Ölüme Dair Seküler Bakış Açısı Ölümün Doğası ve Değeri
Steven Luper

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Sen ve ben ölecek miyiz? Aslında bakılırsa bazı dinler ölmeyeceğimizi söylemektedir fakat felsefeciler ve bilim insanları bunu aksini söylemeye meyillidirler. Bu makalede çağdaş felsefecilerin ölümü nasıl anladıklarını ve ölümün bizler için kötü mü, iyi mi olduğunu kısaca anlatacağız. Ölüm mevzusunda dinî ve felsefi görüşlerin karşılaştırmasına dair birkaç kelam ederek başlayacağım.

    Ölüme dair birçok farklı görüş dinî yazılarda bulunabilir fakat ölümün yanıltıcı olduğu görüşü en yaygınıdır. Gautama (Buda) bu iddiayı şu görüşüne dayandırmaktadır: Hiçbir zaman, ne ruhlar ne de başka geçici özneler olarak, bir şey ile başlayarak var olmayacağız; yani diğer bir ifadeyle var olmamıza son veremeyeceğiz. Fakat Gautama hiçbir zaman var olmaya başlayamayacağız derken başka birçok din daha farklı bir görüşe sahiptir: Hiçbir zaman var olmaktan geri kalmayacağız. Hiçbir zaman ölmeyeceğiz çünkü biz ruhuz ve beden öldüğünde ruh onu terk etse de ruhun kendisi ölmemektedir. Ruh ve beden birbirinden ayrılmadan önce zevk aldığımız iyi bir hayatı göz önüne alırsak ölümsüzlüğün bizim için iyi bir şey olduğu söylenebilir.

    Bilim insanları ruha ve ruhun bedeni terk ettiğinde ne olduğuna dair iddialarda şüpheci olmaya meyillilerdir çünkü bunun ampirik olarak doğrulayamazlar. Felsefeciler ise bilimi kabul etmeye meyillilerdir. Bunun yanında birçok filozof ruhun varlığını sorgusuz sualsiz kabul etmektedir. On yedinci yüzyıl filozofu René Descartes ruhu fiziksel olmayan bir cevher ve ruhu bilincin koltuğu olarak tasvir etmiştir. Bu bakımdan Descartes’a göre ruh yok edilemezdir çünkü parçalarına ayrılamaz. Sonraki birçok filozof anladığımız üzere ruhun kavramsal olarak mümkün olduğunu düşünmüşlerdir fakat varlığına dair şüphe etmişlerdir. Bunun birçok sebebi vardır: Ruhun bilimsel araçlarla algılanabilir olmaması, varlığını çok az açıklanabilir değer ile öne sürmesi, bilinç ile düşüncenin beynin kendisi ile mümkün kılındığına ve beynin zarar gördüğünde akli melekelerin durduğuna dair iddiaları destekleyen kanıtlanın çokluğu gibi sebeplerden dolayı böyle bir şüphe ortaya çıkmaktadır.

    Tüm bunlarla beraber ruhun var olduğu ihtimalini bir yere koysak bile kim olduğumuzu anlamadan ölümün doğasını anlayamayız. Eğer ruhlar değilsek biz neyiz? Ölümün çok yakından hayat ile ilişkili olduğunu da hesaba katmalıyız; aslında ölümün neyi içerdiğine dair ne kadar makul şey söylesek de ölüm hayatın kaybını zorunlu olarak getirmektedir. Bu yüzden ölmenin ne demek olduğunu idrak etmek canlı olmanın ne olduğunu anlamaktan geçmektedir.

    Muhtemelen bir şeyi canlı yapan şey diğer şeyleri de canlı yapmaktadır. Bu yüzden istediğimiz cevap; bakteriler, kelebekler, incir ağaçları, orangutanlar ve insanlar gibi çeşitli organizmalara tatbik edilebilir. Fakat hayatın doğası her zaman tartışmaların sürdüğü bir meseledir. Ne bir şeyi bireysel bir organizma yapan ne de canlı yapan şeyin ne olduğu açık değildir. Virüsler canlı mıdır? Virüslerin varoluşu organizmaların hücrelerini ele geçirmelerine ve kendilerini sürdürebilmeleri için hücrelerin kaynaklarını kullanmalarına bağlıdır. Bu durum tam da virüslerin bağımsız olarak bireysel bir organizma olup olmadıklarını muğlak kılmaktadır. Arı veya karınca kolonileri bağımsız olarak yaşayan organizmalar mıdır? Bir koloni, kendisini oluşturan bireysel arıların ve karıncaların karmaşık bağımsızlıklarından dolayı kendi başına bir hayata sahipmiş gibi görünmektedir. Denizin dibindeki volkanik bacalardaki kıllı solucanlar organizma mıdır? Belki, fakat bu solucanlar sindirim borularını hayatlarının sonraki bölümlerinde kaybetmektedirler ve sonrasında tamamıyla bakteriler tarafından beslenmektedirler. Kabataslak bir şekilde, bir organizmanın canlılığının solunum, kemosentez veya fotosentez, hücre üremesi ve boşaltım gibi süreçleri kullanma ve geliştirme yeterliliğini içermesine göre olduğu hâlâ söylenebilir. Bunlara yaşamsal süreçler denir. (NASA’ya göre hayat “Darvinci evrimle sürebilen kendi kendine devam edebilen kimyasal sistemlerdir.”) Hayatın yaşayabilme yeteneğine [viability] sahiplik olduğu iddiasının kesin olmasa da önemli çağrışımları vardır. Örneğin, bilgisayarlar gibi kendilik bilincine sahip makinalar yapmanın mümkün olduğunu farz edelim (kendilik bilinci senin ve benim keyif aldığım bilincin pekiştirilmiş bir çeşididir. Kediler ve köpekler bilinçli yaratıklardır fakat kendilerinin farkında değildirler. Kendilik bilinci sadece bilinci değil, aynı zamanda bilinçli olma hâlinin farkındalığının bazı ölçütlerini, kendi varlığının diğer şeylerden ayrı olduğunu gerektirmektedir.). Star Trek’deki Data gibi kendisinin farkında bir makinayı düşünelim. Bu makine bir kişi olabilir çünkü kendilik bilinci genellikle kişiliğin bir nişanı olarak görülmektedir. Fakat bir mekanizmanın yaşayabilme süreci yoktur ve bu yüzden hayat makinelerden farklı olarak yaşayabilmeyi içerdiğine göre makineler kendisinin bilincinde bile olsa canlı değillerdir. Bir gün Data gibi (bahsedilen anlamda) yaşayamayan insanların varlığa gelebileceğini ve varlıklarına son verebilmelerine rağmen ölmeyeceklerini düşünebiliriz.

    Eğer ölüm hayatın kaybıysa ve hayat yaşayabilmeyi [viability] içeriyorsa, ölüm yaşayabilmenin kaybı olarak da görülebilir. Bu bilgilerden yola çıkarak bir organizmanın yaşamsal süreçle iştigal etmesinin çökmesinde neyin ilgili olduğunu inceleyerek ölümün doğası hakkında daha açık sonuçlara varabiliriz. Bu yaklaşımı biraz daha devam ettirerek diğer görüşleri inceleyelim.

    En yaygın ölüm türlerinden birisi bütün organizmayı değil, organizmadaki hücreleri ilgilendirmektedir. Biyologlar bedenlerimizin hücrelerin sayısını gereksiz hücrelerin bir yıkım programına tabi tutulmasını ileterek düzenlediklerini söylemektedir. Bu sürece apoptosis veya programlı hücre intiharı denmektedir. Apoptosis sadece bedenin hücre nüfuzunu kontrol etme aracı değildir. Beden kendi gelişiminde aynı zamanda apoptosisi kullanarak âdeta kendisine şeklini vermektedir. Örneğin ellerimiz ilk başta parmakları birleşik şekilli bir yapı olarak çıkmaktadır ve sonrasında hücre intiharıyla ellerimizi normal biçimini almaktadır.

    Hücrelerin ölümünün genellikle apostosis ile bir işi olmamaktadır ve normal beden işlemesinin bir parçası değildir. Bazen hücreler karmakarışık, organize olmayan bir şekilde de ölmektedir ve buna biyologlar nekrosis demektedir. Bir geyiğin kalbinden vurulduğunu farz edelim. Bu durum kademeli bir şekilde, kurşun yolunda doğrudan doku zedelenmesi ve sonrasında zedelenmiş hücrelerin muhtevalarını komşu hücrelere taşıması gibi bazı olayları ortaya çıkarmaktadır. Aşırı kan kaybı büyük ölçekte bir nekrosise yol açacaktır ve bu da hücrelerin dışarıdan bir zarar ile kendilerini sürdürebilmeleri için kaynaklardan mahrum olduklarından dolayı ölümle sonuçlanmaktadır. Geyiğin beyni, hücreler oksijen mahrumiyetine hususen hassas olduğu için dakikalar içinde ölecektir.

    Ölüme dair daha farklı bir yaklaşım da vardır. Bir şeyin varlığı son buluyorsa bu şeyin artık özelliklerinin olmadığını düşünebiliriz. Örneğin evinizin varlığına son veriliyorsa, bundan sonra artık iki odası olamayacaktır. Aynı şekilde özsel olarak bir kişinin varlığının sonu, yaşayabilme yetisinin artık devam etmemesi olmaktadır ve bu yüzden varlığının son bulmasıyla ölmektedir. Bu şekilde senin ve benim ne olduğumuzu belirlemek istiyorsak ölümün bizim için ne olduğuna ışık tutmamız gerekmektedir.

    Öyleyse biz neyiz? Son yıllarda felsefeciler bu soruya aşağıdaki üç cevaptan birisini vermektedir: personistler (kişilikselciler) insanların özsel olarak kendinin bilincinde olan kişiler olduğunu söylemektedir. Zihinciler [mindist] ise özsel olarak bilinçli yaratıklar şeklinde tanımladıkları zihinler olduğumuzu söylemektedir. Üçüncü grup animalistler ise bizim biyologlar tarafından Homo sapiens sapiens’in (alt)türünün üyeleri olarak tasnif edilen insan hayvanı olduğumuzu iddia etmektedirler.

    Bu üç görüşten ilki personizm (kişilikselcilik) en yaygın şekilde kabul görmektedir. Personizme göre insanların kendilik bilinci yeteneği seni ve beni diğer şeylerden ayırt etmektedir. Kuşkusuz kendilik bilinci yeteneğine sahip gibi görünen şempanzeler, orangutanlar, şişe burunlu yunuslar gibi başka varlıklar da vardır. Bir şüpheci bu olguyu, kendilik bilincinin bizi biz yaptığı iddiasını çökertmek için kullanabilir. Fakat personistler buna rağmen şempanzelerin ve yunusların tıpkı bizim gibi, bize benzer şekilde kendilik bilinci yeteneğine sahip kişiler (persons) olduklarını söylemektedirler.

    Yaygın olarak kabul görmesine rağmen personizm hâlâ tartışmalıdır. İnsanların iki yaşına kadar kendilik bilinci yeteneğine sahip olmadıklarını düşündüğümüzde personizmin yükselişi hakkında kaygılanabiliriz. Bir yaşındaki çocukların bilinç yeteneği vardır fakat onlar kendilik bilincindeki yüksek bilinç formuna daha erişememişlerdir. Buna göre personizmin hiç de makul olmayan bir şekilde bir yaşındaki çocuğun iki yaşındaki çocukla aynı türden bir yaratık olmadığı iddiasında bulunduğunu söyleyebiliriz.

    Bu meselenin üstesinden personizm yerine zihincilik [mindism] düşünerek gelinebilir. Zihincilere göre insanlar özsel olarak zihin sahibi yaratıklardır. Bir zihin sahibi olmak bilinçli olmaktır ve bir yaşındaki çocuk ile iki yaşındaki çocuk aynı bilince sahiptir. Fakat zihinci görüşün kendisi eleştirilere bir nevi hassastır. Omurgalı hayvanların hepsi olmasa da çoğunun bir bilince sahip olduğunu düşündüğümüzde bu görüşe dair ortaya bir sorun çıkmaktadır. Örneğin ahtapot gibi kafadan bacaklılar bilinç sahibidir ve hatta bal arıları gibi bazı böcekler de bilinçli olabilir. Eğer sen ve ben bilinçlilik yeteneğimizden dolayı olduğumuz şeysek o zaman bu hayvanlarla aynı türden yaratıklar olduğumuzu söyleyebiliriz. Başka bir sorun ise insanların erken dönem gelişimlerini düşündüğümüzde ortaya çıkmaktadır. Bir insan fetüsü bilinçlilik yeteneğini elde ediyor gibi gözükmektedir. Eğer biz sadece zihinlersek ve varlığımız bilinçlilik yeteneğimizi elde ettiğimizde başlıyorsa, bilinçlilik yeteneğine ulaştığımız fetüsler olduğumuzu hiçbir zaman söyleyemeyiz.

    Üçüncü görüş olan animalizm bu son sorundan kaçınabilmektedir çünkü bizim insan hayvanları olduğumuz söylemektedir ve bu yüzden erken dönem gelişimimizde insan fetüsleri olduğumuz iddiasıyla uyumludur. Animalizme göre tıpkı kurbağaların tadpoles denilen bir gelişim sürecinden geçen hayvanlar olduğu gibi, biz de fetüsler denen bir gelişim sürecinden geçen hayvanlarız. Daha sonraki süreçte bilinçlilik yeteneğini elde ederiz ve daha sonra da kendilik bilinci yeteneğine erişiriz.

    Doğamıza dair bu üç görüşün varoluşumuzun başlaması hakkında çok farklı çıkarımları olduğunu bu anlatımlardan görebilmekteyiz. Aynı şekilde ölmemize dair de çok farklı çıkarımları bize sunmaktadırlar. Personizmi kabul edersek, varlığımızın son bulması ve ölümün ortaya çıkması kendilik bilincinin kaybıyla meydana gelir deriz. Zihinciler ise bilinçlilik hâlinin son bulmasının ölümle sonuçlanacağını söylerler. Animalistler de beklenildiği üzere ölümü, insan hayvanının bir bütün olarak son bulması şeklinde tanımlayacaklardır. Bu üç görüşün ölümle sonuçlanan hasarın çeşitlerinde farklılık gösterdiğini görmekteyiz. Kendilik bilinci ve bilinçlilik çoğu zaman beyin sapı ile uyum içinde çalışan yüksek beyin tarafından mümkün kılınır. Bu yüzden zihinciler ve personistler bizim için ölümün beynin belirli parçalarının son bulması şeklinde tanımlayacaklardır. Animalistler ise kısaca insan hayvanının, beyni canlı kalsa bile bir bütün olarak işlemesinin son bulmasıyla ölümün meydana geleceğini söyleyeceklerdir. Örneğin ölümün feci bir kaza sonucu bedenin kan dolaşımının zarar görmesinden dolayı gelebileceğini söylerler. Bunun yanında zihinciler ve personistler hangi tür zararın ölümle sonuçlanacağı konusunda anlaşmazlığa düşebilirler çünkü kendilik bilinci yeteneği kaybedilse bile bilinçlilik yeteneği devam edebilir. Bu tür bir olay Alzheimer hastalığının sebep olduğu ciddi bir bunamanın sonucunda meydana gelebilir. Bunama ileri seviyedeyse geriye sadece kendilik bilinci olmayan bir insan hayvanı, bir bilinç kalır. Böyle bir durumda zihincilik ve animalizme göre varoluşumuz devam edecektir fakat personizme göre devam etmeyecektir.

    Son sorumuza dönelim: Ölüm insanlar için kötü bir şey midir?

    Bu soruyu tartışan ilk filozoflardan birisi olan Antik Yunan’dan Epikür’e göre varlığımızı sonlandıran şey bizim için ne iyi ne de kötüdür. Bizim için kötü değildir çünkü bizim acı çekme yetimizi sonlandırmaktadır fakat bizim için iyi de değildir çünkü zevk alma yetimizi de sonlandırmaktadır. Epikür ölümün varlığımızı sonlandıracak olmasından dolayı huzurumuzu bozan ölüme dair şeyleri düşünmenin de irrasyonel olacağını söylemektedir. Varlığımızı sonlandıracak olmasıyla artık muhtemelen acı çekemeyecek olmamıza sebep olan ölüme dair neden kaygı duyalım?

    Genel anlamda çağdaş filozoflar Epikür’ün ölümün varlığımızı sonlandıracağı görüşünü benimsemektedirler fakat bizim için hiç önemli olmadığı sonucunu reddetmektedirler. Bizim için iyi veya kötü olabilecek farklı hisler vardır ve ölüm bizim için bir anlamda kötü olurken başka anlamda iyi olabilir.

    Ölümden sonraki durumlarda gerekli olmadığı hâlde bizim zevk gibi şeylerin iyi ve aynı şekilde acı gibi şeylerin neden kötü olarak görüldüğüne bakalım. Kendi başlarına bizim için iyi olan şeyler doğası gereği [intrinsically] bizim için iyidir ve yine aynı şekilde kendi başlarına bizim için kötü olan şeyler doğası gereği kötüdür. Başımıza gelen bazı şeyler bizim için iyidir ve diğer şeyler ise eşit kalmaktadır çünkü açık olarak zevk gibi doğal iyilerin ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Fakat başımıza gelen bazı iyi şeyler bizim için daha farklı bir şekilde iyidir. Örneğin bir diş hekimine gitmeyi düşünelim: Genellikle diş hekimleri bizi tedavi ederken canımızı acıtırlar fakat diş hekiminin bizim için yaptığının toplamda, yani bütün şeyler hesaba katıldığında bizim için iyi olduğunu biliriz. Genel hatlarıyla bu durum bir bütün olarak hayatlarımızın dişlerimizin bakımını üstlenerek mevcut durumdan daha iyi olacağı anlamına gelmektedir. Bu yüzden acıya tahammül edip toplamda daha büyük bir acıdan kurtulacağımızı biliriz. Acı doğası gereği bizim için kötüdür fakat diş hekimine gitmek bütün şeyler hesaba katıldığında bizim için iyidir.

    Şimdi de farklı bir düşünme yoluyla mevzuyu ele alalım. İki gün içinde öleceğimiz ihtimalini farz edelim. Bu ihtiyaç doğası gereği bizim için kötü olmayacaktır çünkü hiç acı içermeden ölmenin yolları vardır. Örneğin şanslıysan uykudayken ölebilirsin. Fakat her ne kadar öldüğünde uykuda olacak olsan da iki gün içinde ölmek toplamda senin için muhtemelen kötü olacaktır. İki gün içinde ölmezsen hayatının daha uzun olacağını ve gelecekteki birçok günden keyif alacağını düşünebilirsin. Bundan dolayı ölümün iyi bir hayatın güzel yıllarından seni mahrum edecektir ve bu anlamda ölüm tüm şeyler hesaba katıldığında senin için kötü olacaktır. Aynı şekilde bazı durumlarda tüm şeyler hesaba katıldığında bir kişinin ölümü onun için daha iyi olabilir. Birçok insan çeşitli kanser hastalıkları gibi korkunç hastalıklardan dolayı yoğun acılar çekmektedir. Bazı durumlarda hastalık artık tedavi kabul etmemekte ve acı kontrol edilememektedir. Bu kimseler için hayat, her ne kadar acı gibi doğası gereği kötü olan şeylerden çok miktarda içerse de, onlar için doğası gereği iyi olan şeylerden mahrum olarak sürmektedir. Hayatları bir bütün olarak düşünüldüğünde sonrası yerine daha yakın zamanda son bulması onlar için daha iyi olabilir.

    Kısacası senin ve benim gibi mahlûklar için ölüm varoluşumuzu sonlandırarak faydalı da, zararlı da olabilir, çünkü hayatlarımızın bir bütün olarak ne kadar iyi olduğunun ortaya çıkmasını etkiler. Aynı şey zevk, acı veya diğer doğası gereği iyi veya kötü herhangi bir duyu yetisine sahip mahlûk için de geçerlidir. Bu durum ahlaki açıdan da bizim diğer duyu yetisine sahip mahlûka nasıl davranacağımızı ortaya çıkarmaktadır. Bir hayatı sonlandırmak bu anlamda o hayatı olabileceğinden daha kısaltmak ve hayatı güzel yapan şeyler nazarından o hayatı daha az zengin kılmak olacaktır. Elbette bizim gibi mahlûkları öldürmek başka sebeplerden dolayı da kötüdür fakat bunlar içinden en başı çeken şey, ahlaki özneler olarak bizim ahlaki olarak kabul edilebilir şekilde hareket ettiğimiz sürece kendi hayatlarımızdan sorumlu olduğumuzdur.

    * Tritinity University’de felsefe profesörü olan Steven Luper, The Philosophy of Death ve The Cambridge Companion to Life and Death gibi kitapların yazarıdır.