KAYBOLMAK…
Ali Ayçil
Şimdi gidip görsem, “ne kadar da küçükmüş!” derim. Ama o zamanlar küçük olan bendim ve kasaba pazarı bana haddinden fazla büyük görünüyordu. Pazartesi gecesi kentten minibüsleri ve kamyonetleriyle gelen pazar esnafı araçlarını çarşı meydanına çeker, çarşafları arada bir değiştirilen küçük otelde konaklar, salı sabahı da erken saatte mallarını tezgahlara yığarlardı. Bunların bir kısmı giysi büyük çoğunluğu sebze – meyve tezgahlarıydı. Salı pazarının kurulduğu gün köylüler için kasabaya inmek, kadınlar için ihtiyaç gidermek, kızlar için bir bahaneyle evden çıkmak, delikanlılar içinSE evden çıkan kızları uzaktan görme günüydü. Uzaktan görürlerdi çünkü hiç bir kız, bu koca kalabalığın içinde bir oğlanın kendisine yaklaşmasını, adının çıkmasını istemezdi. Göz mesafesinde bir bakışma, mahcubiyetle karışık hafif bir gülümseme Tanrı’nın ergen delikanlılara en büyük hediyesiydi. Bu hediyeyle bir haftayı bile zor geçirirler, bir sonraki Salı’ya kadar uykuları tutmaz olur, kendilerini saklamaya çalıştıkça daha çok göze batarlardı. Ama dediğim gibi ben henüz çocuktum o zamanlar, kalın bıyıklı babamın yanında bir sevinç kıtası gibi yürürdüm. Bir gün, salı pazarının kalabalığı arasında kaybettim babamı; büyülü pazar yeri karanlık bir ormanı dönüştü. Sonra birden çok tanıdık bir ses duydum: Oğlum. Kırk yıldır ne zaman kayıp bir çocuk görsem, hep o sese kulak kabartırım…
Bir gün, iyi bir eğitim alayım diye beni kente gönderdiler. İştahlı dönerci vitrinleri, mağazaların insana gerçekmiş duygusu veren mankenleri, vızır vızır bir oyana bir bu yana gidip gelen araçlar, motosikletler, bisikletler, kentin tam ortasındaki dört yol ağzında hiç yorulmadan su fışkırtan fıskiye, parkın neşeli müzikleri benim kasaba pazarımı daha o gün gölgede bırakmıştı. Dönüp bir kendi elbiselerime bir kentin çocuklarının elbiselerine bakıyordum; dönüp bir kendi ayakkabılarıma bir onların ayakkabılarına. Yıllar içinde bu beden kontrolü üzerine zaman zaman düşündüm. Demek daha çok küçükken bile insan küçük düşmek, küçük düşürülmek istemiyor. Ve belki de toplumda başkalarıyla ilk uyumumuz elbiseyle başlıyor. Kente dönelim: Halamın bizi gezmelere çıkardığı bir yaz ikindisinde kaldırımın üstünde yapayalnız buldum kendimi. Caddeden arabalar, yanımdan yöremden insanlar geçiyor ve ben henüz haritasını çözemediğim şehrin bir yerinde çaresizlikle etrafıma bakıyordum. Vitrinlerden dışarıya bakan mankenlerden biriyle göz göze gelince, birden tehlikeli bir canlıyla karşılamışım gibi ürküp geri çekildim. Meydanda kaybolanın kaçacak yeri de yoktur. Sonra birden tanıdık ve kızgın bir ses duydum: Neredesin? Otuz yedi yıldır ne zaman kayıp bir çocukla karşılaşsam, hep o sese kulak tıkarım…
Benim liseyi bitirdiğim yıllarda üniversiteyi kazanmak çok az öğrenciye nasip olurdu; üniversiteler bir elin parmakları kadardı çünkü. Ve bir eşikti de. Kazananlar kasabalarının, küçük kentlerinin kaderinden sıyrılır, ailenin – akrabanın böbürlene böbürlene anlattığı bir başka hayata adım atarlardı. Üniversiteye başladığımda kent biraz daha büyümüş, caddelerin gürültüsü, vitrinlerin sayısı artmış ve ben çoktan kaybolduğumda adres sormayı öğrenmiştim. Ama şimdi bir şey değişmişti, çok önemli bir şey: Artık dışımdaki dünyada değil, içimdeki dünyada kaybolmaktan korkuyordum. Bazen tatlı bir sohbetin ardından arkadaşlarımdan ayrıldığımda, bazen okuduğum bir kitabın sayfalarından birinde, bazen de bir derste can sıkıntısıyla pencereden dışarı bakarken kaybolup gidiyordum çünkü. Öyle anlarda dünyanın bütün adresleri silikleşiyor, ben uzaklara hep daha uzaklara bakıyor, iki yarıya bölünüyor ve bir yarımla öbür yarımı arıyordum. Kayıp da bendim kaybını arayan da. Üstelik ne babamın sevecen ne de halamın kızgın sesi yetişiyordu imdadıma. Bir gün çekilip tenha bir masaya, boş bir kağıt çıkardım. Ne yapacağımı tam olarak bilmiyordum. Elimde kalem, bir süre boş sayfanın üzerinde gezdirdim gözlerimi. Sonra ilk şiirimin başlığını attım: KAYBOLMAK.