Sırra bir Dokunuş: Sanatta Mistisizm
Marina Alin

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Çamurdan tuğlalarla yapılmış duvarlar, evler ve kemerler İran’ın eski Yezd kentine çölün ruhunu ve renklerini katıyor. Avrupalı bir gezgin için yaz güneşi tahammül edilemez bir şeydir. Işık ve gölge oyununun altında dar sokakların oluşturduğu labirent sizi başka bir dünyaya açılan güzel bir kapıya götürüyor. Kapıyı açıyor ve bir hazineye adım atıyorsunuz. Sırlı çiniler değerli taşlar gibi ışıldamakta; karmaşık geometrik ve biyomorfik süslemeler aklınızı başınızdan almakta ve kalbinize şarkı söyletmektedir. Mescid-i Cuma’nın turkuaz, mavi ve beyaz duvarları bir şelaleyi anımsatmakta, devasa bir eyvanın gölgesi serinlik vermektedir. Sıcaktan korunmakta, mimari ve süslemenin mutlak güzelliğiyle büyülenmektesinizdir.

    Peki bir insanın mimari, müzik, şiir ve diğer sanatsal biçimlerde ürettiği bir sanat eserinde bizi büyüleyen şey nedir? Bir fikri, asırlarca kıymeti bilinecek şekilde muhteşem bir sanat eserine dönüştüren nedir? Sanatçıların, diğer insanları işiyle cezbedeceği, birisinin hayatını değiştireceği yahut da “ırkın fiziksel evrimine katkıda bulunacağı” insanüstü yetenekleri mi var? O bir sihirbaz mı? Hayır, değil. O bir mistik.

    Mistisizm sanatçılardaki ilhamın tam kalbinde yatar; o, tüm geleneksel sanat türlerinin itici gücü, şimdiye kadar yapılmış hakikaten güzel olan sanat ürünlerinin bir gizidir. Bazı kültürlerde sanatsal ifade arzusu mistisizm tarafından ateşlenmiştir ve sanat, mistisizm sanatsal ilhamın bir bileşeni olarak kullanılmıyorsa sanat değildir.

    Oxford Dictionary of English “mistisizm”i “Tanrı ya da mutlak olanla tevhit veya ona katılma ya da zihne ulaşamayan bilginin tinsel idrakinin tefekkür ve teslimiyetle elde edilebileceğine olan inanış” şeklinde tanımlıyor. Felsefe literatüründe mistisizmin çok sayıda tanımı bulunmaktadır ancak bunların hepsi her mistik deneyimde Tanrı, sonsuzluk, mutlak olan ile bir çeşit bütünleşmenin var olduğunu belirtmektedir. “Mysticism: A Study In Nature And Development Of Spiritual Consciousness” (Mistisizm: Doğada bir Çalışma ve Ruhi Bilincin Gelişimi) adlı kitabında Evelyn Underhill, Aziz John’dan alıntı yapar. Buna göre, mistik “İlahi olanla ruhun belli bir temasından mutluluk duyar; hissedilen ve tat alınan Tanrı’nın kendisidir.” Mistisizmin tam kalbinde, Frithjof Schuon’a göre bir kutsal duygusu yatmaktadır. “Aynı zamanda Tanrı’nın mevcudiyetinin doğuştan gelen bilincidir: o bu mevcudiyeti sembollerde kutsal bir biçimde ve tüm eşyada varoluşsal biçimde hissetmektir.”

    Mistisizm bir insanın tam da tabiatının merkezinde bulunmaktadır. Çünkü insan Tanrı’nın suretinde yaratılmıştır. İdeal olarak her insan ilahi vasıfların dünya üzerindeki tecellisidir. Bu düşünce İsa’nın doğası olayıyla kanıtlanabilir. Bu, dünya ve cennette, maddi olanda ve ruhani olanda ahenk içinde bir biraradalık ihtimalini göstermektedir. “Teomorfik bir yaratık olarak insan bizzat bir sanat eseridir. İnsan ruhu arındığında ve manevi erdemler kıyafetine büründüğünde bizzat güzelliğin en yüce noktasına ulaşmıştır, doğrudan ilahî güzelliği yansıtmaktadır. Artık insan bir sanat eseridir zira Tanrı En büyük sanatçıdır,” demektedir Seyyid Hüseyin Nasr “Knowledge and the Sacred” (Bilgi ve Kutsal) adlı eserinde.

    Mistisizm, insanın -sanat, şiir, müzik gibi- yaratıcı dışavurumların da tam kalbinde yatmaktadır. Hiçbir sanatçı eserinde hakikati yeniden üretmez. Sanatçı hakikati deneyimler ve sonra eserinde, onu yansıtır. Sanatçının kendi algı prizmasından geçen deneyimi eşyanın özünü ortaya çıkarır. Her büyük sanatçının eseri saf bir mistisizmdir çünkü ilahî olandan bir pırıltıyı, onun üzerinden gelen bir sonsuzluk nefesini görebilirsiniz. Bu size ilham verir, daha derin hissetmenizi sağlar, dünya görüşünüzü değiştirir. Peki bir sanatçıya ilham veren şey nedir? O, bir doğa gizemi, etrafı çevreleyen dünyanın bir güzelliği, Tanrı’nın her yaratımında görülen evrensel bilgeliktir. Renklerin çokluluğu, dokuların karşıtlığı gibi yaratım kıvılcımı çıkaracak pek çok yol olabilir. Ancak bu yolların merkezinde sanatçının mutlak olanı içeride hissetme ve kendi eseri yoluyla da bağlantıyı kurma arzusu yatmaktadır. Bir sanatçı, yaratıcılığının bazı izleyicilerce takdir edilmesini ister. Onun için sanat hakikati ve kendini keşfetmenin, evrenin büyük gizemine daha da yaklaşmanın, insanın tabiatını ve onun dünyaya geliş nedenini anlamanın yoludur.

    Sanatçının rolü tarih boyunca değişse de sanat ve mistisizm daima el ele gitmiştir. İnsanların ürettiği ilk sanat nesneleri günlük kullanım obje ve aletleri veya ayin araçları, bugünün “geleneksel” sanat objeleri idi. Etrafı kuşatan gizemli ve bilinmeyen dünyayı anlamak için insanlar tabiatı kişileştirmiş, Tanrıları memnun etmek ve kendilerini talihsizliklerden korumak istemişlerdir. Köy evlerinin içi, kapı ve pencereleri, kadınların kıyafetleri, bilhassa yaka, manşet ve etek kenarları güneş sembolleriyle süslenmiştir çünkü bunlar şeytana karşı nazarlıktır. Kadınların kafa süslemeleri -yüzükler, kolyeler, kolye uçları ve bilezikleri aynı korumacı maksatlarla kullanılmaktaydı. Evdeki kap kacak, sofra malzemeleri ve tekstilinde koruma sağlayan ve de aynı zamanda dünya ile cenneti, insan ile Tanrı’yı birleştirmeye hizmet eden süslemeler vardı.

    İnsanlar doğayla ve birbirleriyle sembolleri kullanarak iletişim kurmuşlardır. Süsler sembolikti; çizimler, müzik, ayinler sembollerle doluydu. Tanrısal olanla, yani akıl ile deneyimlenemeyecek bir şeyle tevhit demek olan mistisizm, semboller diliyle konuşmaktadır. Semboller insanların dünyasının, onların gündelik hayatındaki mistik deneyimlerin kaynağı olan kutsal dünyayla bağlantısını kurma hizmeti sağlamaktadır. Schuon’a göre, “görüntü, bazı yabancı ya da muhayyel tarzda değil, belli bir resim dilinde ifade edilmelidir. Kısacası, görüntü muhtevasında kutsal, ayrıntısında sembolik, uygulanmasında da resme özgü olmalıdır: yoksa ruhani gerçek, ayinsel vasıf ve kutsal nitelik açısından yoksun olacaktır.”

    Rönesans’tan önce sanat ve zanaat arasında bir ayrım yoktu, her sanat zanaat, her zanaat sanattı. Bu nedenle modern bakış açısıyla bakıldığında Ortaçağ sanatçısı tam olarak bir sanatçı değildi. Sanat “sanatçının üretilecek eserin biçemi ya da tasarımını tahayyül etmesiyle ve mevcut ya da kullanılması gereken malzemeyle bu biçemi yeniden üretmesiyle uyumlu bir çeşit bilgi idi.” Ürün, “sanat” diye değil “sanatla yapılmış eser” olarak adlandırılıyordu; sanat sanatçıda kalmaktaydı. “The Nature of Medieval Art” (Orta Çağ Sanatının Doğası) isimli makalesinde Ananda Coomaraswamy, bütün sanatlar “yararlı kullanım” içindi ve “koşullara uygundu” der. Zanaatkar olan eski sanatçılar, benliğini kullandığı malzemeye teslim etmek, ona uydurmak zorundaydı. Sanatçı evrenin gizemine, kullandığı malzemelerin vasfını keşfederek nüfuz ediyor ve malzemenin enerjisi, nihai ürünü gizemli vasıflarla örtüyordu.

    Dinî amaçlar için kullanılan nesneleri temsil eden kutsal sanat, üzerine odaklandığı konu nedeniyle mistiktir. Göksel bir dünya, ancak içgüdü, vahiy ya da tefekkürle deneyimlenebilmektedir. İşte bu nedenle sanatçı mutlak olanla temasını ilahî mesajı “okuyabilmek” ve onu eseri aracılığıyla iletmek amacıyla sürdürmek zorundadır. Tarihte, Ortodoks ikonalarının, zihni ve ruhu sürekli ibadet hâlinde olan keşişlerce yapılmasının nedeni budur. “The Icon: Image of The Invisible” (İkona: Görünmeyenin Görüntüsü) adlı kitabında Egon Sandler, kutsal sanatın herhangi bir nesnesinin kapsamına alacağı bir ikonanın vasfına işaret eder: “İkona, bununla beraber, görüntüye, aşkınlığa başka bir boyut getirir ve böylece kendisini, bizim dünyamızın biçemlerinin ötesinde, Tanrı’nın dünyasını var kılarak yansıtır.”

    Mistisizm için Yunanca’da kullanılan kelime, mistisizmin gizem ya da gizli olan diğer yönünü gösteren “gizlemek” kelimesine benzemektedir. Bu nedenle mistisizm burada gizli olan bir şeyin ya da bir nesnenin gizli vasıfları olabileceğine dair bir inanışın açığa çıkması olarak işlev görmektedir. Mistisizm kelimesi, burada, güzelliğin eş anlamlısı olarak kullanılmaktadır. Dünyamızın güzelliği, yüz yüze geldiğimiz en mistik kategorilerden biridir. Güzelliğin gizi pek çok kişi tarafından araştırılmış olsa da o, hâlen daha “kendine aittir.” Schuon, güzelliği “evrensel neşenin bazı vechelerinin kristalleşmesi” olarak tanımlamaktadır; “o, sınır vasıtasıyla ifade edilen sınırsız bir şeydir”. “Güzellik ilahî saadetin yansımasıdır ve Tanrı hakikat olduğundan O’nun saadetinin yansıması, bütün güzelliklerde bulunan mutluluk ve hakikatin bu karışımı olacaktır.” Güzellikle yüz yüze geldiğinizde nutkunuz tutulmuştur. Onu başka herhangi bir şeyle kıyaslayamazsınız; mükemmel olanla, nihai hakikat ile çarpılmışsınızdır. Doğanın nimetlerini seyreyleyen çok sayıda sanatçıyı işte bu güzellik harekete geçirmektedir; güzellik, ilahî olandan bir parıltıyla sanatçının iç benliğinde yankılanır ve güzel bir sanat eserini meydana getirir.

    Mistisizm İslam sanatının tam kalbinde yer almaktadır. İslam sanatı evreni yansıtmakta ve Tanrı’ya yönelmektedir. Sanatçının “kendini ifadesi”nden ziyade kaynağa, tevhide ve uyumuna odaklanmaktadır. Sanatçı ilhamını, ilk önce, Tanrı’nın doğadaki yaratımından alır, ilahî mesajın taşıyıcısı gibi hareket eder. Müslüman bir sanatçının eseri mükemmel ilahî güzelliği ifade eder. Mükemmel güzellik Tanrı’nın yaratıcılığının yüce bir ifadesidir. Tanrı’nın her yaratımı, gizli olan ve ancak, ayan olmuş ve gözle görülebilir hâle gelmiş bir dış güzellik ve kalp aracılığıyla yakınlaşılabilen bir iç güzelliğe sahiptir. Müslüman sanatçının gayesi Tanrı’nın yaratımının gizli güzelliğini keşfetmek ve onu, dış güzellikle iç güzelliği uyumlu hale getirerek sanatında ifade etmektir.

    İşlevsellik, İslam sanatında erdem ve güzelliğin bir veçhesi olarak görülür. İslam sanatına ait nesnelerde duvarları süsleyen resimler görülmez. Kitap tezyinatı, tekstil, zırhlar, züccaciye, lamba, mücevherat, mobilya, kısacası Müslümanların gündelik hayatta kullandığı her şey. Matematiksel oran hesaplamalarına ve ritme dayanan bu eşyalar seyircinin zihnini eğitmiştir. Bunlar stilize edilerek ve sembolleştirilerek tahayyülü eğitmiştir. Güzel bir biçide imal edilerek ilahî varlığın daimi hatırlatıcısı olmuştur.

    Doğadaki tüm tezahürler kayıtsız şartsız güzeldir. Neredeyse tüm sanatçılar doğadan ilham almaktadır. Thomas Aquinas’a göre, “sanat, kendi hareket metoduyla doğanın taklit edilmesidir.” “Yeryüzünün, Alpler dediğimiz, bariz bir biçimde dalgalı, donmuş suyla kaplı ve bize karlı bir zirve gibi görünüyor oluşu, niçin şiddetli heyecan ve hayranlık duyguları yaratmalı; bir tarlakuşunun ötüşü bizi niçin cennete taşımalı ve merak ve gizem, bize, neden ‘küçük yavşan otunun güzelim mavisi ve rüzgarın nağmesinde’ konuşmalıdır.” diye sorar Underhill. Ona göre, mistisizm “Hakikatle Birleşme sanatıdır.” William Blake de “The Marriage of Heaven and Hell” (Cennet ile Cehennemin Evliliği) şiirinde, “eğer algının kapıları temizlenirse her şey insana olduğu gibi, sonsuz görünür,” der. Gerçek bir sanatçının algısı nettir. Bir sanatçı, gerçek bir mistik, hakikati yalnızca görüp hissedip özümsemez, aynı zamanda onu bir sanat eserine dönüştürür. Sanatçı hakikati, gördüğü şekilde gösterir; bu ise herhangi birisi için gerçek dışı olabilir fakat bir sanatçı için gerçektir.

    Tanrı’yı sanat aracılığıyla hisseden ve tadan yalnızca sanatçı değildir, kalbi açık olan herhangi birisi de Tanrı’yı gerçek bir ustadan çıkmış bir sanat eseri yoluyla görebilir. “Tabiat ve bizler arasında -dahası bizler ve bilinçlerimiz arasında- bir örtü durmaktadır: sıradan insan için yoğun ve mat fakat sanatçı ve şair için neredeyse tümüyle şeffaf olan bir örtü” der Henri Bergson. İnsanı kökenine, ait olduğu yere geri götürmek, insana ilahî kökenini ve tabiatını hissettirmek, etrafındaki dünyanın yanılsama ve yanıltıcı, ilahî dünyanınsa hakiki olduğunu göstermek sanatın gayesidir. Sanat da mistisizm kanalıyla bu amacını gerçekleştirir.