerdir. En eski din kitaplarına da bakılsa Allah’ın insan suretinde düşünüldüğüne ve mahlukatın Allah’ın eli ile imal olunduğuna dair rivayetlere tesadüf olunur. Austen Henry Layard (ö. 1894), George Smith (ö. 1876) ve diğerlerinin son zamanlarda keşfettikleri tarihî vesikalara göre Babil ile Keldanistan’ın eski dinlerinde yaratılış kıssası anlatılmaktadır. Bu kıssa Tevrat’taki kıssanın kaynağıdır. Herhâlde Tevrat’taki kıssadan daha önceleri Keldaniler, Babilliler, Asurlular ve Fenikeliler arasında bu kıssanın mevcut olduğu açık bir biçimde artık ispat edilmiştir. Tevrat’taki Yaratılış Kitabı’nın eksik bir şekilde birbirine mezcedilmiş olan iki kıssasında, Eyüp kitabı ile Meseller’de zikredilen kıssada aynı olan “Kâinatın Yaratıcısı” mefhumu pek büyük bir yüceltme ile tasvir edilmiştir. Medeniyetin çocukluk çağlarında bir yaratıcının pek tabi olarak insan suretinde olduğuna ve mahlukatı mübarek iki eli ile imal ettiğine ve yıldızları kudret eliyle gökyüzüne attığına ve ondan sonra göklerin üzerindeki yüce tahtından onları teftiş ve idare ettiğine inanılmıştır. Ancak yaratılışla alakalı bu düşünce zaman geçtikçe daha yüce bir tasavvura dönüşmüştür. Yaratılışın yalnız el ve parmaklarla değil “söz” (kelâm) ile meydana geldiği de düşünülmüştür.

    Yaratılışa dair bu tasavvuru Hristiyanlığın ilk babaları tamamıyla kabul etmişler ve bütün Hristiyanlara kâinatın “cismani manada” Allah’ın eliyle yahut ilahî kelam ile yaratılmış olduğunu kabul ettirmişlerdir.4 Yalnız St. Gregory Dunasi (ö. 604)5 ve St. Augustin (ö. 430)6 gibi tek tük bazı ilahiyatçılar Tevrat’ın yaratılış kıssasını harfiyen kabule meyyal olmakla beraber, Hâlik Teâla’nın öyle cismani bir el ve parmakla kâinatı yarattığına bir türlü inanmamışlardır. Bede (ö. 735)7 ile diğer bazıları da onların yolundan gitmişlerdir. Fakat bu Hristiyan bilginlerinin değerlendirmelerine kulak asılmamıştır. Dolayısıyla Hristiyanlar kâinatın cismani bir el ile yaratıldığınına inanmışlardır. Nitekim kiliselerin yalnız heykelleri, ressamları, mozaikleri ve pencere camları değil, bütün resimli Tevratlardaki müzehhiplerin yaptığı tezyinat ve nakışlar işte bu türden bir maddi yaratılış telakkisi uyarınca yapılmıştır.8 Yaratılışın bu cismani tasvirini Anglosaksonların zihnine iki şairin eserleri sokmuş ve nakşetmiştir. Bunlardan biri Miladi VII. asırda Qoedemon’dur. O yaratılış kıssasını tamamen cismani bir şekilde şiirinde tasvir etmiştir. Daha sonra X. asırda bir diğer şair Milton Tevrat’taki yaratılış kıssalarıyla İncil’deki “Yaratıcının Sözü” tasvirini birleştirmiş ve bunun içine teslisin üçüncü kısmını da (kutsal ruh) dâhil ederek yaratılışı büsbütün cismani bir tarzda anlatmıştır.

    Fakat yaratıcı bu eşyayı hangi maddeden imal etmiştir? Sıra bunu düşünmeye gelince bütün Hristiyan bilginleri Allah’ın bu hususta hiçbir şey kullanmadığını ve bütün varlıkları yokluktan yarattığını kabul etmişlerdir. Ancak bazı cüretkârlar “Mahlûkâtın Yaratılışı” ayetlerine dayanarak muhalif bir fikir ortaya koymaya cesaret etmişler, yaratılıştan evvel şekilsiz ve boş bir kütlenin mevcut olduğunu iddia etmişlerdir. Bununla beraber böyle bir iddiayı kimse dinlememiştir. Kilise babalarının bu konudaki düşünceleri pek kesindir. Kısaca Tertullien (ö. 220)9 diyor ki, eğer yaratılıştan önce başka bir madde var olsaydı, kutsal kitap bize bunu haber verirdi. Bundan dolayı Tertullien bunun aksi bir düşünceye sahip olanlara karşı pek müsamahasız idi. Tertullien muhalif bir fikir ileri süren Hermojen’i ilahî söze inanmayanlara mahsus en şiddetli cezalarla tehdit etmiştir.

    St. Augustin maddenin ezelde mevcut olduğunu ihsas ettirecek bazı mülahazalar ortaya koymuş olduğu hâlde nihayet şöyle bir muhakeme ile toplumun inancını kabul eder. “Her ne kadar kâinat maddeden yaratılmışsa da bu maddenin kendisi yoktan yaratılmıştır.” Bu problem hakkında ilahiyatçılar arasında cereyan eden münakaşalara IV. Latran10 Ruhani Meclisi son vermiştir. Çünkü bu meclis kâinatın yoktan yaratıldığını ilan eder. Bu noktada Papa IX. Pius’un (ö. 1878)11 Sillabus’u12 ile Westminister’in Catechisme’i aynı görüştedir. Yani Katoliklerle Protestanların fikirleri birdir.

    Mahlukatın nasıl ve neden yaratıldığına dair olan bu mesele işbu suretle halledildikten sonra ilahiyatçılar bu büyük işin ne müddet zarfında meydana geldiğini düşünmeye başlamışlardır. Fakat konuya dair bir problem daha ortaya çıkmıştır. Çünkü “Mahlukatın Yaratılışı”ndaki iki kıssadan birincisine göre yaratılış işi altı günde tamamlanmıştır. Ancak her günün bir sabah ve bir de akşamı vardır. Her gün ne yapıldığı izah edilmiştir kıssada. İkinci kıssa ise gündüzden bahsetmekte ve o gün yaratıcının yer ve gökleri yarattığını haber vermektedir. İlahiyatçıların büyük bir kısmı için kabul edilmesi pek kolay ve pek açık olan birinci kıssa içerdiği meziyetler sebebiyle başlangıçta ikinci kıssadan daha fazla makbul olmuşsa da, Philon (ö. 50)13 gibi bazı Yahudi düşünürleri veyahut Origenes (ö. 254)14 gibi Hristiyan âlimleri yaratıcıyı daha yüksek düşünmek istediklerinden yaratılışın tek bir anda (ân-ı vâhid) “Ol!” emriyle meydana geldiğini ileri sürmüşlerdir. Bunun neticesi olarak da hem Tevrat’ta hem İncil’deki iki kıssaya inanmak lazım geldiğine karar vermişlerdir. Allah’ın zatına mahsus bir tavırla âlemi altın günde yarattığını, bununla beraber yaratma fiilini tek bir anda gerçekleştirdiğini söylemişlerdir. Yaratılışın altı günde meydana geldiğini teyit eden Ephrem Syrus (ö. 373)15 gibi bazı büyük ilahiyatçıların itirazlarına rağmen, iki kıssa arasındaki eşitliği St. Athanasius (ö. 373)16 ile St. Basileios (ö. 379)17 Doğu kilisesinde, St. Augustin ile St. Helier (ö. 555) Batı kilisesinde yaymışlardır.

    Fakat bir iş hem altı günde hem de tek bir anda nasıl olabilir? Bunu akıl nasıl kabul etsin? Ancak kelimeleri evire çevire, metinleri maharetle işleye işleye, metafizike dayana dayana, nihayet yaratılışın hem altı günde hem de tek bir anda olduğuna bütün Avrupalıları inandırmışlardır.

    Bu iki kıssayı birleştirmeye muvaffak olmak için geçmiş dönemdeki bazı şahısların hikâyelerini anlatmaya değer. Doğu kilisesine mensup Hristiyan babaları, Batı kilisesine mensup olanlar gibi meseleyi çözmek için kutsal bilimin birçok bahsini çıkarmışlardır. Mesela, yaratılış hususunda sayıların bazı gizli özelliklerini (numeroloji) deşifre etmeye ve ispata girişmişlerdir. Yahudi Philon yaratılışın tek bir anda meydana geldiğine inanmakla beraber, âlemin yine altı gün içinde yaratıldığını beyan eder. Zira bütün sayılar içinde “altı” sayısı bereketli sayıdır, onun fikrine göre. Gök cisimleri dört sayısının ahengi vasıtasıyla yaratılışın dördüncü günü, hayvanlar beş duyu sahibi olmaları hasebiyle beşinci günü, insan ise altıncı günü yaratılmıştır. Zira altı sayısına mahsus özellikler onu yaratılış süresinin son sınırı olarak kabul ettirmiş, yedi sayısına mahsus özelliklerin ise sayısı olmadığından Tanrı’nın istirahati yedinci güne tahsis edilmiştir. Peki Allah neden ikinci günün işini iyi bir şekilde anmamıştır.18 St. Jerome’un (ö. 420)19 düşüncesine göre bunun sebebi iki sayısının bizatihi fena olması imiş. Bu mülahazayı birkaç asır sonra Büyük Britanya’da Bede kabul etmiştir.

    St. Augustin de sayıların özellik ve meziyetleriyle alakalı tartışmalara kendisini adamıştır. Bakınız ne diyor: “Allah yaratmayı altı günde tamamlamış olduğu için altı sayısına en mükemmel sayı demeliyiz. Fakat daha iyisi altı sayısı en mükemmel sayı olduğu için Allah dünyayı altı günde yarattı demeliyiz.” Bu tarz delillendirme bütün Ortaçağ boyunca devam etmiştir. Hatta yeni bir şeyin keşfinden bir sene sonra Nüremberg’de yayınlanan La Cronique adlı bir dergide konu şöyle bir ibareyle kulakları çınlatmıştır: “Eşyanın yaratılışı altı sayısıyla açıklanır. Zira altı sayısını oluşturan unsurlardan her biri yani bir, iki, üç sayısı bir üçgeni yüklenmektedir.” Velhasıl kâinatın yaratılışının böyle hem tek bir anda hem de bir sabah bir akşamlı olmak üzere altı günde yapılmış olması tasavvuru artık potansiyel olarak genel kabul görmüştür. Miladi XII. asırda Pierre (Peter) Lombard (ö. 1160)20 ile Hugh of St. Victor (ö. 1141)21 haiz oldukları nüfuz ve itibar ile bu tasavvuru tasdik etmişler ve kilisenin zihnine kazımışlardır. Ortaçağlar’ın diğer düşünürleri de bu iki fikri birleştirmeye mesai harcamışlardır. Puvatyalı St. Helier ise şöyle diyor: “Her ne kadar Musa’ya göre gök kubbenin düzenlenmesinde, karaların, denizlerin ayrılmasında, gök cisimlerinin oluşmasında görünüşte muntazam bir sıra görünmekte ise de, göklerin, yerin ve diğer unsurların varoluşu açıktır ki, tek bir anda meydana gelmiştir.” St. Thomas D’aquin, St. Augustin’den aldığı iyice tefrik etme tavrı ile meselenin göstermekte olduğu müşkülleri halletmiş ve bu çözüm şekli asırlarca düşünceleri tatmin etmiştir. St. Thomas’a göre: “Allah evvela şeylerin zatlarını tek bir anda yaratmış, sonra onları düzenlemiş ve yaratmayı tamamlamak için altı gün çalışmıştır.” Avrupa’da ilk reformistler, yani Hristiyan mezheplerini tadilata uğratmaya teşebbüs edenler St. Thomas’ın bu teorisini kabul etmişlerdir. Luther (ö. 1546) diyor ki: “Musa açık ve mecazsız söylemiş. Binaenaleyh âlem altı günde yaratılmış. Fakat bu yaratma fiili, ilahî kudretle tek bir anda meydana gelmiştir.” Melanchton da (ö. 1560)22 Kitab-ı Mukaddes’in “Söz söyledi ve oldular.” sözüne dayanarak bu fikri desteklemiştir. Jean Calvin (ö. 1564) yaratmanın tek bir anda gerçekleştiği düşüncesini ret ve tenkit ederek yaratılışın altı günde meydana geldiği düşüncesini savunmuştur. Calvin önce şu duruma dikkat çekiyor: “Tevrat takvimi göstermektedir ki âlem henüz altı bin yaşına girmemiştir. Ve şimdi ömrünün sonuna yaklaşmıştır. Bundan çıkarılacak netice şudur ki hayatımızı bu hususta düşünerek harcamış olmamak için yaratılışın altı günde meydana geldiği hükmünü kabul etmeliyiz.”

    Pierre Vermigli (ö. 1562)23 bu konuya şöyle bir delil ile son verir: “Yaratılış bahsini iyi anlamak pek önemli bir şeydir. Zira Hristiyanlık inancının başlangıç noktası budur. Eğer bu iman ilkesi ortadan kaldırılmış olsaydı asıl günahtan eser kalmazdı. Mesih’in vaadi hükümsüz kalır, dinimizin hayat gücü mahvolurdu.”

    Westminister ilahiyatçıları yani İngiliz din bilginleri Confession of faith yani İngiliz Hıristiyanları için bizim “Âmentü billahımız” mesabesinde olan inanç ilkelerine görünen ve görünmeyen cümle şeylerin yalnız yoktan yaratıldığına değil, tamamıyla altı günde yaratıldığına da inanmaları lazım geldiğini kaydetmişlerdir.

    Roma Kilisesi bu hususta Protestan reformistlerinden daha az şiddetli değildiler. Onlar da Musa’nın Tevrat’taki nakline tamamıyla inanmak lazım geldiğini beyan etmişlerdi. Hatta XVIII. asır ortalarında Buffon (ö. 1788)24 jeolojiye ait bazı basit gerçekleri açıklamaya giriştiği zaman Sorbonne Üniversitesi onu yüz kızartıcı bir beyanname neşrettiği suçlamasıyla fikirlerini geri almaya zorlamıştı. Buffon’un beyannamesi şu sözlerle bitmektedir: “Kitabımda yeryüzünün şekline dair söylediğim şeylerden ve genelde Musa’nın nakline aykırı olabilecek her şeyden tamamıyla vazgeçiyorum.”

    Hasılı, ilahiyatçılar yaratılışın tarzı ile yaratmada kullanılan maddeyi ve müddeti bu şekilde çözüme kavuşturduktan sonra yaratmanın zamanını belirlemeye gayret etmişlerdir. Bu konuda cereyan eden tartışmaların neticesinde âlemlerin milattan 400 sene önce yaratıldığına karar kılmışlardır. Hatta XVII. asırda Cambridge Üniversitesi ikinci rektörü ve zamanındaki İbranice bilginlerinin seçkinlerinden biri olan Leitfod işi daha kestirmeden ifade ederek yaratılışın milattan önce 23 Teşrinievvel 4004 tarihinde sabahın dokuzunda olduğunu belirlemiştir. Gerçekte bu netice Lactence (ö. 325)25 usulünün bir zaferi ve Tevrat’ın anlamlarının çıkarılması için birkaç asır devam eden mesainin bir meyvesi idi. Zira miladi VIII. asırda Bede, XIII. asırda Vincent de Beauvais (ö. 1264)26 yaratılışın ilkbaharda olmasının gerektiğini ifade etmişlerdi. Fakat Leitfod’un Tevrat’taki bu mühim buluşundan iki asır sonra maalesef keşf olundu ki, onun belirlediği saatte fevkalade gelişmiş ve medeni bir belde halkının büyük şehirlerinde kaynaşma söz konusuydu ve diğer milletlerde Asya’da yüksek bir medeniyet seviyesine erişmişlik vardı.

    Yaratılışın tarzı, maddesi, müddeti hakkındaki bu uzayan tartışmaları ilahiyatçılar bir çözüm şekline kavuşturdukları hâlde, bu problemlerin en önemlisi henüz potansiyel olarak halledilememiştir. Acaba hakikatte yaratıcı kimdi? Hristiyanlar teslis akidesine inandıklarından âlemleri teslisin acaba hangi parçası yaratmıştı? Bazı ilahiyatçılar yaratılışı üçüncü kısma (kutsal ruh), diğer bazıları da ikinci kısma (oğul) dayandırmışlardır. Bazıları da fikirlerini Havariler ile Nicé’nin, “Göklerin ve yerin yaratıcısı olan Baba Allah” sözündeki mecazi ifadeye dayandırarak yaratılışın özellikle teslisin birinci kısmına (baba) ait olduğunu iddia etmişlerdir. Diğer bazıları da Tevrat’taki “yapalım” şeklindeki birinci çoğul şahıs kipinden (biz) istifadeyle yaratılışın teslisin bütün parçalarına birden ait olduğunu ileri sürmüşlerdir.

    Ortaçağlar’da kâinatın yaratıcısı hakkında ortaya atılan bu muhtelif düşüncelerin yansımaları kilise yapılarının inşaat tarzlarında, sütunlarında, pencere ve camlarında, dini kitapların süsleme ve nakışlarında görülebilir. Bu eserlerde yaratıcı, bazen teslisin üçüncü kısmını (kutsal ruh) temsilen henüz muntazam bir şekil almamış âlemlerin üzerinde kanatlarını açmış bir güvercin şeklinde; bazen ikinci kısmı (oğul) temsilen genç bir insan suretinde; bazen birinci kısmı (baba) tasvir eden muhterem bir ihtiyar şeklinde; bazen de üç şahsı bir arada yani başlarında papalara mahsus bir taç bulunan ve her biri dudaklarıyla bir güvercinin kanatlarını tutan bir ihtiyarla bir genç suretinde resmedilmiştir. Bu güvercin onların her birinden ortaya çıkmış ve aralarında asılı dururdu. Fakat bazen de yaratıcı bir bedenli ve üç yüzlü tasvir olunurdu. Bu hâl Hinduların yüce tanrıları “Brahma, Vişnu, Şiva”nın üç yüzlü ve bir bedenli şeklinde resmettikleri için, Hristiyanlık’taki teslis inancının da aynı gelişme merhalelerinden geçtiğine işaret eder.

    Son devrin başlangıcında âlemin yaratılışı hakkındaki Tevrat kaynaklı tasvir pek büyük bir sanatçının dâhiyane kudretiyle Hristiyanlık âlemine tamamen hâkim olmuştur. Michelangelo’dan (ö. 1564) başkası olmayan bu sanatkâr 1515 yılında Papa II. Julius’un (ö. 1513) emri ve nüfuzuyla Sistine Şapeli’nin duvarlarındaki nakışları çizmiştir. O zamanlardaki dinî telakkileri en muhteşem bir tarzda yansıtan işte bu resimlerdir. Bu nakışlar göklerin ortasında teslisin ilk kısmı olan mutlak kudret sahibi baba Tanrı’yı insan çehreli muhteşem ve muhterem bir ihtiyar şeklinde çizer. Bu insan pek şiddetli rüzgârlara binmiş, etrafını melekler kuşatmış olduğu hâlde sonsuz fezada dolaşmaktadır. Bu resimler, onun gök renkli dünyanın birbiri ardınca gelen gök katmanlarında yaratılış işini nasıl tamamladığını göstermektedir. Hasılı, Kitab-ı Mukaddes’in Yaratılış Kitabı’nın birinci hikâyesine uygun olan bu tasavvur Michelangelo’nun ulvi eseri sayesinde bütün Hristiyanlık dünyasında kabul edilmiş, Bossué (ö. 1704)27 bu tasavvuru çokça savunmuş; ister Katolik ister Protestan olsun bütün kiliseler bu tasavvuru kesin bir biçimde desteklemişlerdir. Fakat bu tartışmalara daha ilk günden başka bir mesele de karışmıştır. Şöyle ki Tevrat ayetlerinin birincisinde, “Nur yaratıldı. Binaenaleyh gece ile gündüz birbirinden birinci günü ayrıldı.” denildiği hâlde, güneşle ayın ancak dördüncü günü yaratıldığı haber verilir. İşte bu meseleyi de çözmek için yüzlerce değil binlerce sayfa yazılar yazılmış, teolojik ve güya bilimsel nice nice diller dökülmüştür. Hâlbuki Tevrat’ın o ayeti eski âlimlere göre ışık ile karanlığın gök cisimlerine tabi olmayan müstakil bir varlık ve mahiyeti (entité) olduğuna ve güneşle ayın ve diğer gök cisimlerinin “ışığı (nur) artırmak için değil aksine ışığı karanlıktan ayırmak, gündüz ve geceye hâkim olmak için” mevcut olduklarını düşünmekten kaynaklanmaktaydı. Binaenaleyh bu zorlama teviller basit bir hadiseyi asırlarca bakışlarımızdan gizlemiştir.

    İşte buraya kadar sadece yaratılış meselesinin bazı yönleri hakkında verdiğimiz bilgiler bilimin niçin din âlimlerine karşı isyan ettiğini göstermeye yeterlidir. Bundan sonra gelecek makalelerimizde bu tartışmayı icap eden diğer meseleleri de birer birer göstereceğiz.
    3 Teşrinisani 1341
    Müderris: Mehmed Ali Ayni
    3 Kasım 1925