Venedik’te Kimin Eli Kimin Eli Üstünde
Kadri Akkaya

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Nasıl ki gittikçe ölüme doğru yaklaştığını hisseden ama kadere tam teslim olamamış yaşlı bir insan, her yeni vücud sızısında şükrü aklına getirmeden binlerce ah ve vah ile “Keşke!” diyerek geçen hayatına sürekli hayıflanırsa; Avrupa’nın güneyindeki şu yaşlı kent Venedik de bugün tarihî merkezinin içerisinde aynı anda tam iki yerde gürültülü birer uğultuyla patlayan bombaların acısıyle bir kez daha “Keşke …” dedi.

    Keşke sazlık, balçık ve göçmen kuşlardan geçilmeyen o eski coğrafyanın ilk hâlini, salt daha çok sahip olmak; güneyden kuzeye, doğudan batıya ticaret yoluyla ulaştırılan metalar üzerinde daha çok pay hâkimiyeti elde etmek için; yüzyıllarca uğraşarak hem yaşadıkları yöreyi hem de kendilerini yaratılış gayesinin aksine değiştiren insanlar keşke Kabil değil de Habil istidadında olsalardı. Her şey doğallığında değişse ve gelişseydi. Ölümlülüğü, keşke daha çok sahip olmak ile gidermeye çalışma yerine ve bu amaç uğurunda başkalarının ölümüne kolayca karar verme istidadı yerine; keşke insanlar yaradılışlarının hakiki manasınının künhüne varma amacı için biraz daha fazla ceht etselerdi.

    Bu coğrafyanın çocuklarından az da olsa böyleleri de çıkmadı değil: 1906 ile 1972 arasında yaşayan Dino Buzzati’nin yazdığı “1980 Dersi” öyküsü vicdanını çeşitli gerekçelerle sansürlemeyenler ve çevresini algılamasını bilenler için aslında sadece sahip olma peşinde koşan güçlülerin zaafiyeti kısırdöngüsüne İtalyanca evrensel bir cevap idi.

    Yaklaşan kaçınılmaz ölümden dolayı kendini güçsüz ve yalnız hisseden bu yaşlı kente: “Üzülme! Kaderlerin üstünde de yazılmış bir başka kader vardır: Nasıl altın çamur içine düştükten yıllar sonra çıkartıldığında da saf altın olarak kalıyorsa, gün gelir bataklıkta da güller biter!” özlü sözünü biri ona hatırlatmalıydı.

    “Dalmaçya haydutları Morlaklar bile bana hükmeden çoğu Dük’lerden daha adil davrandılar.” dedi ve devam etti: “Osmanlı Devleti’nin Sırbistan, Arnavutluk, Bosna ve Hersek’i fethetmesiyle birdenbire üzerimde yaşayan sessiz çoğunluk halk; başa geçen Dük’lerin, Onlar Meclisi’nin ve onları da seçme hakkına sahip zengin azınlık sınıf karşısında hiçbir hakkı olmadan sadece sömürülen sessiz çoğunluğun da bilinçli olarak farkında olmadıkları ama toplumsal sınıflar arasındaki kolay geçişkenlikten dolayı kendilerini bir nevi cezb eden Osmanlı toplumuyla artık deniz ve kara komşusu hâline geldiklerindeki gizli sevinci şimdi hatırlıyor ve daha iyi anlıyorum.”

    ***

    “Keşke kentte her şey göründüğü gibi güzel olsaydı. Hızla bir hüsrana gidiliyor. Süslediğimiz, allayıp pulladığımız ‘bu yaşlı bayanı’ ne kadar ‘genç bir kız güzelliğinde’ ve ne kadar bir zaman daha turistlere ‘pazarlayabileceğiz’ ki? Olmuyor, olmuyor!” demişti 2019’da Vincenzo Masala’ya eski kültürden sorumlu devlet bakanı kimsenin duymayacağı fısıltıyle dört yıl önce görevini teslim ederken.

    Kentin dünya turizm destinasyon listesinde önlere geçebilmesi için ve dolayısıyle gelirlerinin artması için neler yapmadı ki: Sokak yerine kanallar, taşıt yerine gondolların olduğu bu kentte, çöplerin de gondollaryü toplanması planını yeniden hazırlatmış ama herkesin bildiği ve yaptığı gibi çöp ve atıkların gizlice Venedik’in deniz sularına karıştırılmasına mani olamamıştı. Binalar istisnasız denizin içindeki balçık ve kumsal zemin üzerine çakılan milyonlarca ağaç kazık üzerine yapıldıklarından, yüzyıllardır devam eden bu süreç ister istemez binaları tehlikeye atmaya devam ediyordu. Kimi binaların zemin katları deniz suyu seviyesinin gittikçe yükselmesinden artık kullanılamaz hâle gelmişti. Her yıl biraz daha zemini çöken kent, 2000-2022 yılları arasında toplam 43 santim batmıştı.

    1987 yılından beri kent UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası kapsamına alındığı hâlde; ödenen meblağ, hatta AB fonları bu kenti kurtarmaya yetmediği gibi artık muhtemel diğer yardımların da yetmeyecek olduğu kesindi. 2016’da 60 bin olan şehir nüfusu, 2023 yılı başında nerdeyse 53 bine kadar düşmüştü. Üç asır önceki 320 bin nüfusuyla bir zamanların ihtişamlı bu metropolünün kaderinde eski ve yıkık bir taşra beldesi olmak mı yazılı?
    Her gün 10 ton çöp, kentin kanallarındaki, binaların zeminlerindeki milyonlarca sıçanın saldırısından da korunarak toplanması lazım. Sadece bu sorunda bile finansman eksikliği söz konusu. Şehirdeki her otel konaklayanından “tassa soggiorno” diye alınan özel vergi de bomboş kent kasasını dolduramıyor.

    Uzakdoğu’nun, hatta Türkiye’nin kimi zengin girişimcilerini motive ederek Venedik’e otel ve diğer turizm yatırımlarına, dolayısıyle bu bölgelerden binlerce turistin Venedik’e gelmesine vesile olunmuş olsa da, toplam turizm gelirleri yine de gerçek giderleri karşılamaya yetmiyor ve yetmeyecek. Ünlü Vendik Karnaval’ı, Venedik Bineal’i, Venedik Film Festival’i ya da diğer turizm destinasyon veya sanat atraksiyonları şehre musallat olmuş haz moderliğinin ve çağdaşlığının getirdiği ölümcül birçok hastalığın da yurdu yuvası olmuştu. Sorumluluk hisseden ve yüzyıllar içinde birikmiş sorunlarla mücadeleyi bırakmayan bu çalışkan bakan için artık tüm bu olgular birer veri değil, inkârı imkânsız gerçeklerdi ve bu acı gerçekler onun ruhunda sonu gelmez bir kısırdöngü oluşturuyordu.

    Vincenzo Masala Kültür Mirası Kurtarma Komisyonu Başkanı olarak yönettiği toplantı sonrası komisyon üyeleri ayrılır ayrılmaz Londra ve Nevada merkezli dünyanın en ünlü danışmanlık firmasının en üst başdanışmanlarından Umberto Kieser ile tekrar görüşmek üzere İsviçre’nin Lugano’suna uçtu. Onunla Davos’ta 2021 yılı Ekonomi Formu vesilesiyle tanışmasından sonraki vedalaşmasında kendisine göz kırparak Amerikan aksanıyle İtalyanca: “‘Sicilya’lı dedem, ‘insanlara red edemeyecekleri teklif ile gidersen, kazançlı sen olursun!’ derdi. Ümid ederim bir dahaki görüşmemizde red edemeyeceğim bir teklifle geleceksiniz. Sizin kazançlı çıkmanız, beni de mutlu eder. Tekrar görüşmek üzere!” demişti.

    Havaalanı yolunda bir zamanların o muhteşem binalarından çevreye verilen zararlarını, kanallardaki akan kirli sıvıya deniz suyu demeye bin şahit isteyen durumu görmemek, havaya yayılan pis kokuları algılamamak artık elde değildi.
    “Eski Avrupa kaçkınlarının devamı, burnu havalarda ve kendini ‘global dünya vatandaşı’ gören şu ‘Sicilya Tohumu Haramibaşı’ da bana tam bir kurtarma reçetesi vermezse ne yaparım?” diye düşündü. Avrupa Birliği’nin kültür bütçe fonundan Venedik’i Güzelleştirme Atağı’na artık bir yardımın kesinkes gelmeyeceği kendisine üç ay önceden, yani daha 2023 yılının sonu gelmeden sözlü olarak resmen bildirilmişti. Demek AB’nin karar ve kanaat önderleri de Venedik’ten tümüyle ümidi kesmiş ve bir zamanların kadim kültür kentini artık ölüme terk etmişlerdi.

    Kieser onu danışmanlık şirket temsilciliğinde değil de dağdaki yabani hayvan avı partisinden sonra dinlendiği ve yakın dostlarını kabul ettiği kartal yuvası dağevinde karşıladı. Elindeki av tüfeğini gösterek: “Bakın, İran’ın Hazar’a bakan dağlarındaki en sert dokulu ağaçtan senelerce özel bir şekilde bekletilerek İtalya’da üretilmiş en iyi av tüfeği! Bizim şirketin danışmanlığında 1970’li yıllardan sonra üretildi. İyinin de en iyisi, bizim şirketin konsepti ama kendi imzamızı atmayı pek sevmeyiz. İmzayı ancak bizim yetkili kıldığımız ve dünya kamuoyunda tanınan belli şirketler atar. Nasıl 2000’li yıllarda Yunanistan’ın ekonomisini sürekli yüzde bir veya üç daha iyi gösterterek yedi sene gibi bir sürede AB’ne delikli bir kova hediye ettiysek, şimdi de şu kamburu bol Avrupa’nın yaşlı Venedik’ini nasıl kurtaracağımızın konseptini size anlatabilirim: Konsept bizden, uygulamaya imzacı bulmak sizden.” dedi.

    – Ama kim zarar edeceği bir karara, bile bile imza atar ki?
    – Atacak bulunur. Hem de güle oynaya imza atacak bulunur. Yeterki iyi bir DJ gibi, hangi tür oyun havasına ne zaman kimlerin oynayacağını iyi bilin! Şimdi sıra, müzik ve melodiyi tespit etmekte: Ortadoksluk ya da İslamcılık; hangisini tercih edersiniz, hangisi en güzeli?
    – İmge ve sözlerinizden bir şey anlayamadım!
    – Bakın, konseptimize imzacı ve uygulayıcı bir “taşeron” arıyoruz. En akıllıcası, tabii ki ayrı ayrı timlerle iki taşeron imzacı ve uygulayıcı.
    Sonra imalı konuşmayı bırakarak son yıllarda adı terörist örgütler listesinde geçen Üçüncü Roma Fedaileri’ni ve Avrupa İslam Ordusu’nu kısaca anlatmaya başladı. Dinlediği plandan endişelenen ve içinden: “Bu adam bir şeytan değil, aynı zamanda kafasının içinde kırk ayrı şeytan besleyen bir başşeytan.” diye geçiren bakanın geri adım atmasına kesin olarak mani olmak için de ekledi: “Nasıl ki şimdi Madona del Monte adasında saklanan eski Suriye’nin Palmira’sının Baal Tapınağı hazinelerinin en önemli parçalarını Ruslar’ın kullandığı ‘Kafkas cihadistler’ üzerinden sizinkilere teslim ettirdiysek, bu iki idealist ekip de çalacağımız müzikle, hem de güle oynaya ‘öte dünyaya yolculukarının’ son eylemini yapacak; dolayısıyle önce Venedik’in tarihi sembol iki binasının kısmen yıkımına ama sonrasında da katakulleye getireceğimiz Çin ve Bahreyn sermayeli iki dev İsviçre sigorta şirketinin primleriyle de tüm şehrin tekrar inşaasına vesile olacaklar. Siz şimdi, tez elden; sizin Milli Güvenlik Kurumu’nu –tabii ki örtülü olarak- bu iki örgütü aynı anda –tabii ki biribirinden habersiz- topraklarınızda yönlendirmemize ikna edin.” dedi. Ucunu göstererek Kieser’in bahsettiği bir zamanların Suriye’sindeki bilinmeyen örtülü sanat ve kültür yağmasından detaylarıyla haberdar olan bakan “Kurum”un nadide elemanlarından da biriydi. Dalavereyi anlamıştı ama bombalar patladıktan sonra, zararı karşılayacaklar listesindeki İsviçre merkezli dev sigorta şirketlerinin bu sahteliğin arkaplanını nasıl ortaya çıkaramayacaklarını da merak ediyordu. Suriye İçsavaşında antik ve pagan sanat şehri Palmira’nın “cihadistlerce” fethedilmesine göz yumuşlarını ve insan boğazlayarak sözümona İslam Hilafet Devleti kurma sloganıyle dünya kamuoyunda İslamofobya olgusunu artıranların aslında dünyadaki hâkimiyetini elden bırakmak istemeyenlere yaptıkları hizmetleri hatırladı. Avrupa’daki samimi binlerce Müslüman genci akşam Selef yatırıp sabah Harici ve Nihilist kaldırmış oldukları da cabası.

    ***

    Avrupa İslam Ordusu timi geçici üs olarak kullandıkları üçüncü sınıf otelden çıkıp bir zamanlar Osmanlı Sultanının temsilci ve elçilerinin ikamet ettikleri Giudecca Mahallesi içindeki sokağın bina duvarlarında taştan somut hâle getirilmiş Müslüman tacir heykellerinin hemen karşı tarafında olan kanalın üzerindeki köprüden geçerek merkez adanın San Stae vapur durağına yakın Santa Croce 1730 adresindeki şimdi Doğa ve Doğa Tarihi Müzesi olan ama eskiden Osmanlı tacirlerinin sürekli konakladıkları ve ticaretlerinin de merkezi olan Fontago dei Turchi binasının hiç de farkına varmayarak San Marco meydanına doğru yola devam ettiler.

    Meydanın başındaki Torre dell’Orologio saat kulesi önünde durdu timin gözlemci olanı. Diğer ikisi turistlere karışarak San Marco meydanı üzerinden Dük Saray binasına girdi. Ellerindeki fotoğraf makinası gibi görünen ve ancak mecbur olurlarsa kullanacakları lazer silahını, içerisinde güçlendirilmiş bomba kalıbını ve kendilerinden gizlenerek aletlere yerleştirilmiş uzaktan patlatmaya yarayan elektronik düzeneğin de hiçbir güvenlikçi farkına varmadı. Aldıkları emir; ellerine bir zarf içinde verilen İngilizce ve Arapça tüm Avrupa Birliği ülkelerinin devlet yöneticilerine yönelik tehdit mesajını sarayın iç duvarındaki o ünlü gammazın ağzı açılmış “İhbar Kutusu”na gizlice atmak ve normal turist gibi önce sarayın üst kesimlerini sonra da zamanında ihbar edilenlerinin ve hüküm giyenlerin kapatıldıkları, akla hayale gelmez işkenceden geçirildikleri dar ve penceresiz mahsendeki odaları da gezerek dışarı çıkmaktı. Mahzenin en alt katlarına indiklerinde uzaktan bir el, boyunlarına astıkları her iki makinadaki bombayı doktora sonrası bilimsel araştırmacı Fatma Yelkovan’dan çalınan antik bir Nokia cep telefonunun sinyaliyle ateşledi. Saniye dolmadan sarayın zemin katı yukarı katlara giden merdivenlerle birlikte yıkıldı.

    Aynı anda diğer tim de yüzyıllardır nefret ettikleri Katolik Venedik’in İkinci Roma’dan haramice gasp ederek buraya kaçırdıkları ve Dük Saray’ının hemen yanındaki San Marco Katetral ve Müzesi’nde orijinali diye sergilenen Quatringa Atları heykelini lazerleyerek parçaladılar. Aslında sadece dışarıdaki terasta sergilenen taklit heykeller kopya değil, aynı zamanda orijinalları diye müze içinde saklanan heykeller de taklitti. Gerçek heykellerin yerini üç bilenden biri de Vincenzo Masala’ydı.

    Bu ikinci tim Katolik Hrıstiyanların Venedik önderliğinde zamanın İkinci Roma’sını yağmalamalarından dolayı yüzyıllardan beri birikmiş kinlerinden ve öç alma duygularından başka hiçbir yaşam sevinci kalmamış; salt bu duygularını tatmin için hayatlarını gözlerini kırpırdatmadan feda edecek iki ortadoks özkardeş Mitica ve Mircea’dan oluşuyordu. Nitekim, 4. Haçlı Seferi vesilesiyle 13 Nisan 1204 de Katolik Hrıstiyan Venedik bir zamanların İkinci Roma’sının, yani Ortadoks Hrıstiyanlığın başkentini zapt etmiş ve Venedik Düş’ünün önderliğinde şehri baştan sona yağmalamıştı. Bu yağmanın en önemli ganimetlerinden biri de San Marco Kilisesi’ne yerleştirilen o ünlü ”Quatringa Atları”‘ydı. Mayıs 2001’de Katoliklerin dini önderi Papa’nın bu yağmalamadan dolayı tüm Ortadoks’lardan bizzat özür dilemiş olması bile bu iki kardeşin kinlerini zayıflatmamıştı. Onlara eylem emrini 23 Haziran 1997 tarihinde olmayan bir tahtın, yani Üçüncü Roma’nın olmayan İmparatorunun varisi olarak Moskova’da taç giydirilen Prens H. Lazaris Paleolog’un yemin törenine Bükreş’ten gelerek hazır bulunanlardan ve bu fikre and içenlerden biri vermişti.

    Eylem sonrası ölen her iki kardeşin ilk otopsi sonuçlardan biri de pazı derileri üzerinde siyah ve mor renk ile 16. yüzyılda yaşamış ortadoks keşiş Filofei’den mülhem “Üçüncü ve Son Roma ideali” yazısı ve bunu simgeleyen çift başlı kartal armalı vücut dövmesinin görüntüsüydü.

    ***

    Medeniyet ve şehir konularında tarih uzmanı Dr. Fatma Yelkovan çevre kirliliğinden dolayı artık doğallığını iyice yitirmiş kanallardaki deniz suyundan kaçarak, adalardaki binaların çatılarına yerleşmiş martı seslerinden uyumaya devam edemeyince, doktora sonrası çalışması süresince konaklayacağı odasından çok erken çıkmıştı. Venedik İstasyonu’na yakın Cannaregio Caddesi’ndeki Quanto Basta Dönercisine tekrar uğrayarak, iki gün önce orada düşürdüğünü zannettiği çok eski bir Nokia cep telefonunun bulunup bulunmadığını sormuş, Arnavut göçmeni tezgahtar kızın ona teselli niyetine beraber kahvaltı teklifine eyvallah demişti. Kahvaltı ettikten sonra, henüz turistlerin özçekim yapmak için akın etmeye başlamadığı ve sabah güneşinin ışıklarında bir başka parlayan Rialto Köprüsü’nü; Ahmet Haşim’in Paris dönüşü kendisine İstanbul’dan gönderilecek yol harçlığını alabilme ümidiyle günlerce kapısını aşındırdığı bankaların da yanından geçerek, bilimsel araştırma yaptığı Venedik Şehir Kütüphanesi ve Arşivi Museo Civico Correr’deki 381 arşiv numarasıyla kayıtlı Osmanlı elçilerinin Venedik’te karşılanma törenleri hakkındaki bilgilere odaklanmıştı. Bu arada saatin kaç olduğunu unutmuş, uzaktan gelen ve diğer kütüphane ziyaretçilerinin duydukları patlama gümbürtüsünü ise dalgınlıktan duymamıştı. Beş on dakika içinde konuşmalar kütüphane ve arşiv atmosferine uymayan bir şekilde yükselmeye başlayalı biraz geçmişti ki, zırhlı polisler birden içeri daldı ve birkaç saniye içinde de onu çarmıha gerer gibi duvara dayayarak; üzerini aradı, ellerini de arkadan kelepçelediler. Masanın üzerindeki tüm eşyalarını muhtemel suç delillerinin ispatına yarar diye plastik eldivenli elleriyle topladılar. Bunların başında Codex Cumanicus adlı Türk edebiyatı hakkında Avrupa’da ilk kitap olarak 1688’de Venedik’te yayınlanan Gian Battista Donaldo’nun “Letteratura Dei Turchi” adlı eseri de vardı. Aniden olan her şey onu şaşırtmış ve kendisine yapılan muameleyi unutarak nadide esere hoyrat ellerin en azından eldiven ile değmiş olması arşivcilik özenini rahatlattı. Sonra işin kendi şahsına yönelik vehametini fark ederek, büyük bir endişeye kapıldı. Polislerin delil torbasına koydukları flash bellekteki word dosyaya şehir arşivinden derlediği ve bilimsel çalışmasında değerlendirmek üzere şu bilgileri not etmişti:

    Venedik önce Doğu Roma İmparatorluğu’nun bir parçasıydı. Yedinci yüzyılda bağımsız oldu. Orta Çağın ortalarında büyük bir deniz filosu kurarak Akdeniz ülkeleriyle yaptığı ticaret sonucu zengin bir ülke hâline geldi. 1204 yılında İkinci Roma olarak da bilinen Ortadoks İmparatorluğun başkenti Konstantinopolis’i talan eden ve Katoliklerin ortak projesi olan Dördüncü Haçlı seferinin başını çekti. Venedik bu seferin sonucu olarak Adriyatik ve Akdeniz’de birçok liman kentiyle Girit adasını da ele geçirdi.

    1271-1295 yılları arasında Venedikli tüccar Marco Polo İpek Yolunu izleyerek Avrupalı bir gezgin olarak Asya’nın içlerine seyhat ederek Kubilay Han’ın huzuruna çıktı ve daha sonra bu yolculuktaki gözlemlerini bir kitap hâline getirdi.

    Venedik ile Türklerin ilişkileri, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan çok daha eskilere dayanmaktadır. Anadolu Selçukluları ve Beylikler döneminde Anadolu’da ticaret yapma serbestisini elde eden Venedikliler, bu tarihten itibaren elde ettiği hak ve ayrıcalıkları Osmanlılar döneminde de devam ettirebilmek için özel bir gayret sarf etti.

    Genellikle; “…mefâhirü’l-ümerâi’l-ızâmi’l-Îseviyye merâciü’l-küberâi’l-fihâm fî’l-milleti’l-mesîhiyye, muslih-i mesâlih-i cemâhiri’t-tâyifeti’n-nasrâniye Venedik Doju ve beyleri.” diye başlayan ayrı ayrı yirmiye yakın ahidnâmeyle de Osmanlı Venedik’in ticari imtiyazlarını bilhassa korumuştur.

    1516 yılında Venedik’te Yahudiler için Avrupa’nın ilk Getto’su oluştuğunda bu kent gücünün doruklarındaydı. Hukuka uygun ama adil olmadan hükmetmeye, Venedik Museviler’e ibadethanelerinde kesinlikle mermer kullandırtmamakla örnek oldu. Bu ayrımcılığın neticesi olarak Museviler de ibadethanelerinde ve diğer inşaatlarında “marmarrino” denen mermerimsi sıvayı ilk kez kullanmış oldular.

    Yüzyıllar boyunca deniz ticaretinin Avrupa topraklarındaki en önemli ve en canlı üssü Venedik limanından her türlü baharat, tuz ve tahıl yanında diğer mamüller Avrupa içlerine dağıtıldı ve dolayısıyle 15. ve 16. yüzyıllarda Venedik kıta Avrupa’sının en zengin şehirlerinden biriydi.

    Osmanlı Devleti 1699 Karlofça Antlaşması ile tarihinde ilk kez toprak kaybına uğrarken Venedik ortakları ile beraber Osmanlılara karşı ilk kez bir savaşı başarıyla noktalıyordu. Mora yarımadası ile Dalmaçya’da bazı kalelere sahip olan Venedik için esasında toprak kazanmak veya kaybetmekten daha da önemli olan, ticari çıkarların devamı idi.

    Cemal Kafadar’ın “Venedik’te Bir Ölüm 1575’’ adlı önemli eserinin somut bir şekilde gösterdiği gibi, epey Osmanlı’nın bu liman kentinde ticaretle uğraştığını ve bunlardan çoğunun da Anadolulu olduğunu biliyoruz. Onların Venedik’e etkileri Istanbul’da tacirlik yapan Venedik Dük’ünün oğlu Alvise Gritti gibi bir semte isim verecek (bugünkü Beyoğlu) kadar olmamışsa da; 1838 yılına dek devam eden bu kanallar şehrindeki Türk Tacirleri Hanından (Fondaco dei Turchi) bu coğrafyaya Daraçalı Sadeddin, Bezirgân Hacı Hüseyin, Ali Ahmet Beşe bin Mehmet, Mehmet Beşe bin Davut, Ankaralı tüccar Hace Kemal gibi birçok tüccarın unutulan etkileri olmuştu. Onları ortaya çıkarma görevi başka ilim ehlinin olsun. Zamanın bu örnek ve önder girişimcilerine Ankara, İstanbul, Venedik ve Girit bağlantılı bir ticari ağ içerisinde faaliyetlerde bulunarak kumaş, deri, gıda maddeleri, yünlü ve ipekli mamüllerin ticaretini yapan Ankaralı Çelebi Mehmet Reis ile daha çok sof, ipek, mum ve kâğıt ticareti yapan Resul Ağa da eklenmeli.

    ***

    İlk ciro banka hesabı sistemini bulmakla öğünen Venedikliler bombaların patlamasından bir hafta sonra güvenlik gerekçesiyle; binbir çeşit maskeyle binlerce insanın şen şakrak her yıl doyasıya eğlendiği geleneksel Venedik Karnavalını ve 12. yüzyıldan beri festival ve bayram günlerinde izleyenlerce görülmeyen ince bir ip yardımıyla yüksek bir yerden başka bir yere en maharetli sirk ve cambazlık ustalarının Volo del Turco adlı yani Türk Uçuş’u gösterilerini iptal ettiler.

    Venedik’li Girolamo Fasaneo ya da “Türk” Recep’in 1630’lu yıllarda Venedik ve Venedik halkını sömürenlere karşı yazdığı kitaptaki bedduaların da olduğu eser Dük Saray’ının patlamalardan etkilenmemiş, kütüphanenin gizli ve karanlık bölümünde 2024 yılı başında hâlâ gün ışığına çıkmayı ve tekrar okunmayı bekliyordu.