TÂHİRÜLMEVLEVÎ’NİN ÖLÜME DAİR ÜÇ YAZISI
Semih Ceyhan

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Tâhirülmevlevî hazretleri (1877-1951) icâzete dayalı geleneksel mesnevîhânlık müessesesinin son temsilcilerinden biridir. Yenikapı Mevlevihânesi gibi İstanbul’un ilim, irfan, kültür, sanat ve edebiyat muhitinden feyz almış, pek çok talebe yetiştirmiş, pek çok eser kaleme almış, matbuat âleminde muhtelif yayın faaliyetlerinde bulunmuş bir Osmanlı münevveridir. Mesnevî Şerhi hâlihazırda Türkiye’de okurların en fazla rağbet ettiği şerhdir.

    Tâhirülmevlevî’nin ölüme dair yazılarının ikisi Beyânülhak (8 Mart 1326, cilt: II, sayı: 52, sayfa: 1095-1096; 8 Şubat 1325, cilt: II, sayı: 48, s. 1031-1032), sonuncusu kendi çıkardığı Mahfil dergisinde (İstanbul, 1344 [1926], cilt: VI, sayı: 64, s. 59-60) yayımlanmıştır. “Mevt ve ba’de’l-mevt” başlıklı ilk yazıda ruhun bedenden çıkarılma hadisesi olan ölümü ve ölüm sonrası ahvâli ferdî ve içtimâî vecheden pek edebî ve hissî bir tarzda anlatmaktadır. “Defn-i hazîn” başlıklı akabindeki yazı, müellifin Gelibolu Mevlevihânesi’ni ziyareti esnasında bir eli ve ayağı sakat Derviş Kâmil adlı bir Mevlevî canının vefatından duyduğu derin teessürlerin kayda geçirilmiş hâlidir. Yazı Mevleviyye tarikatında cenaze merasimine dair bazı ayrıntılara da gönderme yapmaktadır. Son yazı ise yüzyılın başında Avrupa’da artan intihar vakalarını gündeme taşımayı amaçlar. Batı’daki intihar hadiselerinin Türk toplumuna da intikal ettiğini vurgulayan Tâhirülmevlevî, bu olayların asıl sebebinin roman ve sinemalardaki ölüm, intihar, şiddet, terör ve savaş sahneleri olduğunu, gençlerin bunları hayal değil hakikat zannettiğini ve tesir altında kaldıklarını ileri sürer ve çözüm olarak bu tür sahnelerin edebiyat ürünlerinden ve sinema şeritlerinden çıkarılması gerektiğinin altını çizer. Öte yandan intihara teşebbüsün suç sayılması ve cezâî müeyyidenin muhakkak konulması teklifinde bulunur. Zira varlık yokluktan, hayat ölümden evlâdır. Âlemin sıcak ve soğuğuna göğüs gerenler, hayatın takatsiz bırakan yüklerine omuz verenler asıl kahramandır, roman ve sinemalardakiler değil.

    MEVT VE BA’DE’L-MEVT
    [ÖLÜM VE ÖLÜM SONRASI]
    Şeyh Sa’dî’nin “Rûzî ki zîr-i hâk ten-i mâ nihân şeved / Ve ânhâ ki kerdeîm yekâyek iyân şeved” matla’lı kasîdesinden hülâsaten mütercemdir [tercümedir]. “Bir gün gelecek ki cesed-i bî-rûhumuz [ruhsuz cesedimiz] defîn-i mezâr [mezara defnedilecek] ve a’mâl-i mahfiyyemiz [gizli amellerimiz] serâser [baştan başa] âşikâr olacaktır. İlâhî! Sefer-i âhirete [âhiret seferine] âzim olduğumuz [azmettiğimiz] o sırada bize lütf u kereminle muâmele buyur. Bîçâre insân bi’l-farz [faraza] bin sene ecelden emân bulup [emniyette olup] kâmrân-ı hayât [hayatından mutlu] olsa da va’desi yetince mutlakan âlem-i bâkîye gidecektir. Bir zamânımız olacak ki cism-i nâzenînimiz [zayıf bedenimiz] firâş-ı ıztırâba [ıztırap yatağına] uzanıp dermânsız kalacak. Hastalığımızı haber alan asdıkā-yı ahbâb [sevgili dostlarımız] tehâlükle [can havliyle] iyâdetimize [ziyaretimize] şitâb edecek [koşacak]. İçlerinde en müşfik olanları taharri-i devâ [hastalığa çare bulmak] için öteye beriye koşacak. Şuna buna mürâcaat eyleyecek. Getirilen hekîm yüzümüze bakıp nabzımızı muâyene edince derdimizin dermân-ı nâpezîr [çaresiz hastalık] bulunduğunu anlayacak ve dûçâr-ı nevmîdî [ümitsiz] olacak. Lâkin “filân şurubu iç, fâidesini görürsün” tavsiye-i tesellî-bahşâsından [teselli veren tavsiyeden] geri durmayacak. Hâlbuki nef’i [faydası] söylenilen o şurup teşdîd-i marazdan [hastalığı şiddetlendirmekten] başka bir şeye yaramayacak. İyi olup olmayacağımız hakkında ahibbâ [sevenler] ve akraba şüpheye düşeceği gibi biz o halde bulunacağız ki sıhhatta iken erguvânî [erguvan renginde] olan yüzümüz za’ferânî [safran] bir renk alacak. Te’sîr-i derd [derdin tesiri] ile husûle gelen za’fdan [zayıflıktan] vücûdumuz iplik gibi incelecek. Hayatımız yelkeni parçalanıp dümeni kırılan sefîne [gemi] misâli varta-i helâke [helak uçurumuna] yaklaşacak. Kabz-ı ervâha [ruhların alınmasına] memûr olan melâikenin iyâb ve zehâbı [gelişi ve gidişi] pîş-i nazarımızda [gözümüzün önünde] tecellî ederek çeşmânımızı [gözlerimizi] hûn-efşân [kan saçan] eyleyecek. İlâhî! O an hevl-i resânda [korku anında] muîn-i mihribânımız [şefkatlı yardımcımız] ol ki kavl-i zebânımız [sözümüz] sıdk-ı canımıza [ruhumuzun doğruluğuna] tevâfuk etsin [uysun]. İmânımızı şeytanın tasallutundan [musallat olmasından] muhâfaza buyur ki rûhumuz kahr u azâbından rehâyâb olsun [kurtulsun]. Ba’de’l-kabz [ruhun bedenden çekilip çıkarılmasından sonra] rûh ile cesed yekdiğerinden ayrılacak ve kuş kafesinden âşiyân-ı aslîsine [asıl yuvasına] rücû’ edecek [dönecek]. Rûh-i makbûz [bedenden çekip çıkarılan ruh] habîs [pis] ise derekât-ı siccîne [cehennemin aşağı derecelerine] düşecek, tayyib ve tâhir [iyi ve temiz] ise derecât-ı illiyyîne [cennetin yüksek derecelerine] yükselecek. Bu esnada “Efendi öldü!” feryâdı akis-endâz [aksedici] olup kalınlı inceli nevhât [feryatlar] ile evin her tarafı çınlayacak. Bir taraftan uşaklar, köleler hınçkıra hınçkıra ağlayacak, diğer cihetten hizmetçiler, halâyıklar [cariyeler] inleye inleye eşkbâr [gözyaşları içinde] olacak. Bu gırîv-i mâtem [matem çığlığı] arasında gassâl ile beraber pamuk, kefen, teneşir, tabut gibi levâzım-ı teçhîziyye [gerekli alet edevât] getirilip gasle başlanacak, gasl ve tekfînin hitâmında cenâze dûş-i ihtirâma [hürmetle omuzlara] alınıp evrâd ve ezkâr [dua ve zikirler] ile musallâya götürülecek. Orada namazı kılınıp tezkiye edildikten sonra kenâr-ı mezâra getirilecek. Teşyî’ edenler [cenazeyi uğurlayanlar] oraya kadar gelip son hizmeti de îfâ ederek işi gücü ile meşgûl olmak üzere geri dönecek. İşte o vakit cesed-i fersûdemiz [eskimiş cesedimiz] tahte’t-turâb [toprak altında] garîb ve bîtâp kalacak ve daha akîb [ardı sıra gelen] defnimizde mesûliyet ibtidâ edecek [başlayacak]. A’mâl-i hayriyyede [iyi amellerde] bulunmuş ve hevâ-yı nefse muhâlefet etmiş isen o karanlık mezar bize ferahfezâ [ferahlık veren] bir gülzâr [gül bahçesi] olacak, bi’l-aks [aksine] fısk u fücûr ile demgüzâr [vakit geçiren] isen o kabr-i târ [karanlık kabir]–maazallah- bir hufre-i nâr [cehennem çukuru] hâline girecek. Dünyada kalan dostlar, bir iki hafta kadar firâkımızla ağlayıp sızlayacak, üç dört defa Cuma geceleri helva yaptırıp rûhumuz için fukarâya dağıtacak. Muhabbet-i ebediyyesinden bahseden sadâkatli zevce başka birine varmak teşebbüsünde bulunacak. Hırsperver [hırslı] vârisler de nukûd [para] ve eşyâdan başka taksîm-i emlâka [mülkün taksim edilmesine] kalkışıp hâne, bağçe, dükkân gibi gayrımenkul emvâl hakkında epeyce güft u gû [dedikodu] olacak. Nihâyet bizden sade bir nâm ile toprak altında bazı eczâ [ceset parçaları] nâtamâm kalacak. Hatta birkaç sene geçince o nâm da unutulacak. O bakiyye-i eczâ da [geri kalan ceset parçaları] bir avuç toprak hâline girecek. Belki de kabrimiz münderis [izi kalmamış] olup hâk-i cesedimizden [toprak olmuş cesedimizden] kerpiç yapılmaya ve zerrât-ı vücûdumuz [vücudumuzun zerreleri] kerpiçlerin elinde kalıptan kalıba girmeye başlayacak. Bahar ve hazan tevâlî etmek [peşisıra gelmek] üzere bir çok zamân bu hâlde kalacağız. Sonra hulûl-i mîâd [haşr] ile ervâh-ı mücerrede [bedenden soyutlanmış ruhlar] tekrâr karîn-i ecsâd [bedenlenmiş] olacak. Mahkeme-i kübrâ-yı ilâhiyye [Allah’ın büyük mahkemesi] her ferdi ayrı ayrı isticvâb edecek [sorguya çekecek]. A’mâl-i hasene [iyi ameller] ve ef’âl-i seyyieden [kötü ameller] her biri mevkıf-i muhâsebede [hesaba çekilmek için] meydân-ı illiyyîne [yüce meydana] çıkacak. Vezn-i a’mâl [amellerin tartılması] için nasb edilen [kurulan] mîzân-ı adâlette [adalet terazisinde] kiminin hayrı kiminin şerri ağır basacak. Herkes hasenât ve seyyiâtını ve mükâfât ve mücâzâtını [cezasını] idrâk ile memnûn yahut mahzûn olacak. Fevk-i cahîme [cehennem üzerine] kurulan sırâtın üzerinden geçebilenler ravza-i cinâna [cennet bahçelerine] duhûl [girecek] pây-ı i’vicâcı [istikamet sahibi olmayan ayakları] titreyenler hufra-i nîrâna [cehennem çukurlarına] sukût edecek [düşecek]. O günün dehşetinden nice ay gibi yüzler sîm-i siyâh olacak [kararacak] ve birçok ok misâli doğru kāmetler [boylu olanlar] yay tarzında eğrilecek. Yine o günün lütf u inâyetinden ne kadar fakîr kimseler emîrâne [sultanlara yakışan] bir tavır ile cennete girecek. Ve ne kadar beli bükülmüş ihtiyarlar neşve-i cinânî [cennet neşesi] ile neş’et-i civânî [gençlik] iktisâb edecek [kazanacak]. “Hürrem-i dilî ki der harem âbâd emn u îş / Hak râ behân lütf u kerem mîhmân şeved.” [Huzur ve emniyetin Kâbe’sinde ferahlık bulan gönül, Hakk’ın lütuf ve kerem sofrasına misafir olur]

    BİR DEFN-İ HAZÎN
    [HÜZÜNLÜ DEFİN]
    1 Nisan içinde idi ki mehtâbın lemeât-ı hüzün-âvârı [hüzünlendiren parıltıları] altında Marmara’nın köpüklü dalgalarına göğüs vererek bir gece sallandıktan sonra sabaha karşı firkatzede [ayrılık mağduru] bir kalbin ufk-i istikbâlinde [gelecek ufkunda] âfil olan [batan] ümîd-i visâl [vuslat ümidi] gibi açılıp kapayan ve merâkib-i bahriyyeye [gemilere] Gelibolu burnunu irâe eden [gösteren] fenerin titrek ziyâsını gördüm. Bir iki saat sonra hankāh-ı feyzpenâh-ı Mevlânâ’da [Hz. Mevlana’nın feyzini nakleden dergâhda] bulunuyorduk. Dergâhda pek celî [açık] bir sûrette lemeân eden [parıldayan] envâr-ı füyûzât [feyiz nurları], maddî ve manevî metâib [meşakkatler] ile yorulan rûha neşve-i vicdân-perveriyle [gönle huzur vermesiyle] sahpâ-yı sabuh [sabah vakti içilen içki] gibi şevk-âvâr [şevklendiren] oldu. İhvân-ı bâ-safânın cilvegâh-ı irfân [irfanın tecelli ettiği yer] olan hücrelerini dolaşarak musâhabet-i ârifâneleriyle [irfanlı sohbetleriyle] tervîh-i dil u cân [gönül ve ruhu ferahlattım] eyledim. İlm-i celîl-i sülûkun [yüce seyru sülük ilminin] nazarî, amelî bir feyz-i mekteb-i mükessebi [feyiz elde edilen okulu] olan matbah-ı [mutfak] Mevlânâ’da iktisâb-ı [kazanmak] aşk ve marifete vakf-ı vücûd [varlığını vakfeylemiş] eylemiş nevniyâzân [yeni Mevlevi dervişleri] arasında isminin müsemmâ-yı tâmmı [ismiyle kendisi tam örtüşmüş] olabilecek “Dervîş Kâmil” nâmında bir cân, nazar-ı hayretimi celb etti. Bu cân, Gelibolu kurâsından [köylerinden] birinde doğmuş, köyünün mektebinde tahsîl-i ibtidâiyyede [ilkokul tahsili] bulunmuş, bir müddet sonra cezbe-i sâmânrubâ-yı Mevla’l-âşıkîne [aşıkların efendisi Mevlana’nın varlığını kendisine çeken cezbesine] kapılarak âsitâne-i meâlî-bünyân-ı Mevlânâ’ya [Mevlana’nın inşa ettiği yüce âsitâneye] dehâlet etmişti [girmişti]. Bir eli ve bir ayağı sakat olduğu hâlde hizmet-i merdâna [erenlere hizmete] cânsiperâne gayret eylemiş ve mu’tâd olan çille-i rızânın [1001 gün çile] ikmâline pek az müddet kalmıştı. Bilhâssa ziyâretine gidip sohbet-i sâfiyânesinde bulundum. “Yevm-i lâ-yenfa’da kalb-i selîm isterler / Hakîkatinin misdâkı bir merd-i selîmi’l-kalb idi.” [Hiçbir şeyin fayda vermediği kıyamet gününde dosdoğru bir kalp isterler / Özünü doğrulayan dosdoğru bir kalp sahibi er idi] Bir gece yatsı namâzını kılıp ism-i celâl kırâatiyle [Allah zikriyle] müstağrak-ı envâr-ı cemâl [cemal nurlarına gark olmuş] olarak secdeden çıktığımız sırada Dervîş Kâmil’in birdenbire hastalandığını ve gittikçe ağırlaştığını haber aldım. Getirilen hekîmin tedâvîsine rağmen müezzinler “Allahu Ekber” nidâ-yı akdesiyle [mukaddes nidasıyla] seher vaktini ilân ettikleri zamân Dervîş Kâmil’in semahâne-i illiyyîne tennûre-güşâ [yüceler yücesindeki semâhaneye, etek açarak] olduğu duyuldu. İhvân arasında müteessir olmadık kimse kalmadı. Çünkü merhûm cismen nâkıs olmakla beraber rûhen pek kâmil idi. Hatta şîve-i takdîre [kadere] tevâfuk etse idi ileride mükemmil bile olurdu. O sabâh bazı husûsun tesviyesi için çarşıya inmiş ve iki üç saat mecbûren meşgûl olmuştum. Dergâha dönüp cümle kapısından girdiğim anda gördüğüm manzaranın rikkati [inceliği] beni bir iki dakika tevakkufa mecbûr etti. Gönülleri bâkî [ağlayan] ve yüzleri teessürât-ı kalbiyyelerini hâkî [anlatan] olduğu hâlde lisânları ism-i celâl ile meşgûl bulunan ihvân-ı safânın omuzunda cesed-i kâmili muhtevî olan tabut mahmûl idi [taşınıyordu]. Bu kāfile-i mâtem-engîz [matemli kafile] matbahın kapısından henüz çıkmış bezm-i hâmuşâna [suskunlar kabristanına] doğru mehîb [heybetli] bir vakar ile ilerlemekte bulunmuştu. Ben de bu kāfileye iltihâk ettim. Tabutun ayak ucuna dûş-i ihtirâmımı arz eyledim. Yavaş yavaş mezara yaklaştık. Kabrin hafri [kazılması] henüz tamâm olmamıştı. Birkaç dakika sonra âgûşuna [koynuna] teslîm edeceğimiz cesed-i kâmilin tabutunu kenâr-ı mezâra indirdik. Hava gâyet mağmûm [gamlı] idi. Sanki güneş bu manzara-i rikkat-efzâya [acılı tabloya] tahammül edemeyerek yüzünü örtmüş gibi kesîf bulutlarla istitâr eylemişti [örtünmüştü]. Semâ bu hâl-i melâl-âmîze [keder saçan hâle] gözyaşı döküyormuş gibi hazîn hazîn katre-bâr [yağmur damlaları döken] oluyordu. Bu sırada dergâhın meydâncısı İbrahim Dede Efendi hâmil-i kâmil olan o tâbûta –ki bilcümle ârâyişden [süslerden] âzâde olup yalnız bir sikke ile müşerref idi- gâyet mütessirâne bir nazarla baktıktan sonra enîn-i kalbini [kalbinin inlemesini] îmâ eder bir sadâ ile: “Sâyesin dervîş-i bî-berg u nevâdan dûr eden / Saklasın ârâyîş-i tâbûtâ nahl-i kāmetin” beytini okudu. Bu beytin inşâdı zâten sirişk-i [göz yaşı] teessürün cereyânına mâni’ olmak için sarf-ı gayret eden rikkat-perverânın sabır ve tâkatini bitirdi. Hıçkırıklar eflâke doğru teâlî [yükselmiş], gözyaşları mağmûm çehreler üzerinde tevâlî etmeye başladı. Zannederim ki Dervîş Kâmil’e uzun uzun kasîdelerle mersiyeler yazılsa idi makāmında okunan bu beytin tesîrini göstermezdi. O çile-güzîni [çile çıkarmış seçkin kimseyi] hücre-i kabre tevdî’ ederek [bırakarak] döndük. Herkes merhûmun mehâsininden [iyiliklerinden] bahsediyordu. Anladım ki Dervîş Kâmil, o defîn-i hazîn hadra-i kabre indirilmemiş, kulûb-i ihvânda câygîr-i tevkîr [hürmet edilen bir yer] olmuş. Sûretâ zemîn-i guberâya [toz toprak zemine] gömülmüş. Ma’nen Melik-i a’lâya i’tilâ etmiş [yükselmiş]. Rahmetullâhi aleyh.

    İNTİHAR
    Birkaç vakittir evrâk-ı havâdisin [gazete ve dergi sayfalarının] zâbıta vukûâtı kısmında intihâr vâkıaları da görülüyor. Erkek ve kadın gençler arasındaki müntahirlerin [intihar edenlerin] bayağı istiksâr edilecek [çok görülecek] derecede olması, erbâb-ı kalemin nazar-ı dikkatini celbeyliyor. Bundan dolayı bazı gazetelerde intihârın mezmûmiyyetine [kötülenmesine] dâir yazılar yazılıyor. Esbâbın teşrîhine [sebeplerin incelenmesine] girişiliyor. Vâfî ve şâfî [uygun, sadra şifa] çareler tavsiye ediliyor. Hayâtın henüz tecrübe-kârı olmayan gençleri intihâra sürükleyen sebeplerin birincileri değilse bile başlıcaları olmak üzere ben romanlarla sinemaları buluyorum. İnsân çocukluk ve gençlik devirlerinde zihninde büyüttüğü şeylerin –hakîkî doğru olup olmadığını düşünmeye lüzûm görmeksizin- mukallidi olmak ister. Onun içindir ki romanlarda okuduğu yahut sinemalarda gördüğü intihâr vekāyiini [olaylarını] pek büyük birer kahramanlık telakki eder ve öyle bir harekette bulunmak heves-i tıflânesine [çocukluk hevesine] düşer. Ale’l-husûs [özellikle] okuduğu roman ve gördüğü şerit kendi hâline de uygunca ise… Zavallı düşünmez ki okuduğu romanın muntahiri zâten ma’dûmdur [yoktur]. Bir müellifin muhayyilesinde vücûd bulmuş ve tahayyülâtının aksettiği kâğıtlar arasına gömülmüştür. Sinemada intihâr eden aktör yahut aktris bir dakika sonra verilecek ve diğer vekāyiin temsîlinde görülecektir. Taklîd edilmek istenilenlerin bir kısmı esâsen yaşamadığı, diğer kısmı hakîkaten ölmediği hâlde gâfil mukallidleri hiç te böyle değildir. Onlar gelmemek üzere giderler. Arkalarında gözyaşlarıyla bile doldurulamayan bir boşluk bırakırlar. Binâenaleyh tecrübesiz gençleri bu mühlik [helâk edici] taklîdden kurtarmak için yazılacak roman ve gösterilecek şeritleri ya çocuklara ve gençlere nâfi’ [faydalı] olabilecek sûrette tahrîr ve teşhîr etmeli [yazmalı ve ilan etmeli] yahut o gibilerin okuyacakları kitaplarla seyredecekleri manzaraları ayırmalıdır. Bir de erbâb-ı şebâba [gençlere] denilmelidir ki: İntihâr ayn-ı cinâyettir. Fâili ise memleketin nüfûsunu eksilten milletin adedini azaltan bir vatan hâinidir. Ona karşı kānûnda cezâ olmaması ortada cezâlandıracak kimse bulunmamasıdır.1 Fakat hem nefsinin kātili hem kendisinin maktûlü olan mahlûk, dünyâda kānûnun nicesinden kurtulmakla berâber âhirette yakasını adâletten kurtaramayacak, cinâyetinin cezâsı ve buradaki hapsinin bedeli olmak üzere cehenneme girecektir. Bazıları intihârı katl-i nefs kabîlinden addetmek istemiyorlar! Bu gibileri acaba düşünmüyorlar mı ki başkalarının hayâtına kastetmekle kendi vücûdunu imhâ eylemek arasında ne fark vardır? Evet, başka birinin meselâ elbisesiyle kendi esvâbını yırtmak farklıdır. Biri cezâyı müstelzim [gerektiren] cürümdür. Çünkü başkasının malıdır. Diğeri müsriflikten başka bir şey değildir. Zira kendi malıdır. Lâkin itirâf edelim ki vücûdumuz, hayâtımız dediğimiz ve hâzırca bulduğumuz için âdeta benimsediğimiz şeyler böyle midir? Kazanmak için hangi emeklerimiz sebk etti ki [meydana geldi ki] onlara temellük iddiâsında bulunabilelim? Nâbî ne güzel söyler: “Vücûd cûd-i ilâhî, hayât bahş-ı kerîm / Nefes atiyye-i rahmet, kelâm fazl-ı kadîm / Beden binâ-yı Hüdâ, rûh nefha-i tekrîm / Kuvâ vedîa-i kudret, havâs sun’-i hakîm / Bu kârhânede bilsem neyim, benim nem var?” Bundan başka bir kimsenin kahramanlığı, atıldığı işteki mehâlik [tehlikeler] ve gösterdiği fedâkârlıkla mebsûten [etraflıca] mütenâsip olur. O hâlde kahraman olmak isteyenler; ölmemeli, yaşamalıdır. Çünkü: Şu dünyâda asıl kahraman olanlar, bir iki dakika titremekle –muntahirlerin vehmine göre- ölümün âgûş-ı istirâhatine atılanlar değil, cihânın germ u serdine [sıcak ve soğuğuna] göğüs gerenler ve hayâtın tüvânfersâ [güçsüz bırakan] yüküne senelerce omuz verenlerdir.

    *Doç.Dr., Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı
    1. Sa’dî Bey’in bu nüshada münderiç “Hindistan’da İntihâr” ünvânlı makālesinde görüleceği üzere İngiliz-Hint kānûnlarında intihâr cürüm addedilir ve muntahir ölmez de kurtulursa tecrîm olunurmuş [suçlu addedilirmiş].