Mahmut Erol
Kılıç ile Söyleşi

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç, İstanbul’da doğdu. Sırasıyla Hırka-i Şerîf İlkokulu, Vefâ Lisesi ve İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğrenim gördü. 1988’de Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde araştırma görevlisi olarak göreve başladı. “İslâm Kaynakları Işığında Hermes ve Hermetik Düşünce” isimli yüksek lisans, “Muhyiddin İbnü’l-Arabî’de Varlık ve Mertebeleri” isimli doktora tezini hazırladı. Hâlen Merkezi Tahran’da bulunan İslam Konferansına Üye Ülkeler Parlamentolar Birliği (İKÖPAB) Genel Sekreterliği görevini yürütmektedir. Yayımlanmış Eserleri: Evvele Yolculuk (Sufi Kitap), Şeyh-i Ekber (Sufi Kitap), Anadolu’nun Ruhu (Sufi Kitap), Tasavvufa Giriş (Sufi Kitap), Sufi ve Şiir (İnsan Yayınları), Hermesler Hermesi (Arkeoloji ve Sanat Yayınları).

    Abdürrahim Ayar-Ali Çolak

    Farklı geleneklerin ve Müslümanların hayat ve ölüm ile olan ilişkisi ve bunun modern zamanlardaki görünümlerini konuşalım istiyoruz.

    Tabiatiyle “ölüm” hakkında konuşabilmek için yakîni bilgi sahibi olmak lazım, yani ölmek gerekiyor. Demek ki henüz fizikî ölümü tatmamış birisi olarak söyleyeceğimiz şeylerin hepsi birebir tecrübeye dayalı şeyler olmayacaktır, ister istemez.

    Esasen bütün dinler, felsefeler şu ortak noktada birleşirler ki, o da bu dünya hayatının ve insan ömrünün sınırlı olduğu, bir süresinin olduğu gerçeğidir. Bu verilen sürenin içerisinde insanın dolu dolu bir tecrübe yaşaması gerekir. Dünya hayatı bundan sonra gelecek olan öte ve gerçek âlem olduğu söylenilen hayata bir ön hazırlık safhası olarak görülür. Kur’ân-ı Kerîm’de, Duhâ suresinde, “Ve ahiret (bundan sonraki hayat), mutlaka senin için, evvelkinden (dünya hayatından) daha hayırlıdır.” buyurulmaktadır. Aşağı yukarı bütün dinlerin ortak yönüdür bu. Reenkarnasyona inanan dinlerde de aynı hakikat burada tekrar doğum olarak tefsir edilir. Tekrar dünyaya geliş, sonra bir daha geliş ve bir daha geliş şeklinde namütenahi bir çevrim mi, yoksa bir kere tekrar doğuş ama farklı kisve altında mı, tartışılır bu dinlerde. Malum Hinduizm’de, Budizm’de zaman içerisinde reenkarnasyon denilen bir düşüncenin ortaya çıkmasına bu noktalar sebebiyet verecektir. Ama İslam metafiziğinde, mesela İbn Arabi’de bu dünya hayatı bir rahim olarak görülür. Dünya bir rahimdir ve insana hamiledir. Bu rahimden öteki dünyaya doğum gerçekleşecektir. Nasıl ki bebeğin sağlıklı doğması için annenin hamilelik sürecini iyi gıdalarla geçirmesi tavsiye ediliyorsa dünya hayatında da manevi gıdalarla hayatımızı dolu dolu geçirmemiz istenir. Dünyanın geçiciliği, faniliği noktasında ölüm öncesinde böyle bir hazırlık yapmamız gerekiyor ki ölümün mutlaklığı ortaya çıksın. Çünkü bu dünya hayatı mutlak değil. Bir sonu var. İşte insanın ferdî manada başına gelecek olan sona da biz ölüm diyoruz. Bazı arifler ona küçük kıyamet demişler. Kişi öldüğü zaman kendi kıyameti kopar. Bundan dolayı ölüm en büyük metafizik gerçektir. Dinlerin de, felsefelerin de ortak noktası budur. Yani en büyük metafizik gerçek ölümdür. Çünkü hiçbir şekilde bu konuda aykırı bir görüş ileri süremiyorsunuz. Dinler, felsefeler, mezhepler arasında çeşitli konularda farklı görüşler olabiliyor ama bu konuda olamıyor. Ölüm yoktur diyemiyorsunuz.

    Ölüm yoktur diyemiyor ancak ölüme çare aramaktan da geri durmuyor insanoğlu.

    Her ne kadar yaşlanmayı geciktirici çalışmalar (anti-aging) yapılıyorsa da hücreler yaşlanıyor ve ölüyor. Dolayısıyla yaşlanmanın doğumla başladığını söylerler. Yani bir bebek doğduğu anda yaşlanma başlamıştır. Her yaşlanan da ölecektir. Müslümanların kutsal kitabı “Şüphesiz her nefis ölümü tadacaktır.” diyor. Her nefis ölümü tadacak! O açıdan ölüm hem tecrübe edilen bir şey ama aynı zamanda da tadılacak bir nokta. Hz. Ömer’in bir sözünü de bununla beraber düşünmeliyiz: “Vaaz olarak, nasihat olarak ölüm sana yeter.”

    Ölümün kaçınılmaz bir gerçek oluşunda hemfikir olsak da ölüme karşı tavır alışlarda farklılıklar görmekteyiz.

    Evet, modern insan özellikle ölümden çok çekinen ve ölüm konusunda konuşmak istemeyen bir insan tipi. Tabii bunun da sebebi tarihî süreç içerisinde dünya hayatının daha cazip hâle getirilmiş olmasıdır.

    Modern zamanlardan öncesi? Sanki eskiden dünya daha hikmetle kavranıyormuş anlamı mı çıkar? Oysa ki biz o dönem yaşamış ariflerin sözlerine baktığımız zaman o dönem de insanların dünyaya çok sıkıca sarıldıklarını, önemsemekten de öte tek hayat biçimi olarak kavradıklarını düşündürecek şeyler de duyuyoruz.

    Modernlik öncesi insan ölümle daha iç içe yaşayan bir insan tipiydi. Savaşlar oluyordu ve hastalıklar çok fazlaydı. Salgın hastalıklar sebebiyle kitlesel kırımlar oluyordu. İnsanların çoğu savaşa gidiyordu. Dolayısıyla birçok fert yakınlarının göz önünde ölüyordu. Ve ölümle iç içe yaşama söz konusuydu. Kabristanlar şehrin içindeydi. Ölümü garipseme diye bir durum yoktu. Her aile en az 10 çocuk yapardı. Neden? Yarısı zaten çocukken ölecek düşüncesiyle. Salgın hastalıklar var, savaşlar var vs… Geleneksel toplumda gördüğümüz bu hayat tarzı ölümün kişilerin zihninde normalleştirildiği anlamına geliyor. Ölümle beraber yaşıyorsunuz yani. Her an, herhangi bir sebeple ölebilirsiniz veyahut öldürülebilirsiniz. Modern zamanlardaki aşırı sterilize hayat ise ölümden korkar hâle getirdi insanı. Buna Müslümanlar da dâhil. Yani modern Müslüman tipinde de bu oluştu. Hâlbuki İslam anlayışında ölümden ders alma, ölümü hatırlama terbiyesi olması gerekir. Lakin modern Müslüman maneviyatı alınmış salt politik bir tip. Metafiziği yok. Hâlbuki sûfi gelenekte tezekkür-i mevt denilen bir ölüm tezekkürü var. Bazı tarikatlarda bir uygulamadır bu. Günlük olarak ölüm dersi yaptırılır. “Ben şimdi öldüm. Etrafımda insanlar ağlıyor, duyuyorum. Sonra beni yıkamaya götürüyorlar. Şu an cesedimi yıkıyorlar. Abdest aldırıyorlar. Kefene sardılar beni. Şimdi namazım kılınıyor. Kabre indiriyorlar beni. Toprağın altına bıraktılar ve yavaş yavaş uzaklaşıyorlar. Ayak seslerini işitiyorum. Uzaklaşıp gittiler ve ben yalnız kaldım toprağın altında.” Her gün bu minvalde bir tefekkür, tezekkür yaptırılması tavsiye edilen bazı yollar vardır. (Masonlar dahi bu uygulamayı sufilerden almışlardır). Zira insan bir gün bu senaryoyu gerçekten yaşayacak. Tiyatrosunu yaptığı bu olay, gerçekten böyle olacak. İşte insan bunu daima hatırda tuttuğu zaman bazı dünyasal şeyler otomatik olarak tedavi ediliyor. Bu ne demek? Dünyaya sırt çevirmek anlamında değil. Madem öleceğiz, şimdiden kazalım, mezarı girelim içine anlamında değil. Hayır bu uygun görülmüyor. Bu manada Hoca Ahmet Yesevi’nin 62 yaşından sonra Peygamber Efendimiz’e hürmeten mezar kazdığı ve onun içinde ömür geçirdiği gibi rivayetler yanlış yorumlanıyor. Tarikatlarda halvet denen bir gelenek var. Bu halvet, bazen bir odada, bazen bir mağarada, bazen kuytu bir köşede yar ile baş başa kalma hâlidir. Bazıları da –nasıl olsa mezara gireceğiz, öyle bir mezar açayım ki benim halvethanem olsun aynı zamanda düşüncesiyle- bir tür halvet odası olarak toprağı kazıyor ve günün belirli saatlerinde oraya giriyorlar. 40 gün olarak gerçekleştirilen erbain de tercih edilmiş olabilir. Yani girdi ve artık hiç çıkmadı oradan diyerek yanlış yorumlamamak lazım. Zira bu İslam’a göre caiz değil. Dünyanın da hakkı verilecek yani. Ama ölüm hiçbir zaman unutulmayacak. Peygamber Efendimiz’in “Ölümü sürekli hatırlayınız.” dediğini, kendisinin de hatırladığını, ama bunun yanında sohbet, tebliğ, irşad ve ümmetin geleceğine yönelik stratejiler geliştirme gibi çeşitli konular ile de meşgul olduğunu görmekteyiz. Aksi takdirde bir yanlış fatalizm, bir yanlış kadercilik anlayışı ortaya çıkar. “Zaten öleceğiz, her şey fani, her şey boşsa bu röportajı da boşuna yapıyorsunuz. Bunların hepsi kağıt üzerinde, çöpe gidecek şeyler… Bundan 50 sene sonra Sabah Ülkesi diye bir dergi mi kalacak? Bunların hepsi boş, boş şeylerle uğraşıyoruz.” deyip cehd ü gayreti bırakmamız gerekiyor ki bu yanlış bir yorum olur. Hayır! Biz vazifemizi yapacağız. Her an ölecekmiş gibi de hazırlıklı olacağız.

    Bu manada modern insanın ölüm anksiyetesi modern psikiyatride bir numaralı problem. Ölüm korkusunu ele alan psikologlar, psikiyatristler özellikle panik ataklarda en büyük etkenin ölüm korkusu olduğunu ifade ediyorlar. Sufi gelenekteki tezekkür-i mevt dediğimiz dersler devam ediyor olsaydı bugün panik atak diye bir rahatsızlık olmazdı. Ama sen dergâhları kapat ya da inkâr et, onu kapat bunu kapat, manevi beslenmeyi kapat… O zaman da ortaya çıkan şeyleri bugün ilaçlarla ve psikiyatrik yöntemlerle tedavi etmeye çabalarsın. Tasavvufta her şeyin iki veçhesi vardır. Zahiri ve batını olmak üzere. Yeryüzünde her şey bu şekilde zuhura gelir. Çünkü burası tezahür âlemidir. Burası mutlaklık âlemi değildir. Burada her şey fani. Dünyanın da ölümü var, hayvanların, bitkilerin, bütün canlıların ölümü var, çünkü çevrim böyle tamamlanıyor. Devresel bir şey bu. Baş ve son şeklinde. Şimdi bu manada baktığımız zaman ister istemez fiziksel ölüm madem varsa, manevi anlamda da bir ölümün olması gerekiyor. Ki sûfiler onu esas almışlar. Ve “Ölmeden evvel ölünüz!” diye bir hadîs-i şerife yapışmışlar, bu hadisle amel etmeye çalışmışlar. Madem iki kere ölüm var, bunun karşılığı olan doğumun da iki kere olması icap eder. Yani “İki kere doğunuz!” Mefhumu muhalif denir buna. Mefhumu muhalifinden de bizim şöyle bir anlam çıkarmamız gerekir: O zaman iki kere doğunuz. Birincisi fiziksel doğum. Yani bir anne ve babadan biyolojik olarak doğmak. Bir de bir kâmil eliyle, bir mürşit eliyle gerçek manada doğmak. Aynı şekilde iki türlü doğum varsa eğer o zaman iki türlü de ölüm var. Birisi bu biyolojik bedenin ölümü dediğimiz ölüm. O er veya geç gelecektir. İstesen de istemesen de gelecektir. Ona mevt-i ıztırârî deniliyor eski tabirle. “Ben ölmek istemiyorum.” desen de ölüyorsun. Bir de seçimli ölüm anlamındaki mevt-i ihtiyârî var. Sen seçiyorsun, sen karar veriyorsun. O da işte manevi ölümdür. Manevi ölümde kişi, ölmeden evvel bütün o fenafillah derecelerini yaşayıp, kendi benliğinden, kendi varlığından soyunup üryan olduğu vakit ölüm meleği geldiği zaman neyini alacak diye de bir soru var. Zaten ölmüş olan kişinin nesini alacaksın. Hatta rivayet o ki; ruhunu almaya geldiğinde Hz. Mevlana’nın Âzrâil’e söylediği şey: (ki bunu bazı selefilerin anlaması mümkün değil!) “Mesnevi’nin son cildi ile meşgulüm git, ben seni daha sonra çağırırım.” diye Âzrâil’i bile bir müddet göndermiştir. Bu tabii olur, olmaz ayrı şey. Şimdi biz bunları söylediğimiz zaman bazı kasaba mollaları “Vay nasıl olur?” derler. Melek mi üstün, insan mı üstün? Olur yani. İdris (a.s.) cennete nasıl girdi? Cebrâil’le girdi. Ondan sonra “Ben çıkmam.” dedi. Cebrail ne yapabildi ona? Hiçbir şey yapamadı. Cebrâil bile gitti Cenâb-ı Allah’tan istedi. Çünkü İdris (a.s.) öyle bir mantık ileri sürdü ki “Cennete girdim, çıkarsam Allah’ın ayetine karşı gelmiş olurum. Allah ayetinde ne diyor? ‘Cennetime girecekler ve orada ebedi kalacaklar.’ diye ayet var. Şimdi sen çıkaracaksın beni cennetten. Çıkarırsan bu Allah’ın sözüne muhalif olacak.” Cebrail’in kafası karıştı tabiri caizse hani. Ben bilmem amirim bilir dedi, çıktı yukarı sordu. Bunlar sıradan anlayışa muğayir sözler. Neticede aslında İslam maneviyatı olan seyr-u sülûk mektebinde en temel olarak öğretilecek olan şey bir müridin, bir kişinin ölüm gelmeden evvel ölümün hakikatini idrak etmesi ve ölüm meleğini güzel bir şekilde karşılaması. Ölümün âdeta bir trajedi, bir bitiş, bir son olarak değil de âdeta bir yeniden doğumun kapısı olarak görülmesi, sevgili ile buluşma anı olarak görülmesi, bir şeb-i arus, bir düğün gecesi olarak görülmesi. Âzrâil geldiğinde “Neredeydin, yıllardır seni bekliyordum!” denilmesi. Zaten tasavvuf metinlerinde şöyle geçer: Seyr-u süluk yolunda ilerleyen bir müritte ilk kemal işareti kendisinden ölüm korkusunun kaldırılmasıdır. Yani o kişiden ölüm korkusu yavaş yavaş kalkar. (Muhakkak ki Allah’ın evliyasına (dostlarına) korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır. (Yunus suresi, 10:62)

    Bu, o kişiye nereye doğru gittiğinin öğretilmesi, gösterilmesi gerekir. Hani diyor ya rahmetli Barış Manço: Dıral Dede’nin düdüğü. Dıral Dede’nin düdüğü çalmadan evvel koridorun sonundaki ışığı göstermeli adama.

    Bedenin ölümü insanın sonu anlamına mı gelir?
    Ölüm Allah’ın emri. Her nefis bunu tadacaktır. Nefs ölecektir, ruh ölmez. Bunu bilmemiz gerekiyor. Ruhlar ölümü tadacak denilmiyor ayeti kerimede. Nefisler ölümü tadacak ve nefisten kurtulmuş olacağız. Yunus “Ölen hayvan imiş aşıklar ölmez.” derken bunu kasdetmektedir. Yani hayvani beden (animal body) ölümlüdür.

    Bu manada bakıldığı zaman ölüm öyle korkulacak bir şey değil, bir özgürlük hâli. Yeter ki onun ön hazırlıklarını burada yapabilelim. Biliyorsunuz ananevi anlayışa göre bütün dinlerde var olan prensipler aslında otantik bir düşüncenin zaman içerisinde dejenere olmasından meydana geliyor. O sebepten mesela reenkarnasyon dejenere bir düşüncedir. Ama aslı nedir, nereden çıkmış olabilir diye düşündüğümüz zaman şöyle bir şey var. Aynı, bizde olduğu gibi gelecek olan şimdikinden daha hayırlıdır. Dünya ahiretin ekin alanıdır. Yani burada ne ekersen orada onu biçeceksin. Dolayısıyla buradaki yaptığın iyi şeylerin karşılığında bir elbise giyeceksin orada. Burada her ne yaparsan onun karşılığında bir beden oluşacak. İşte reenkarnasyon bu düşünceden çıkıyor. Diyor ki, ben burada iyi bir insansam tekrar reenkarne olup kral olarak dünyaya geleceğim. Bu hayatta hırsızlık yaptım, kötü işler işledim o vakit ben bir köpek olarak dünyaya geleceğim gibi. Bakınız bu, bir hakikatin dejenere olmuş şeklidir. İster teslis diyelim, ister reenkarnasyon diyelim, bütün dinlerde bizim İslam nokta-i nazarından baktığımızda tenkit ettiğimiz şeylerin çıkış yerleri var. Aksi takdirde İslam gelmezdi zaten. Bir şeyler dejenere oldu ki bunların tedavi için İslam geldi.

    Ölüm, kabir ziyareti üzerinden konuşuluyor çoğunlukla.

    Şu ana kadar ölümün maneviyatına dair konuştuk. Bu husus ise ölümün sosyolojisi ile ilgili. Burada ifrat ve tefritler oluşabiliyor. Kabre karşı, mezara karşı, mezar ziyaretine karşı hayatta olan kimselerin tavırları ne olacak konusu geniş bir yelpaze. Vehhabilikten Şiiliğe kadar açılan, geniş yaklaşımlar söz konusu. Bunların hakikati ve doğruluğu noktasında hangi mezhebi, meşrebi izliyorsanız ona göre tavır alırsınız. Bendenizin tavrı, başını Şeyh-i Ekber Muhyiddin-i Arabi’nin çektiği İslam maneviyat ekolünün tavrıdır. İslam maneviyat ekolünün bu konudaki tavrı ne Şiilik’te olduğu gibi aşırı mezar merkezlidir ve ne de Vehhabilik gibi mezarları yerle bir etmeyi ileri sürer. Orta yol diyebileceğimiz bu anlayışta kâmil bir insanın öte dünyaya giriş yaptığı bir kapıdır onun türbesi. Ve o kapıda o kişinin vefatından yıllar geçse bile bir iz bulunmaktadır. Bundan dolayı mezarın başında edeple tefekkür ederek o kâmil insanın ruhaniyetinden istifade etmek için bazen düşüncelere dalmak mümkündür. Ama o kişinin türbesini âdeta hayatının bir parçası hâline getir, kalk mezarda yaşa, mezara secde et, o mezarı yala vb. gibi aşırılıkları da tavsiye etmemişlerdir. Ve hatta demişlerdir ki, biz ilmimizi haydan alırız. Bundan dolayı mezarda bir kâmil yatıyorsa bile o kâmili ziyaret ederler ondan sonra hay bir kâmilin yanına geçerler. Mezarda aşırı oturmayı tavsiye etmezler. Mesela gece vakti mezarı gezmeyi, ziyaret etmeyi uygun görmezler. Neden? Hay isminden dolayı. İfrat ve tefrit dedim. Size şunu itiraf etmek isterim: Kendim Selefi, Vehhabi bir geçmişten gelen biri değilim. Olabildik mi bilemiyoruz ama bildik bileli sûfi düşünüş tarzını benimsemiş biriyiz. O ekolden gelmemiş olmama rağmen dünyada gezdiğim yerlerden üç yerde İbn Teymiyye’ye Fatiha okumuşumdur. 1984 yılında Kahire’deydim, orada yaşıyordum. Mezhep imamlarımızdan İmam Şafii’nin türbesini ziyarete gitmiştim. Üzerimde de Mısırlı kıyafeti vardı. Kabir ziyaretimi yaptıktan sonra İkindi namazını kılmak üzere bir kenara geçtim. Kıbleye yöneldim ve namaza durdum. Tam selam verdiğim esnada Güney Mısırlı (Saidli) olduğunu tahmin ettiğim üç kişinin İmam Şafii’nin türbesine secde ederek namaz kıldıklarını gördüm. Yani Kıble istikametinin tam tersine secde ederek namaz kılıyorlardı. Kıbleyi acaba ben mi şaşırdım düşüncesiyle yanlarından geçerken bu durumu sordum. Beni Selefi, Vehhabi falan zannederek hiddetli bir şekilde bağırarak, “Senin kıblen ora, sen öyle kıl, bizim kıblemiz burası!” diyerek beni terslediler. Bu doğru değil. Bunu hiçbir mezhep de, tarikat da kabul etmez. Muhyiddin İbn Arabi ve Mevlana gibi kimseler vefatımızdan sonra kabrimizin üstüne türbe yapmayın diye vasiyet etmişlerdir. Cadde-i Kübra, ana cadde sûfilerinin hepsi bu görüştedirler. Muhyiddin-i Arabi’ye bakınız, hiçbir kitabında, gelin benim türbemi tavaf edin, türbemi altın kaplayın vs. dememiştir. İbn Arabi’nin manevi oğlu, halifesi Sadreddin Konevi demiştir ki, gökyüzü ile arama perde koymayın. Yağmur taneleri direk toprağıma düşsün. Onun için bugün Konya’da Sadreddin Konevi’nin türbesinin üstü hâlâ açıktır. Aslında Mevlana da aynı vasiyeti yapmıştır ama insanlar bu vasiyete uymamışlardır. Uymayanlar daha çok idarecilerdir. Onun için ben ne yapmalıyım, ne yapabilirim düşüncesiyle her gelen öncekine kıyasla daha büyük, daha görkemli bir şeyler yapma arzusunda olmuş. Bu durumlar sırf selefilik yönünden değil tasavvufi açıdan da bazen bidat olarak değerlendirilir. Selefilik, Şiilik v.s. bunlar apayrı dinler değil neticede. Zaman zaman alanların birbirine geçişlikleri söz konusu. Her ne kadar tasavvuf ana cadde olarak Ehl-i sünnet ve‘l-cemâat çizgisini sürdüyorsa da zaman zaman Şiilikle örtüşür. Bazı konularda da Selefilikle örtüşür. Özellikle ilk dönem bazı sûfilerin görüşlerinde selef-i salihine tabi olmak düşüncesi vardır. Dergâh öncesi tasavvuf dönemi vardır. İbn Arabi hazretlerinin dergâhı yoktur mesela. Dergâhlı, hankâhlı, müesseseleşmiş tasavvuf daha sonraki dönemler ortaya çıkmıştır. Bunu da bidat olarak gören sûfiler vardır. Kuşadalı İbrahim Halveti gibi.

    İkinci hadise olarak Hindistan’ın Ecmir şehrinde kabri olan büyük Allah dostlarından Seyyid Muînüddîn Çiştî hazretlerinin kabrine yaptığım ziyaretten bahsedebilirim. Seyyiddir ve büyük ariflerdendir kendisi. Onun kabrini ziyarete gittiğimde aynı şeyi orada gördüm. Hemen ziyarete geçemezsin dediler. Önce türbedara gidip kayıt olacaksın. Gidip türbedarın defterine adımızı yazdırdık. O arada bahşiş vereceksin. Ben de Hindistan’a yeni gelmiştim. Üzerimde bol sıfırlı bir Rupi kağıt para vardı, onu verdim. Adam şöyle yüzüme baktı, bir şeyler söyledi. Rehber arkadaşın aktarımına göre, türbedar, verdiğimin bir dolar bile etmediğini ve bana ancak o kadar dua edeceğini söylemiş. Oradan çıkıyorsunuz karşıda gül yaprakları satıcısı var. Hasır sepet içerisindeki gülleri yaklaşık 2 dolar ödeyerek alıyorsunuz. Birisi gül yapraklarını yükleniyor ve sizin adınıza önünüze düşüyor. Dar bir koridordan türbeye geçiyoruz. Kadın, erkek beraber, izdiham… Önünüzdeki kişi gül yapraklarını türbenin içerisine atıyor. Sandukanın üstü gül dolmuş. Hazrete bir kenarda bir Fatiha okuyacağım ama fırsat yok buna. İçeridekiler, o daracık mekânda türbenin etrafını yedi kere tavaf ediyorlar. Yedi turdan sonra niyaz penceresi gibi bir pencereden sandukanın içerisine kafanızı uzatıyorsunuz. Güllerin içerisinde bir adam oturuyor. Pembe bir tül var elinde. O tülü sandukaya sürüyor ve ondan sonra sizin başınıza bağlıyor. Bu tür, dinde, İslam’da, şeriatta, tarikatta, tasavvufta olamayan birtakım yöresel âdetlerdir.

    Bir de Meşhed’te İmam Rıza türbesini ziyaret ederken bu külliyenin Harem olarak anılması, ziyaretçilerin yarım hacı sayılması ve Safevilerin bu türbenin altın kaplama kubbesine para yetiştiremedikleri için krize girdiği gibi görüşler aklıma gelince na-rahat oldum… Nim hacı diye bir tabir vardır mesela. Meşhed’e gidene yarım hacı derler. Ehl-i Beyt imamlarının da böyle bir şey talep ettiklerini zannetmiyorum. Ama sonradan gelen insanlar o kadar abartıyorlar ki bu abartmanın dine büyük zararı oluyor. Meşhedi ilk defa ziyaret ederken rehberim mahalli bir arkadaştı. İmam Rıza’ya doğru giderken yerde emekleyerek gidenler vardı. Sordum ve öğrendim ki bunlar nezr etmişler. Mesela, “Şu hastam iyileşirse ey İmam Rıza, sana yüzümü sürerek geleceğim.” gibi. Yere sürtmekten alnı kan içinde insanlar gördüm. Bunlar uygun şeyler değil. Bunları uyaran bir din âlimi, bir molla vs. de yok… Bizde kabir ziyareti edebiyle yapılır, kabrin başında kısa bir rabıta yapılır ama ondan sonra işimize devam edilir. Bazı Allah dostları mesela erbain çıkarma, çile çıkarma gibi durumların bir kâmilin kabrine yakın bir yerde yapılmasını uygun görmüşlerdir. Keşf ehli zatlar bazen o kabirde yatan ile görüşür, konuşurlar. Kabre inme denir ona. Bir şeyhin şeyh olduğunun işaretlerinden bir tanesi müridinin kabrine inip sorgu sualine karışmasıdır derler. Karışamıyorsa ona şeyh denmez gibi yorumlar olmuştur. “Bir adam şeyhse, o şeyhin gücü, kuvveti vefat etmiş müridinin hesap verdiği anda yanında olup “Bu bizim çocuklardandır, fazla zorlamayın’ diyebilmesidir.” derler. Kabre inen adama mürşit denir. Kabre iner, münker ve nekire der ki, bizim evladımızdır, fazla zorlamayın. Eskiler böyle derlerdi. Binanaleyh sufilerin kabir ziyareti adabı Selefilik ve Şiilik arasında bir yerdedir. Ezoterik bir gözle baktığımız zaman bugün Mekke’nin, Medine’nin Osmanlı’dan sonra, Vehhabilerin elinde olmasının sırrı nedir acaba? Mesela onların tam zıttı olan taifelerin elinde olması durumunda kabir ziyaretleri belki de Kâbe’yi ziyareti gölgede bırakırdı diye düşünüyorum. Bugün Şia’ya bağlı bazı avam kitlelerinin Medine’de Cennetü’l-Baki ziyaretlerinin Kâbe tavafından daha önemli olduğunu görmekteyim. Burada bir doktrin kayması tehlikesi var. Orada bir had karışması söz konusu.

    Tasavvufi anlamda kabir hayatına bakanlar aşırı davranışlardan ziyade orada bir manevi tefekkür ve rabıta yaparlar. Bu caizdir. Ama secde edeyim, ibadet edeyim, etrafını tavaf edeyim ve bu tavaf Kâbe tavafı yerine geçsin gibi şeylere meyletmezler… Bu, dinin ana umdeleriyle oynamak anlamına gelir. Bazı yanlış teviller de maalesef buna sebebiyet verebilir. Mesela Kâbe ne demek? Beytullah demek. Beytullah ne demek? Allah’ın evi demek. Allah’ın evi ne demek? Kalp demek. Müminin evi, Allah’ın evi demek ki kalptir. Mürşidin kalbinden daha güzel Kâbe mi olur? Kâbe’ye gitmeye ne gerek var? Gel benim etrafımda dön. Kâbe Arabın olsun gibisinden söylemler de maddedeki mana sırrını bilmemekten kaynaklanır. Zira bu âlemde mana ancak madde içerisinde sunulmuştur… Bakınız fren patladı mı bu tevil yolu nerelere kadar gider. Mürşidin kalbi beytullahtır, amenna ama fiziksel Kâbe’de Hakk’ın tecellisi vardır. Orada seni topluyor, oraya gel diyor Allah. Hac zamanı oradayım, Arafat’tayım diyor. “Kâbe Arabın olsun, bize Mürşid yeter dersen” Allah’ın muradına karşı gelmiş olursun. Kâbe’nin, haccın, tavafın sırlarını İbn Arabi’den oku da gör neymiş…

    Bedenin ölümü?

    Beden dört unsurdan meydana gelir. Toprak, su, hava, ateş. İlk olarak hava unsuru, son nefes dediğimiz nefesi vermekle külli havaya katılır ve geriye üç unsur kalır. O unsurlardan en önemlisi ateş unsurudur. 6-7 saat içerisinde beden soğumaya başlar. O ateşle beraber aşk ve muhabbet de kalkar. En yakın, sevdiğiniz insanlarda dahi vücuttaki sıcaklık gidip yerine soğukluk gelmeye başladığı zaman bir mesafe oluşmaya başlar. Bu iki unsur toprağa verilmeden evvel terk edilir. İlk havayı verdi, sonra ateşi verdi. Sonra cenaze iki unsur hâlinde toprağa tevdi edilir. İnsan bedeninin yüzde yetmişi sudur. Bu, bir müddet sonra toprak altı sularına katılır. Toprak ve bedenin durumuna göre iki yıl civarı olduğu söylenir bu sürenin. Geriye posa dediğimiz tam bir toprak kalır. O da fıkhen dört yıl içinde toprağa katılmak suretiyle her unsur geldiği yere iade edilir. Ama ruh unsuru -eğer unsursa- Allah’ın bize üflediği kendi nuru olduğu için yolculuğuna devam eder. Binaenaleyh bedenî ölüm aslında bu manada bir tür ruhun da özgürleşmesi anlamına geliyor. Çünkü ruhu aşağıya çeken pıhtıydı beden. Bir tür kabuktu beden. Onun için ehlullahın, özellikle kâmil olanların ölümle beraber kılıcın kınından çıkması gibi özgürleştiğini söylerler. Çünkü kılıcı tutan kınıydı. O kında durduğu sürece kılıç mahpustu. Kılıç kından çıkmasıyla beraber artık serbest hâle gelir. Soyunmuş olur. Üpüryan hâle gelir. O açıdan özgürlük olarak görürler ölümü. Ama imanlı, Allah’ı bilerek, görerek, yakînle ölüm. Yoksa cehaletle ölüm tabii ki o sonucu elde edecek bir ölüm tarzı değildir. Bundan dolayı Allah yolunda cihat ederken şehit olmak gibi bazı kavramlar çok önemlidir. Çünkü şahit olarak, şehit demek gören demek, görerek… Onlar yıkanmazlar, oldukları hâl üzere toprağa tevdi edilirler. Hemen huzura kabul edilirler çünkü. Netice olarak şunu söyleyelim: Ölüm gerçeği metafizik bir gerçektir. Bunu sadece İslam hukukçularının öğrettiği şekliyle anlamamız ve anlatabilmemiz mümkün değildir. İslam hukukçusunun, fıkıhçısının bize anlatacağı şey cenaze ahkâmı ve namazından ibarettir. Tabii ki onu da bilmemiz lazımdır. Ölen bir kişiye ne yapacağız? Cenaze nasıl yıkanacak? Cenaze namazı nasıl kılınır? Telkin nasıl verilir gibi şeyleri bilmemiz lazım. Ama ölümün hakikatini biz fıkıh kitaplarından öğrenemeyiz. Bu manada fıkıh da haddini bilmek zorundadır. Her şeye cevap yetiştirme çabasını bırakmalı hukuk ilmi. İslam dini eşittir hukuk oldu ki modern Müslümanın en büyük problemidir bu. İslam’ın metafiziği, İslam’ın maneviyatı hukukun altında ezilmiş vaziyette şu an. Hukuksuzluğu tavsiye ediyor değilim ama bu kadar yeter. İslam, hukuk haricindeki yönlerini bir türlü ortaya koyamaz hâle geldi. Şu an ortada bir vahşi Müslüman tipi varsa, ortada bir Sünni-Şii kavgası varsa, bunların hepsi hukuk ekolleri kaynaklıdır. Ama adı Vehhabiliktir, Şiraziliktir farketmez. Yani hukuk ekollerine dayalı İslam dininin ürünü çocuklar bunlar. 17-18 yaşındaki çocukları yanlış fikirlerle heba etmekteler. Onların canlarını bu şekilde ucuza harcatan ideolojileri burada tenkit etmemiz gerekiyor. Şehitlik, gazilik tabii ki kutsal makamlar. 16-17 yaşındaki kadın ve kızları öldürmüş, kan içerisinde, ayağını o cesedin üzerine basmış, eliyle de zafer işareti yapıyor. Öldürdüğün kadın, çocuk ya! Öldürdüğün Alevi olsa ne olur, Sünni olsa ne olur? Silahsız masum insanların evini basmış öldürüyorsun. Hasılı Müslümanlar geleneksel irfan ekolüne tabi olmalılar, onu ihya etmeliler. O da bizim Selçuklu, Osmanlı çizgimizdeki İslam’dı. Yeteri kadar mollamız var. Zaten farz-ı kifaye. Bir kasabada bir tane müftü olsa yeter. Ama arif yok, hakim yok, bilge yok, mütefekkir yok, feylesof yok, stratejist yok, büyük vizyon sahipleri yok. 1900’lerden sonra İslam düşmanlarının oluşturduğu İslam karşıtı temayüller refleks olarak Müslümanlarda da düşman gibi davranmayı geliştirmiştir. Oysa ki düşman, İslam maneviyat ocaklarını kapatmıştır. İslam’ın ilim ve irfan merkezlerini kapatmıştır. Siz bunların ihyası ile uğraşacağınıza kalkıp düşmana politik cevaplar yetiştirmeye çalışıyorsunuz. Ve ister istemez aynı seviyeye düşüyorsunuz. Ve farkında olmadan ideolojikleşmeye başlıyorsunuz. Çünkü İslam anlayışınız salt politik bir ideoloji ise siz de bir ideoloji haline indirgenmişsinizdir ve seküler salt bir ideolojiden farksız hâle gelirsiniz. İslamcılık bugün budur. Felsefesi yok, sanat ve estetiği yok, ontolojisi yok, epistemolojisi yok, ruhaniyeti yok ama salt politik bir ideoloji. Bu ideoloji bu savaşı kazanamaz. Çünkü ideolojilerden bir ideolojidir. Oysaki İslam maneviyat ekolüdür ve savaş maneviyatta kazanılır. Sadece maddiyatta değil. Çünkü sizin ideolojinizden daha güçlü bir ideoloji gelebilir ve sizi çürütebilir. İşte bugün görüyoruz. Arap Baharı ile bazı bölgelerde siyasi mekanizmaları ele geçiren İslamcı arkadaşlarımız iktidarlarını sürdüremediler, ellerinde tutamadılar. Çünkü insanın ekonomik refahı, bir ülkenin yönetimi, idaresi, valilik, belediyecilik v.s. konularını hiç bilmedikleri ortaya çıktı. Projeleri dahi yokmuş bu manada.

    Hiç kimsenin varlığını inkar edemeyeceği ölüm farklı dinlere mensup insanlar arasında bir konuşmaya başlama noktası olabilir mi?

    İnsanlığın ortak problemlerini çözmek için insanlığı parçalamanın bir anlamı yok. Çok fazla parçalayıcı ideolojiler hâliyle bakıyoruz. Onlar Alman biz Türk, onlar Hıristiyan biz Müslüman gibi. Bazı farklılıkları dejavantaj değil avantaj hâline getirmemiz lazım. Bunlar İsa’ya tabii, İsa’nın ümmeti insanlar. Yeryüzünde olacaktır bu. Peygamberimizin zamanında da vardı. Niçin bu kadar garipsiyoruz? Peygamberimiz’in çok güzel dostları vardı İsa ümmetinden. Bedir Savaşı’na giderken parasını Musa ümmetinden Musevi bir arkadaşına teslim etti. Medine’de savaşa gitmeyen Müslüman yok muydu? Fark görmedi ve güvenilir bir arkadaşına teslim etti. Modern zamanlardaki bu ayrışma kadar değildi eski zamanlardaki ayrışma. Ben demiyorum ki hepsi bir olsun. Olmaz, o da fıtrata aykırı. Farklılıklar olacak. Kadın erkek olur mu; erkek kadın olur mu? Yapmaya çalışıyorlar. Ama olmuyor, tutmuyor. Hepsinin genetik yapısı farklı. Aynı şekilde Hristiyan olacak yeryüzünde, Musevi olacak, Müslüman da olacak. Bunlar karşılıklı birbirleriyle görüşecekler. O açıdan baktığımızda insanlığın bazı ortak problemleri var. Mesela ozon tabakasının delinmesi konusu o tabakanın altında yaşayan bütün varlıkları ilgilendiriyor. Bütün insanlık olarak ozon tabakasını korumak için biz neden bir araya gelmeyelim ki? Ozonun Kürdü, Türkü, Müslümanı, Hristiyanı olur mu? Bunun gibi evrensel değerler var. Mesela gençlerin uyuşturucu müptelalığı. Bütün yeryüzü insanlığının problemidir bu. Latin Amerikanlısı da bundan müşteki İranlısı da. Bunlar insanlığın ortak problemleri. Bu problemleri çözmek için de din adamlarının bir araya gelmesi gerekir. Bu minvalde ölüm hakikati hem metafizik anlamda hem de antropolojik anlamda (mezar kültü, mezar ziyareti adabı gibi konularda) bir araya gelme vesilesi olabilir. Müslüman da Hristiyan da Yahudi de ölüyor. Ölüm herkese geliyor. Mezhebine, ırkına göre bir ayrım yapmıyor. VİP salonu yok bunun. Paşa, profesör, devlet başkanı ne olursan ol. Çırılçıplak bir teneşire yatırıyorlar ve beyaz bir kefene sarıyorlar. Bitti! Finito! O zaman bu gerçeklik üzerine niçin konuşulmasın. Herkes Allah’tan geldi ve yine O’na dönmüyor mu sonuçta?