CİNNET KLASİK “Her insan bir uçurum; baktıkça başım dönüyor.”
Yılmaz Gümüş

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • İlk bakışta suçun ve suçlunun belli olduğu, üzerinde fazla vakit sarf etmeye gerek olmayan basit adî bir vakadır mevzubahis olan. Bir adam, beraber yaşadığı ve çocuğunun annesi olan kadını başka bir erkekle beraber olduğu gerekçesi ile onlarca bıçak darbesiyle katleder. Bildik bir üçüncü sayfa haberi. Dedikoduya malzeme olmaktan öte bir tarafı olmayan gündelik bir hikaye.

    Genç yaşlarda hayata veda eden Büchner, hikayenin kahramanının ismi olan “Woyzeck” başlıklı dramını 1836 yılında yazdığında epey ses getirmiş. Dramın popülerliği, kaleme alınmasından yaklaşık 15 yıl evvel gerçekleştirilmiş olan bir cinayeti hikayeleştirmesi ve ayrıca dönemsel bazı gelişmeleri ihtiva ediyor olmasından kaynaklanmakta olduğu tahmin edilir. Öyle ki bu cinayet uzun süre hukuku olduğu gibi toplumu da hatta siyaseti de meşgul etmiştir. Canînin cezai ehliyetinin olup olmadığı ve içinde bulunduğu şartların ve ruh halinin hafifletici sebep olarak yorumlanıp yorumlanamayacağı tartışılan konuların başında gelmekteydi. Saksonya tahtının veliahtının canînin lehinde bir rapor ile tartışmalara dahil olması bu cinayeti önemli kılan bir husus olarak karşımızda durmaktadır.

    Dramın okurla buluştuğu zamandan günümüze kadar halen daha tartışılmaz bir öneme sahip, klasik kategorisine girebilmeyi başararak uluslararası tiyatrolarda sıkça sahnelenen bir oyun olması basit adı bir vakadan öte boyutlarının olduğu kanısını desteklemektedir. Bunda oyunun “mazlum katil” figürünü konu edinmesinin etkisinin de payı büyük olsa gerek. Oyunun en dikkat çeken hususlarının başında, toplumsal sınıfların insanların hayatlarına ve özel ve mahrem alanlarına dahi ne denli etkilerinin olduğunu ortaya koyması olduğu gibi, güçlü sınıfın zayıf sınıf hakkında ne denli tasarrufta bulunabildiğini acı ve gerçekçi bir şekilde ortaya koyması gelmektedir. Fakat eserin daha farklı ve etkisi açısından önemli ve yazımızın sonunda önem arz edecek bir boyutu daha var. Bu da insanoğlunun hayatının bir çok kesitinde farklı şekil ve boyutlarda ortaya çıkabilecek olan duygularının, düşüncelerinin ve davranışlarının izdüşümlerini taşımasıdır. Bu yönüyle eserin, sadece somut olarak anlatılan olayın ötesinde farklı hususların vazih bir şekilde yorumlanmasına aracı olarak zaman ve mekan ötesi bir etkiye sahip olması, onu klasikler kategorsinde yer edinmesinin ne denli yerinde bir durum olduğunu göstermektedir. Başka bir ifadeyle bu tür eserler bu özellikleriyle bir mesel veya bir kıssa gibi hakikatli perspektifler açmaktadırlar yorumlayıcı okurların önüne. Fail Woyzeck anlaşılmaya çalışıldığında vukuatının ardında yatan şartlar ve ruh hali, bunları müşahede edeni, yani okuru, başka ve hatta tamamen farklı gibi görünen olayları ve gelişmeleri yorumlamaya yönlendirmekte. Peki nedir bu hikayenin özünde yatan ve bu yazının yazarını bu yazıyı yazmaya zorlayan yorum?

    Woyzeck toplumun en alt tabakasını temsil eden gariban biridir. Gariptir ve garipiliği fakirliğinin yanısıra toplum tarafından kabullenilmiş değerlerin ve doğruların karşısında ona biçilen ve içinden çıkamayacak olduğu roldür. Kilisenin etkisinin bir neticesi olarak 19. yüzyıl Alman toplumunda dinî nikahsız bir birliktelik ve bundan dolayı vaftiz edilmemiş bir çocuk sahibi olmak, onu kabul görmeyen, yerilmiş ve aşağı bir insan konumuna itmiştir. Toplum içinde yer alan fakat topluma uymayan biridir. Beraber yaşadığı eşi Marie ve çocukları Christian’ın haricinde pek kimi kimsesi yoktur. Toplumun itibarlıları tarafından hor görülerek sömürülen bir figürdür Woyzeck. Yokluğun içinde kendine kurmuş olduğu küçük dünyasında ailesinin geçimini sağlama sorumluluğunu yerine getirmek için uğraş vermekte ve bunun için aşağılanmaları da kabullenmektedir. Woyzeck, paralı er olarak çalıştığı için emekli bir yüzbaşıya hizmet etme durumunda kalmış ve yanısıra bir doktorun deneylerinde denek olarak para kazanmaya ve ailesine bakmaya çalışarak sürekli bir işten başka bir işe koşturan, hayatı hep bir koşuşturma olan ve arada bir ailesinin yanına uğrayıp kazanmış olduğu az miktarda parayı teslim edip ardından koşturmaya devam eden biridir. Hayatın şartları onu bir döngüye hapsetmiştir. O hiçbir zaman fakirlikten kurtulamayacak ve hiçbir zaman erdemliler statüsüne kavuşamayakcaktır. Woyzeck, fakirliği ile diğer muteber insanlardan olamama durumunun birbiriyle ilgili olduğu ve bu durumu kaderi olarak kanıksadığını şu cümleyle ifade eder: “Öyle inanıyorum ki, bizim gibileri (fakirler) gök yüzüne (cennete) alınsa, orada da göğü gürletmek için çalıştırılırlar.”

    Emekli yüzbaşı, kurmuş olduğu cümlelerden anlaşılacağı üzere çok yüzeysel ve boş bir insan olmasına rağmen, yaşadığı hayatın getirmiş olduğu sıkıntılarla boğuşan ve böylelikle ister istemez saflığına rağmen sızısı ve sıkıntısının ürünü toplumsal meseleleri irdeleyen, felsefi ve teolojik konuları ihtiva eden cümleler kuran Woyzeck’e karşı üstünlük duygusuyla hakaretvarî tavırlar sergileyen biridir.

    Woyzeck: “Tanrı der ki: Bırakın güçsüzlerinizi, bana gelsinler.” Emekli yüzbaşı: “Ne diyorsun sen? Ne tuhaf bir cevap o öyle? Kafamı karıştırıyorsun söylediklerinle.”

    Bazen acıyarak kendince nasihatler verir: “İyi bir insansın, iyi insan. Fakat çok fazla düşünüyorsun, bu yoruyor.”

    Woyzeck’in yaşanmışlığın söylettiği cümleleri karşısında devamlı aşağılama yöntemine başvuran ve hikmet sahibi biri olduğu intibaını oluşturmak üzere ilk anda hikmetli gibi algılanabilecek fakat irdelendiğinde aslında boş olduğu anlaşılacak cümlelerle acizliğini örtbas etmeye uğraşmaktadır.

    Emekli yüzbaşı: “Dünyanın bir günde etrafında döndüğünü düşündüğümde ürperiyorum. Büyük bir zaman israfı. Nereye varır bu gidiş?”

    İtibarı yüksek olan orduda yüzbaşılık yapabilmiş biri olmanın ona toplum nezdinde sağlamış olduğu avantajı kullanan bir zavallıdır aslında. Bir yandan ahlaki değerlere devamlı bir şekilde vurgu yaparak Woyzeck’i hayatında yapmış olduğu o hatadan dolayı ezmeye ve üstünlüğünü hissettirmeye çalışırken, boş bulunduğu bir anda yağmurda koşan kadınlara duyduyu ilgiden bahsederek benzer zaafları olduğunu ele veren kibirli biridir. Kibri ve zeka seviyesi zayıf olduğu gerçeğini idrak edememesini beraberinde getirmektedir. “Kendi kendime hep düşünürüm: Evet, sen erdemli bir insansın. (duygulanır) İyi bir insan, iyi bir insan.”

    Doktor, Woyzeck’i denek olarak kullanır ve ona bunun için bir miktar para verir. Yapmış olduğu deney çok ilginçtir. Sırf bezelye yiyen insanların akıl seviyelerini koruyup koruyamadıkları sorusunu yanıtlamaya çalışan doktor duygusuz biridir. Duygusuzluğun bilimselliğin gereği olduğuna inanır ve bu anlayış doğrultusunda Woyzeck’i ancak bir obje olarak görür ve bu anlayışına uygun muamelede bulunur kendisine. Emekli yüzbaşı gibi toplumda itibarı olan biri olarak doktor, Woyzeck’in konuşmalarını devamlı bölen ve bilimsel izahlarla susturan biridir. Yine emekli yüzbaşı gibi eserde ismiyle değil mesleğiyle anılan biridir ve statüsüyle ve statüsünün sunmuş olduğu imtiyazla toplumun en alt kesimini temsil eden Woyzeck’in karşısında üstün biri olarak durmaktadır. Sosyal olmadığı gibi insanî yönü de gelişmemiş olan doktor tarafından da aşağılanmak Woyzeck’in pek umrunda değildir aslında. Muhtemelen Woyzeck doktoru da emekli yüzbaşıyı da saf haliyle idare etmektedir, oyuna dahil olmaktadır. Onlarla açıktan boy ölçüşmeye yeltenmez, haddini bilir ve sadece görevini yerine getirir. Gayesi elde ettiği parayla ailesini geçindirmektir. Deneyin etkisinden Woyzeck’in aklı dengesi bozulmuştur, halüsinasyon görmeye başlamış ve masonların saldırısına uğradıkları gibi vehimlere kaptırmıştır kendisini. Düşmüş olduğu durum doktorun hoşuna gider. Deney başarılı ve ilginç neticeler vermektedir. Marie, asker arkadaşı Andres ve emekli yüzbaşı durumu fark ederler fakat bunu Woyzeck’e has bir kafa karışıklığı gibi algılarlar.

    Marie, Woyzeck’in hayatındaki en önemli kişidir. Aynı zamanda suç ortağı. Woyzeck koşuşturmaları sebebiyle ailesine vakit ayıramadığından ve ayrıca deneyden dolayı gittikçe bozulan aklî dengesi ve tuhaflaşan ruh halinden olsa gerek ailesiyle olan bağı zayıflar. Marie bir yandan Woyzeck’e karşı soğurken diğer yandan ise ona acıma duygusuyla yaklaşmaktadır. Saf biridir. Woyzeck’in ailesinin yanında olamayaşından ve az kazançlı ve düşük rütbeli bir asker olduğundan olsa gerek Marie’nin gözü dışardadır. Başını döndüren binbaşının cazibesine dayanamayarak aynı suçu tekrar işler. Fakat vicdanı rahat etmez, İncil’den günahıyla ilgili bölümler okur ve tanrıya ve Woyzeck’e karşı mahcubiyet duyar.

    Emekli yüzbaşı acımasızlığını ve alt seviyede gördüğü Woyzeck’i ezme hazzını bu sefer Woyzeck’e eşinin günahını sinsi bir üslupla bildirerek tekrar ortaya koyar. Woyzeck büyük bir yıkım yaşar. Woyzeck donup kalmıştır.

    “Dünya cehennem gibi kaynar. Buz tuttum, üşüyorum. Cehennem soğuk bir yer olması lazım; yemin edebilirim.”

    Elinde olan herşeyini, asker olarak bedenini ve deney olarak aklını adadığı kutsalı olan eşi ona atfettiği kutsiyet örtüsünü sıyırıp atmıştır üzerinden. Woyzeck dayanaksız ve gayesiz kalmıştır. Vakit bulup zaman geçiremese de, huzur tadamasa da eşi ve çocuğuna karşı duyduğu adanmışlık duygusu karşılıksız kalmıştır. Hayatla girebilecek olduğu tek alışverişi vardı. Kendini adayıp hayattan (ç)alabildiği eşi, Woyzeck’in bedenini ve aklını sattığı dünyaya meyletmiş ve böylece ona en ağır mağlubiyeti tattırmıştır. O zamana kadar yaşamış olduğu gururunu ezen muameleleri dikkate bile almayan Woyzeck, hakaretlerini bile kaale almadığı o dünyaya en değerlisini kaybetmiştir. Bir anlık duygu kayması ve beraberinde getirdiği hata, Woyzeck’in kendine karşı duyduğu ve adanmışlığıyla yaşattığı gizli izzetini ayaklar altına almıştır. Kimsenin farkında olmadığı, içten içe büyüttüğü ve kendisine varolma gücü veren şahsiyetini kaybetmiştir. Düştüğü durum eserdeki belki de en acı cümleyi söylettirir Woyzeck’e: “Her insan bir uçurum; baktıkça başım dönüyor.”

    “Bir günah; kalın ve geniş – öylesine kokuyor ki, dumanı melekleri gökyüzüne kaçırtır.”

    Öldürmeyi onurunu tamir etmenin yolu olarak seçen Woyzeck için iki ihtimal olabilirdi. Ya binbaşıyı veya da eşini öldürmek. Woyzeck eşini öldürmeyi tercih eder, çünkü binbaşıyı öldürdüğünde kendini adamış olduğu ve kendisine dönebilecek olduğu kişi kalmamıştır artık. Woyzeck tereddüt etmeden eşini öldürmeyi planlamaya başlar. Marie’yi öldürmesi aynı zamanda birikmiş aşağılanmalara rağmen ortaya koymuş olduğu adanmışlığı, yanılmışlığı ve güven kaybıyla bir hesaplaşmadır. Aşağılık dünyanın aşağılıklığını sineye çekerek kendini bir yerde aşağılatan ve aşağılayan Woyzeck, kendi açısından gerçek, tek ve onu derinden sarsan aşağılanmayı yine o aşağılık dünyanın bir temsilcisinin aşağılıklığı ile birlikte tatmıştır. Düşebilecek olduğu daha derin bir uçurum, tadabilecek olduğu daha büyük bir yıkım olamazdı. Makbul ve meşru olarak kabul edilen bir dünyada kabul görmemek onun dünyasında kayda değer bir şeye tekabül eden bir durum değildi. O makbul ve meşru olmamayı kabullenmiş ve gayri meşru olan küçük cenneti için her türlü sıkıntıya göğüs germiştir. Cennetini koruyabilmek ve o makbul dünyaya muhtaç etmemek için uğraş veren kişi nihayetinde cennetini kaybetmiştir. Cennetin kaybı cinneti getirmiş, cennetsiz kalan Woyzeck cinnet geçirmiştir.

    Büchner’in eseri bir ruhsal bunalımı, onun şartlarını ve etkisini ele alır ve bununla sınırlı bir hikaye gibi durur okuyanın karşısında. Fakat eserin işlediği vakanın ve mağdur, mazlum ve mahzun failin fiilinin özüne inip esas ve tetikleyici duyguları yakalayabildiğimizde farklı şartlarda ortaya çıkan aynı duygular ve benzer fiilleri anlama konusunda önemli bir konum elde etmiş oluruz. Başka bir ifadeyle Woyzeck’i bir mesel gibi okuduğumuzda kıyaslayarak meselelerle ilgili yerinde ve meselenin özünü yakalayan yorumlara açılabilmekteyiz.

    Woyzeck’in hikayesini bu unsur üzerinden ele almak ve yorumlamak gayet elverişlidir: Adanmışlık. Egemen algı tarafından kabul görmeyen ve hatta gayri meşru ve sorunlu olaral addedilen bir fikre salt o fikir için adanarak bağlanan insanlar bazı özellikler taşımaktadırlar. Kısa vadede elde edilecek ve somut bir hedefe değil de büyük fedakarlıkları ve hatta fedakarlıklarının neticesini görememeyi bile göze almayı gerektiren hedeflere odaklanan idealist insanlar, adanılan ide ile varoluşsal bir bağ kurmuşlardır. Bu bir yandan onları sımsıkı bir şekilde ve kutsiyet yükleyerek bu ideye bağlarken, diğer yandan o idenin kutsiyetinin korunması ve daimi olması için de adeta bu idenin üzerine titrerler. Bu idenin taraftarı olmayanlara karşı savunmacı ve koruyucu bir tutum sergilenirken, öte taraftan idenin kendisinin bozulmaya veya değişim ve dönüşüme karşı korunmasını arzu etmekte ve bu yolda hassasiyet göstermekteler. Yine bu idenin taraftarlarının sayısına ve maddi gücüne bakmaksızın kendi dünyalarındaki soyut boyuttaki – adalet, vicdan gibi – üstünlüğünü önemserler ve içinde barındırdığı hataları bertaraf edip doğru olan yönünü güçlendirerek o konuma yükselmesi için çaba sarfederler. Onlar için önemli olan idenin her yönüyle –istikamet, hedef, yöntem– en doğru olanı temsil etmesidir. Zira onlar için bir idenin doğruluğu o idenin istikameti, hedefleri, yöntemleri ve dolayısıyla taşıyıcılarının doğruluğuyla kendisini ortaya koymaktadır. Doğru olanın ancak doğru kalarak gerçek güce ulaşabileceğine inanırlar. Bu doğruluğu koruyabilmek için ilelebet güç ve imkan sahibi olmaktan mahrum olmayı göze almıştırlar. Doğruluğun kendisi hakiki gücün bizatihi en önemli işaretidir.

    Gelgelelim fikirler ve akımlar gün gelir zor zamanın şartları ile birlikte bazen bu iki seçenek arasında kalırlar: Bir yanda fikriyatlarından feragatta bulunarak imkan sahasını genişletme ve uzun vadede üstün kâra kavuşma ihtimali, diğer yanda ise feragatta bulunmaksızın, olunması gerektiği gibi olarak sıkıntılarla boğuşma ve böylelikle de marjinalleşerek bitme tehdidi ile karşı karşıya kalma olasılığı. Bu durumda cevabı aranan soru en genel manada şu şekilde ifade edilebilir: Mevcut zor zamanı ödün vererek fakat en az zararla aşarak ve hatta açılan imkanlardan istifade edip güçlenerek uzun vadeye ertelenen gayeye hizmet etmek mi doğrudur, yoksa zor zamana rağmen bir ideyi ve akımı var kılan unsurlarından ödün vermeksizin olunması gerektiği gibi varlığını devam ettirmeye çalışmak mı? Bu noktada verilecek olan cevap önemli bir kırılma noktası teşkil etmektedir bu idenin adanmışları için. Kimi idesine adanmış kişiler özellikle birinci cevap ile birlikte ciddi bir hayal kırıklığı ve sorgulama sürecine girebilirler. Onlar açısından zor şartlarda dahi olsa sunulan cazip imkanlara kavuşmak için verilen ödün, adanmışlık duygusuyla hareket eden insan için kendi nefsinde mücadele edip nispeten yenmiş olduğu bir zaaftır, olumsuzdur, doğru değildir ve böylelikle de kutsiyet atfettiği idesinin karar verirken ve istikamet tayin ederken gerekçesi olmamalıdır. Bu ide açısından mağlubiyetlerin en acısı, adananların bir kısmı açısından adanılan kutsiyetin kendini var eden vasfını kaybetmesidir. İde tılsımını yitirmiştir.

    Bu adanmış kişiler bu durumu ide açısından bir mağlubiyet olarak yorumlarlar, çünkü şartlara tesir etme ve düzeltme gayesi taşırken, pratikte şartlara rıza ve teslim konumuna gelinmiştir. Şartlara teslim olan bir akım şartlarla barışık halde var olmaya karar verdiğinde o idenin adanmışları ortaya koyulan değişime ayak uydurma konusunda zorluk yaşadıklarında, Woyzeck’in girmiş olduğu bunalıma benzer bir ruh haline bürünebilirler. Egemen güç, daha önce itilmiş ve marjinal konumda tuttuğu bir ideyi ve onun akımını kurulu düzenine adapte etmek üzere cazibesini ve gücünü ortaya koyarak bünyesine dahil ettiğinde, adanmış insanlar teslim oldukları idenin buharlaştığı ve dayanaksız kaldıkları kanısına varırlar. Bu ideyi bizatihi egemen olana nispetle doğru olanı temsil etmenin bir imkanı olarak benimseyen ve kendisini ona adayan insanlar mücadelelerinin ve dolayısıyla adanmışlıklarının beyhude bir gayret olduğu duygusuna kapılarak boşluğa düşerler.

    Gücün ve sunulan imkanların karşısında evrime uğramış bir anlayış, her bir şeylerini feda etmeyi ve hatta ilelebet mazlum durumda kalmayı göze almış bu insanlar açısından büyük bir yıkım olur. Gücün ve imkanın karşısında şartlardan ötürü ödün vererek yeni bir yol çizen akıma nispetle yalnızlaşırlar, yanlızlaşarak durgunlaşırlar ve bazen de durgunluğun ardından veya durgunlaşamadıkları için hırçınlaşırlar, yani bir nevi bir cinnet haline geçerler, cinnet geçirirler. Bu insanlarda cinnet, adanmışlığın büyüklüğü ölçüsünde ortaya çıkan derin mahzunluğun insanın içinden dışına taşmasıdır. Woyzeck örneğinde insanın dışına bir an için taşarak kontrol dışı ve aşırı bir eyleme dönüşmek anlamına gelirken cinnet, ki cinnet genel manada böyle tanımlanır, adanmış insanlarda bazen farklı bir çehreyle karşımıza çıkar. Hüzün, soğukluk, donukluk, çekilme ve yüz çevirme olarak yaşarlar cinnetlerini. Asıl itibariyle cinnet bir an için aklın devre dışı kalmasını ifade ederken adanmışların cinneti, bitmeyen bir fikri çekişmeyi kendi içinde yaşama halidir. Woyzeck’in eşini, yani cennetini katledişini bir mecaz olarak yorumladığımızda, kurguladığı cennetten kopmak olarak okuyabiliriz. Adanmışlar da benzer bir şekilde koruyamadıkları ve tekrar kuramayacaklarını anladıkları yeryüzü cennetinden kopuşlarından doğan boşluğu, baki olan soyut değerlere tutunarak ve adanarak aşabilecekleri idrakiyle doldurabildiklerinde fikri çekişmeleri ve zihnî ve kalbî hicretleri onları başkalarının benzer bir bedel ödemedikleri için elde edemeyecekleri farklı bir merhaleye yükseltebilir. Böylelikle cinnetleri onlara cennet olarak dönebilir.