BİRAZ DA MUSIKİ KONUŞALIM
M. Hakan Alvam

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Varlık âlemi hareketle devamlılığını sürdüren bir sistem. Hareketin olduğu yerde ise ses kaçınılmaz bir sonuç. Yani sistem, sese mahkum. Âlemdeki sistem ile ses arasındaki bu zorunlu birliktelik madem ki varlığını devam ettiriyor, o zaman bunu insan idrakine ve irfanına açık bir hâle getirmek, anlaşılabilir kılmak lazımdı. İşte varlıktaki sesi bir zevk ve estetiğe çeviren ilme kadim çağlardan itibaren “müzik” demişler. Buraya kadar işin görünen yüzü. Bir de meselenin başka boyutları var.

    Medeniyetimizin mâna büyükleri müzik konusunu daha da ötelere taşıyarak başka açılımlar getirmişlerdir. Meselâ, Ahmed Eflâkî’nin Menâkıbü’l-Ârifîn adlı eserine göre Hz. Mevlâna konuyu şöyle izah ediyor: Allah insan bedeninin şeklini sonsuz ilminde var ettikten sonra, yarattığı insan ruhuna yarattığım bu bedene gir! diye emir buyurdu. Ruh: “Ya Rabbi! Ben senin ruhundan ayrılmış değerli bir varlığım. Bu çamurdan yarattığın balçığın içine nasıl gireririm?” diyerek karşılık verdi. Allah emri tekrarladı, yine aynı cevap geldi. Bu diyalog yaşandığı sırada, balçık bedenden müzik sesleri gelmeye başlayınca, ruh itirazı bırakıp büyük bir zevk ile bedene girdi. Diğer bir ifadeyle beden ruhlandı. Bu anlattığımız şey size anlamsız bir hikâye gibi gelebilir. Fakat Âlemlerin Efendisi (s.a.v.)’in sesinin güzelliğiyle bilinen Bilal-i Habeşi’ye: “Ya Bilal! Bir şeyler oku da bizleri ruhlandır.” (Erihnâ yâ Bilâl) demesi üzerine Hz. Bilal’in güzel bir sesle bir şeyler okuması ve Efendimiz (s.a.v.)’in bundan büyük bir keyif almasını örtüştürürsek konu açıklığa kavuşmuş olacak sanırım. Yukarıda anlatılan hadiseden çıkan sonuç “Müzik ruhun gıdasıdır.” darb-ı meseliyle örtüşüyor.
    Yine mâna büyüklerimizin izini takiple şunu da öğreniyoruz: Bizlerin güzel bir sadaya karşı ilgisiz kalamayıp ona meyil etmemizin sebebi, ruhlar âleminde yaradanın bize “Elestü bi-Rabbiküm”(Ben sizin Rabbiniz değil miyim?!) hitabındaki o sonsuz güzelliği barındıran ilâhi sadâsını aramamızın çabası imiş. İşte gerek dünyevi duygularımızı ifade etsin gerek ulvi duygularımızı, sevdiğimiz her güzel nağmede bizler aslında gerçek güzelin tarafına doğru bir yolculuk yapmaktayız, o tarafa doğru çekilmekteyiz. Burada konu şöyle bir mecraya geliyor. Peki müzik bu kadar ulvi bir kaynağa yolculuğun sembolü ise bunu pervasızca tüketmeye hakkımız var mı? Musıkinin kadrini bilmek için ölçütümüz ne olacak?

    Medeniyetimizin yegâne rehberi Efendimiz (s.a.v.) bize bu konuda da gerekli ikazları yapmış ve bunu hayatında tatbik etmiştir. Her şeyden önce Muhammed Mustafa (s.a.v.) Allah’tan aldığı vahyi yani Kur’an’ı okurken onu sesimizle ziynetlendirmemizi emretmişlerdir. İslam’ın en temel ibadeti olan namaza çağrı olan ezanın yine güzel bir insan sesi vasıtasıyla icra edilmesi kaidesini ortaya koymuşlardır. Bunun sebebi fıtratımızdan gelen özelliklerimizle ilgilidir. Şöyle ki, insan güzel bir nağme eşliğinde söylenen sözün, ilk önce melodisine odaklanır. Daha sonra arkasındaki sözel yapıya intibak eder. Yani algıda melodi sözü öncelemiş oluyor. Burada sözü nağme ile insanlara ulaştıran kişilerin sorumluluğunun da ne derece önemli olduğunu sizlerin dikkatine sunmak isterim.

    Hz. Peygamber (s.a.v.) sadece ibadet hayatımızdaki müziğin yerini tespit etmekle kalmayıp, beşer boyutumuzun ihtiyacı olan müziğed e işaret etmişlerdir. Meselâ, bir bayram sabahı evinde şarkı söyleyen hizmetçi kızları engellemek isteyen bir yakınına: “Hayır! Onların şarkısını kesme. Bugün bayram. Bayramlar insanların eğlenmeye hakkının olduğu günlerdir. Bırak şarkılarını söylesinler!” meâlinde buyurmuş, yine bir başka bayram sabahı Habeşistan’dan Medine’ye gelip yerleşen dava arkadaşlarının âilelerinden uzak kalmanın verdiği hüzünle mahzun olduklarını gördüğünde: “Siz kendi yurdunuzda bayram günleri nasıl sürurlanırdınız?” sorusuna cevaben onlar: “Ey Allah’ın resulü! Biz böyle zamanlarda kendi oyunlarımızı oynar böylelikle sürurlanırdık.” demeleri üzerine, “Peki o zaman burada da aynı oyunlarınızı oynayın.” buyurmak suretiyle onlara mescitte kendi folklor oyunlarını oynamalarına müsâade etmişlerdir. Müzik ve folklorun genel mânada cevâzına dair pek çok rivâyet mevcuttur. Bununla birlikte Efendimiz (s.a.v.) her konuda olduğu gibi müzik meselesinde de bazı tenbihlerde bulunmuştur, sadece günâhına hizmet ettiği taktirde müziğin sakıncalı olduğunu belirtmiş, bunun hâricinde insanın yaradılışından gelen ihtiyacı karşılaması adına müzikle meşgul olmasına bir kısıtlama koymamıştır. Burada akla hemen şu soru gelebilir: Peki durum bu ise niye birçok fıkıh sisteminde “İslam’da müzik haramdır.” ifadesiyle karşılaşıyoruz? Fıkıh âlimleri konuları en eğitimsiz insanların bile hayatlarını günâh tehlikesinden koruyacak şekilde tasnif etmeyi tercih ederler. Fukahanın “Müziğin insanları harama düşürme tehlikesi az da olsa vardır. Müzik meselesinin önünü baştan keselim ki insanlar tehlikeye girmesin.” şeklindeki düşünceleri, konunun “İslam’da müzik haramdır.” şeklinde algılanmasına sebebiyet vermiştir. Günümüz fıkıh âlimlerinden Hayrettin Karaman’ın İslam’da Haramlar kitabının müzik kısmının baş tarafında, bugün yaygın dört mezhebin de müziği haram kabul ettiği ifadeleri vardır. Fakat konu ayrıntıya indikçe sonucun değiştiği görülür. Bölümün sonunda konu “Müzik harama aracı olmuyorsa yapılmasında bir sakınca yoktur.” ifadeleriyle sonlanır. Buradan hareketle şu rahatlıkla söylenebilir ki, harama, kötü duygu ve düşüncelere, şeheviyyâta sevketmeyen her tür müzik fıkhen mubah görülmektedir.

    Bu tartışmalara zemin oluşturan diğer bir konu ise, müziğe dair hadis literatüründeki veri tabanıdır. Musıkiye müsaade eden hadisler olduğu gibi, etmeyen hadisler de literatürde kayıtlı. Hadis ilmi kriterleri açısından konu incelendiğinde, müziğe müsaade eden hadislerin tamamına yakını sahih ve güvenilir kabul edilirken, müziğe ruhsat vermeyen hadisler ise zayıf veya uydurma olduğu görülüyor. Konu hakkındaki yorum farklılıklarının literatürdeki bu rivayet farklılıklarından kaynaklandığı söylenebilir.

    Zahir ulemâ bunları tartışırken, ârif sufiler konuya başka bir açıdan yaklaşmışlardır. Şöyle ki; varlık âlemi Allah’ın zatından tecelli eden ilâhî isimlerin oluşturduğu bir yapıdır. İsterseniz bunu günlük bir misâl üzerinden izah edelim. Ârifler birisinin sofrasında yemek yerken, yediği yemeyi ikram eden kişiden bilmez, Allah’ın Rezzâk isminin tecellisi olarak bilir. Varlığa irfan nazaruyla bakan sufiler varlıktaki her bir vâkıayı Rabb’in bir isminin tecellisi gözüyle müşâhede ederler. Müziğe de bu bakış üzerinden tarif getirerek “Müzik Allah’ın el-Mübdî (örneksiz yaratan), el-Bedî’(beğenilen şeyler yaratan), es-Sâni’ (sanat eseri meydana getiren) isimlerinin tecellisidir.” demişler, her şeyde olduğu gibi müziği de Allah’tan gayrı bir şey olarak görmemişlerdir. Büyük Divan şairi ve Kadiri tasavvuf yolunun mensubu Urfalı Nâbi, müzikle ilgili bir şiirinde “Musıki hikmete dair fendir / Bilene bilmeyene rûşendir.” diyerek müziğin “hikmet ilmi” başlığında incelenmesi gerektiğini belirtiyor. Yani “müzik hikmettir.” sonucuna varıyor. Bakara suresi 269. âyette Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: “Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar.” Bu âyette, hikmet sadece Müslümanlara verilir denmiyor. Aksine “Allah hikmeti dilediğine verir.” buyuruluyor. O zaman bizler Mozart’ın bestelediği müziğe de, bir Hintli Budistin müziğine de, onlar bilsin veya bilmesin Allah’ın onlara verdiği hikmet gözüyle bakmak zorundayız. Bu bakış açısı bizim tüm dünyayı kucaklamamızı ve varlık âlemindeki tüm güzelliklerden istifade etmemiz sonucunu doğurur. Zaten bu durum, âlemlerin Efendisi (s.a.v.)’in bize “İlim ve hikmet müminin yitik malıdır. O hikmeti nerede bulursa alsın.” tavsiyesiyle örtüşmüyor mu? Fatih Sultan Mehmed Han’ın İstanbul’un fetihinden sonra, dünyanın birçok yerinden, sanatın her alanından pek çok sanatçıyı İstanbul’a getirtmesi en başta musıki hikmetini arayış çabasının bir göstergesi değil midir? Peki müzik hikmetini, müzikdeki hikmeti, müzikdeki bilgi ve irfanı arayış neden günümüzde yok? Bu sorunun cevabını bulmak için biraz tarihin sayfalarına bakmamız ve sonra da hâlimizi mihenk taşına vurmamız gerek.

    Medeniyet tarihimizde müzik toplumun her seviyesinde hükmünü icra etmiş, daima ilgi odağı olmuştur. Devletin en üst mercii olan Osmanlı padişahları her türlü ilmin yanında çok iyi bir sanat eğitiminden de geçiyorlardı. Şiir, müzik ve hat sanatları istisnasız hepsinin meşgul olduğu sanat dallarıydı. Padişahlar arasında müzik konusunda öne çıkan ilk isim Sultan ll. Bayezid Han’dır. Kendisi dindar kişiliği ile tanınan hatta “Bâyezîd-i Veli” lakabıyla anılan bir sultandı. Dindarlığıyla bu kadar temâyüz etmiş birinin müzikle meşgul olması yukarıda izah edilen konuları sanırım açıklamış oluyor. II. Bayezid’in bugün elimizde yirmiye yakın peşrev ve saz semaisi formunda enstrümantal müzik eseri bulunmaktadır. Keza Sultan IV. Murad da müzisyen olarak bilinen padişahlarımızdandır ve pek çok peşrev ve saz semaisi kayıtlarda yer almaktadır. Hatta Hüseynî makamında altı adet birbirine hiç benzemeyen peşrev besteliyerek neredeyse imkansız bir bestekârlık başarısı göstermiştir. Şimdi bazı okurlarımız bu başarının ne anlama geldiğini tam olarak anlayamamış olabilir. Şöyle bir örnek üzerinden izah edelim: Bir yazara, meselâ bahar konulu altı tane hikaye yazmasını söyleyelim ve bunların hiç birinin birbirine benzememesi gerektiği şartını da koyalım.Bunun ne kadar zor olduğunu hepimiz tahmin edebiliriz değil mi? İşte IV. Murad bu seviyede bir bestekârdı. Osmanlı sultanları içinde bestecilik konusundaki zirve isim ise Sultan II. Selim Han’dır. Devlet sisteminde yaptığı birçok ıslâhâtın yanında, müzik konusunda da bir dehada görülecek bir çok yeniliğe imza atmıştır. Şevkefza, Evcara, Suzidilara gibi müziğimizde çığır açmış bir çok makamı tertip etmiştir. Usta bir tanburi ve neyzendi. Sultan Abdülaziz Han ise devletin batı dünyasıyla yakınlaştığı dönemlerde yetişmiş birisi olması hasabiyle batı müziği eğitimi de almış birisiydi. Kendisinin hem batı müziği formlarında hem de Türk müziği formlarında eserleri mevcuttur. Aynı zamanda iyi bir piyanist, virtüöz bir Lavta icracısı ve neyzendi. Son padişah Sultan Vahidettin Han’ın ise bugün elimizde elliye yakın Türk müziği formunda besteleri mevcuttur. Kendisi ayrıca iyi bir kanun icracısıydı.

    Öte yandan Osmanlı’da saray okulu olan Enderun’da Türk müziği eğitimi verilmiş, devrin en üst düzey sanatçıları burada sanatlarını icra etmişlerdir. Toplumun üst tabakasının yaşadığı konaklarda, yalılarda ve köşklerde devrin sanatçıları sıkça misafir edilir ve konak halkı musıki icrasına kabiliyetleri seviyesinde eşlik ederlerdi. Zamanın sadrazamı Yusuf Kâmil Paşa ve eşi Zeynep Hanım’ın -ki bu çifti halkımız yaptırdıkları Zeynep Kâmil Çocuk Hastanesinden tanır- konakları devrin büyük müzisyenlerinin sıkça sanatlarını icra ettikleri yerlerdendi. O dönemin önemli simalarından İbnülemin Mahmud Kemal İnan, Yusuf Kâmil Paşa için “Bir insan hem sadrazam hem de evliya nasıl olur merak eden varsa,Yusuf Kâmil Paşa’ya baksın.” ifadesini kullanır.

    Konu konaklarda yapılan müzikten açılmışken, sizlere başımdan geçen, son konak ehli insanlarla ilgili bir olayı paylaşmak isterim. 2000 senesinin yaz aylarında İstanbul Büyükada’da sosyal tesis hâline getirilmiş bir konağın bahçesinde, solistliğini Ahmet Özhan Beyefendi’nin yaptığı klasik Türk müziği konseri için prova yapıyorduk. Karşı konağın üst katının balkonunda, yaşlı bir eski İstanbul hanımefendisinin, ev kıyafetiyle bizim provamızı dinlediğini gördük. Büyük ihtimalle bizden dinlediği eserler, gençliğinde konaklarındaki meşklerde dinlediği ve bildiği eserlerdi. Neyse akşam oldu, güzel bir ortamda konser başladı. Birkaç eser seslendirdikten sonra bir de baktık ki, bizi gündüz ev kıyafetiyle dinleyen hanımefendi çok şık bir gece kıyafeti giymiş, mücevherlerini takmış, büyük bir edep ile bizi yine evinin balkonundan dinliyor. Yaşlı hanımın sanat ve sanatçı karşısında takındığı bu tavır bugünlerde ne kadar da ihtiyacımız olan bir duruş değil mi?
    Saraylar, konaklar, köşkler, hâneler gibi yerlerin hâricinde biz toplum olarak inancımızla ilgili mekânlarda müzikle hep iç içeydik. Bunların başında camiler geliyor tabii ki. Camilerden ilk önce duyduğumuz, günde beş vakit ayrı ayrı makamlarda okunan ezanlar. Ezan cami ile ilişkisi olsun veya olmasın her kesimden insanın mecburen duyduğu makamsal müziğimizin önemli bir formudur. Caminin içini kullananlar ise imam efendinin namaz sırasında kullandığı makam müziğimizin melodileriyle her zaman hemhâller.

    Müziğimizin tarihimizde en çok gelişme imkânı bulduğu dinî mekân ise şüphesiz dergâhlardır. Dergâhlarda müziğin gelişmesinin en büyük itici gücü, sesli yapılan zikir törenlerine eşlik maksadıyla bestelenen ilahilerdir. Okunan ilahilerin icrası sırasındaki melodik birlik ve ahenk o mekânın feyzini ve keyfini arttıran önemli unsurların başında gelir. Peki bir ortamda estetik olmaz ise orada feyiz ve bereket niye olmaz? Bunu hiç düşündük mü acaba. Bir hadis-i şeriflerlerinde âlemlerin Efendisi (s.a.v.) bu sorunun cevabını en güzel şekliyle veriyorlar: “Allah güzeldir, güzeli sever.” Bir yerde estetik yani güzellik ve ahenk yoksa Allah’ın oradan razı ve hoşnut olmayacağını çıkartmak hiç de zor değil. Bugün kendini İslam medeniyeti dâhilinde gören herkesin bu gerçekle yüzleşmesi gerekir. Estetikten yoksun bir kıyafet anlayışı, estetikten yoksun bir müzik anlayışı, estetikten yoksun bir dil anlayışı, estetikten yoksun bir mimari anlayışı, estetikten yoksun sosyal ilişkiler anlayışının Müslümanları dünya milletleri gözünde ne hale soktuğu açıkça görülmekte. Eğer bir toplumda güzellik ve estetik yoksa, Allah’ın o toplumdan hoşnut olmayacağı sonucunu herkesin görmesi gerekir.

    Biz güncel sorunlarımızdan tekrar medeniyet tarihimizdeki müzik yolculuğumuza geri dönelim. Saraylar dedik, konaklar dedik, camiler dedik, dergâhlar dedik. Şimdi de “sıra geceleri”, ”oturak âlemleri” isimleriyle bildiğimiz ortamlara, yani merkezden taşraya doğru bir yolculuğa çıkalım. Bu meclisler, Anadolu’nun birçok yerinde, bölgenin edebiyattan, müzikten haberdar, görgülü ve eğitimli insanlarının bir araya geldikleri yerlerdi. Bu mekânlarda, o yörenin saz ozanlarının ve şairlerinin eserleri yanında, İstanbul’da okunan eserler de seslendirilirdi. Bu birliktelik Cumhuriyetimizin sanat politikaları gereği ortadan kaldırılmak istenmiştir. Çünkü resmî sanat politikası, divan şiirini ve klasik Türk müziğini, Türk’ün yerli malı görmedi. Bunlar başka milletlerin etkisiyle oluşmuş sanat dallarıdır dendi. Bu anlayış devletin resmi müzik kurumlarında doksan senedir uygulanmaktadır. Şöyle bir örnekle açıklayalım: Bugün Urfa ilimizde bir sıra gecesine gitsek, kanun enstrümanının yanında bir bağlamayı görürüz, bir kavalın yanında bir kemanı görürüz değil mi? Yani burada ideolojik bir problem yoktur ve hepsi bir aradadır. Fakat devletin resmi müzik kurumu olan TRT’de bir Urfa türküsünde kanunu, udu, kemanı bir arada göremezsiniz. Sadece bağlama, kemane ve kaval sazlarını görürsünüz. Resmi ideoloji bu manzara ile bize ne demek istiyordu? „Osmanlı şehir hayatı ile Anadolu insanının hayatının birbiriyle bir alakası yoktur.“ Bu tesbit gerçekler karşısında tabiki yanlıştı. Burada resmi ideolojinin müzik üzerinden neler yaptığını sadece bir örnek üzerinden sizinle paylaşmak istedim. Müzik kültürümüzle ilgili derdim çok, sadece birini daha sizinle paylaşmış oldum.

    Biz yine müzik yolculuğumuza devam edelim. Konservatuarda repertuvar dersinde hocamız merhum Bekir Sıtkı Sezgin, bir eser meşki sırasında, zor bir makam olan Dügâh makamından bahsederken yaşadığı bir olayı bizlere anlatmıştı. TRT İzmir Radyosu’nda görev yaptığı yıllarda İzmir kordon boyunda bir kestane satıcısı varmış. O kadar güzel Dügâh makamında esnaf mânisi söylermiş ki, sadece onu dinlemek için sık sık kestanecinin yanına gider, ihtiyacı olmadığı hâlde ondan kestane alırmış.

    Konuya dair bir diğer çarpıcı misâli, İstanbul’un müzik kültürüne çok katkıları bulunmuş merhum büyüğüm Safer Dal Beyefendiden dinlemiştik. İstanbul’da seyyar satıcılık yapacak kişilere, esnaf locası tarafından satacağı malın mânisi makamıyla birlikte öğretirler, sonra satıcılık yapmasına müsaade ederlermiş. İşte bu müsaadeyi almadan satıcılık yapmaya kalkan bir sebzeci, sokak ortasında kaba saba “domateeez!” diye bağırmaya başlamış. Bunu duyan mahallenin kâmil büyüğü, “Evlâdım sana öğretmediler mi sokak ortasında öyle kaba saba bağrılmaz, yaşlı insan var, uyuyan çocuk var. Bak domates satarken şöyle güzel bir makamla nağme söyleyeceksin.” diyerek satıcının öğrenmesi gereken mâniyi talim etmiş.

    Hâsılı halkın her tabakasından insanın müzikten anlamak zorunda olduğu bir toplum yapısından sizlere ufak kareler sunmaya çalıştık, vesselâm.

    * T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı İstanbul Tarihi Türk Müziği Topluluğu, Neyzen