OSMANLI VE TASAVVUF MUSİKİSİNİN TARİHÎ KAYNAKLARI
Kudsi Ergüner

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Eski Yunanca musterion kelimesinden türeyen mistik kelimesinin anlamına bakıldığında, özellikle Aziz Paul tarafından Tanrı’nın Îsâ’ya hulul etmesi nedeniyle mystère yani gizli, aklın kabul edemeyecegi ama Katolik olmak için gerekli inanç olarak tarif edildiği görülür.

    XVII. yy.’dan itibaren ise mistik kelimesi Jizvit Rahibi Jean Joseph Surin tarafından aklın yönettiği dogmatik inanç sistemine karşı deneyime dayalı bir ilahiyata dönüştürülmüş, mistiklerin Tanrı ile doğrudan bir ilişki kurabildiği ve akıl sınırları dışındaki inanç temelleri nedeniyle Hristiyanlık mistik bir din hâline gelmiştir.

    İslam inancı ise sadece mucizeler üzerine değil, ayet yani görülebilen ve algınılan mefhumlar üzerine kuruludur. Yani bilinenden yola çıkılarak bilinmeyeni mecaz yoluyla bilmek temeli vardır. Bu nedenle İslam dini ve tasavvuf mistik değildir. Dolayısıyla Batılı anlamda mistik kelimesi tasavvufun tanımına uymadığı gibi mistik bir müzikten, edebiyattan da bahsetmek mümkün degildir. Kur’ân-ı Kerîm’de Allah birçok kez bunun teyit etmiştir:

    Biz Kur’an’ı akıl erdirebilesiniz diye bir kitap olarak Arapça indirdik. (Yûsuf suresi, 12:2)

    İndirdiğimiz apaçık ayetleri ve doğruyu, Biz onları insanlar için kitapta iyice açıkladıktan sonra gizleyenlere, Allah da bütün lanet edebilenler de lanet eder.

    (Bakara suresi, 2:159)

    İlk yıllarından dördüncü asra kadar Romalılardan türlü eziyetler gören Hristiyanlar inançlarını çoğu kez gizlilik içinde yaşamışlardı. Roma İmparatoru Konstantin’in resmî olarak Hristiyan dinini kabul etmesinden sonra çektikleri zulmü unutup, bu sefer hem eski inançlarla hem de kendi aralarındaki farklılıklarla mücadele etmeye başladılar. Kurulan kilisenin eski itikatları silmek, özellikle eski Yunan filozoflarını unutturmak amacıyla halka yaptığı baskılar rönesansa, hatta kısmen XVIII. yüzyıl aydınlanma çağına kadar devam etmişti.

    İslam dünyası ise Hristiyanlığın tersine, ilk asırdan itibaren karşılaştığı diğer medeniyetlerle ilgilenmiş, tercümeler yapmış, dinin temel düşüncelerine ters olmayan her şeyi kendi medeniyeti içerisinde eriterek zenginleşmiştir. Mesela Eski Yunan felsefesinden yapılan tercümelerin müzik nazariyatı ve estetiği konusunda önemli rolü olmuştur.

    İslam dini hayatın tüm detaylarını ilgilendirdiğinden, İslami sanatlarda ilk dönemlerinden itibaren Batı sanat tarihinde olduğu gibi dinî ve lâdinî gibi bir fark olmamış, şiirlerin mecazi yapısı bestelenen eserleri dinleyenlere göre anlam kazanmıştır. Bu nedenle klasik devirdeki eserlerin tümünün dinî ve din dışı gibi bir ayırıma tutulması bence yanlıştır. Bu ikilik Batı düşüncesi ve sanat tarihine uyum sağlamak amacıyla ortaya çıkmıştır. Zira Batılı şarkiyatçılar tasavvufu İslam’ın mistik hâli, mutasavvıfları mistik Müslüman, tasavvuf edebiyat ve musikisini de İslam’ın mistik müziği olarak tanımlarlar. Onların eserleri ile yetişen neo-sömürgeci akademisyenler de bu fikirlerden yola çıkarak aynı tanımlamayı kendi ülkelerine taşıdılar.

    Tasavvuf musikisi bugün dinî müzik olarak adlandırılmakta ise de diğer müziklerden ayrıldığı nokta, tasavvuf şairlerinin, tarikat ulularının şiirleri üzerine bestelenmiş olmasından ibarettir. Hâlbuki Osmanlı döneminde önemli bestekârların son devre kadar hemen hepsinin Mevlevilik başta olmak üzere, bir tarikata mensup oldukları çoğumuzun malumudur. İsmail Dede, Zekai Dede gibi bestekârların fasıl musikisinin çeşitli formlarında besteledikleri eserlerin lâdinî olarak sınıflandırılması doğru olmaz.

    Makam musikinde Eski Yunan felsefesine dayalı ilk kaynaklar:

    Klasik musikimizden çoğu kez sözlü kültürün devamı olarak bahsedilmektedir; oysa birçok yazılı kaynak bunun aksini ispat eder.

    İbrahim Mawsili yani Musullu İbrahim (743-806), oğlu İshak (767-850) ve evlatlığı Zalzal (ö. 791) Bağdat’ta Abbâsî halifelerinin sarayında yaşamış Arap müziğinin en önemli isimleridir. Müslüman dünyasının ilk müzik ekolünün kurucuları olan bu üç isim Horasan, Arap ve Eski Yunan kültürleri ile ilk Hristiyanların mirasından büyük bir sentez yaratmışlar, daha sonraki yıllarda bütün saraylarda gelişen klasik müziklerin de temelini oluşturmuşlardır. İshak’ın oglu Hammad ve yetiştirdikleri talebelerden Ziryab sayesinde Mavsili ekolü Batı’da Endülüs’e kadar ulaşmış, Doğu’da ise Selçuklu Devleti dâhil birçok sarayın müziğine kaynaklık etmiştir.

    Özellikle Pitagor’un teorileri üzerine yapılan araştırmalar bir sonraki dönemdeki ilk nazariyat kitaplarının da yazılmasına yol açmış, bu yazılı miras tüm İslam dünyasının olduğu gibi Osmanlı musikisinin de kaynağını oluşturmustur.

    El-Kindî:

    Ebû Yûsuf Yâkub el-Kindî, 801 yılında Basra’da doğmuş ve 873 yılında Bağdat’ta vefat etmiştir. Babası Abbasi halifesi el-Mütevekkil’in Basra valisidir. El-Kindî Basra’da tahsilini tamamladıktan sonra Abbasi halifeleri Memun ve Mutasım’ın musahibi olmuştur. Aristoteles’in metafiziğinin ilk tercümelerini yapmış; geometri, aritmetik, tıp, astronomi, mantık konularında birçok eser yazdığı gibi müzik konusunda yedi eser vermiştir.

    Müzikte Pitagor’un ahenkli sesler ve orantıları konusunda yaptığı incelemelerini Arapçaya tercüme eden el-Kindî bu nedenle makam musikisinin ilk nazariyatçısı kabul edilir. Eserlerinin çoğuna maalesef bugün ulaşılamamaktadır. Latinceye tercüme edilen eserlerinin çok küçük bir bölümü Fransızcaya da tercüme edilmiştir.

    El-Farabî

    Ebû Nâsır Muhammed ibn Muhammed ibn Tarhan ibn Uzlağ el-Farabî 872 yılında Horasan’ın Farb yakınındaki Vesiç şehrinde doğmuş ve 950 yılında Şam şehrinde vefat etmiştir. Kordobalı Haham Maïmonid tarafından Aristo’dan sonra ikinci Hoca (Hâce-i Sânî) olarak isimlendirilmiştir. Bağdat’ta tanıştığı Hristiyan âlim Yuhanna ibn Haylân’in talebesi olmuş, Ebû Bişr Matta’dan Aristo’nun eserlerini öğrenmiş, bu eserleri yüzlerce defa okuduğunu iftiharla söylemiştir.

    Bağdat’tan sonra kendisine büyük hürmet ve hayranlık besleyen Halep Emirliği’nin kurucusu Seyf el-Davlet’in sarayına yerleşerek biri sekiz, diğeri dört bölümden oluşan Kitab el-Musiki el-Kebîr adlı eserini yazmışsa da, ne yazık ki dört bölümlük olan ikinci kısmı kaybolmuştur. Musiki sanatının tarifi, seslerin aralarındaki ilişkiler, dörtlü aralıklar, eski Yunan filozoflarının teorileri ve kendinden öncekilerin musiki hakkındaki söylemlerini içeren bu kıymetli eserin Leiden, Milano, Madrid ve Beyrut’ta bulunan dört kopyası vardır.

    Birçok musiki eseri bestelediği de bilinen Farabî’nin (daha doğrusu ona atfedilen) 32 peşrev ve saz semaisi Rauf Yekta ve Refik Fersan Bey’ler tarafından notaya alınmıştır. XVII. yüzyıl müziklerini notaya alan Dimitri Kantemir ve Ali Ufki’nin eserlerinde Farabî’ye besteci olarak yer vermemeleri, daha sonra ortaya çıkan bu besteler hakkında tereddütler doğurmuştur.

    İbn Sînâ

    Ebû Ali el-Huseyn Abdallah ibn Sîna 980 senesinde Buhara’nın Efşene kasabasında doğmuştur. Genç yaşında medrese tahsilini bitirdikten sonra matematik ve felsefede hoca mertebesine ermiştir.

    Sâmanî Devleti’nin Horasan Emiri Nuh’un tabipliği ile başlayan çeşitli görevleri onu Irak Acemi’nde hüküm süren Şemsu’d-Devlet’in vezirliğine kadar yükseltmiştir. Özellikle tıp alanında şöhret sahibi olan İbn Sînâ, eş-Şifa adlı eserinin matematik bölümüne musiki alanında da iki risale dâhil etmiştir. Daha sonra en-Necât adını verdiği başka bir eserinde de bir bölümü yine musiki nazariyatına ayırmıştır.

    Yukarıda zikredilen tüm âlimler kitaplarında musiki kelimesini kullanırken XIII. asırdan itibaren devr kelimesinin çoğulu olan edvar musiki sözcüğünün yerine geçmiş; makamlar, seyirleri, aralıkları daireler üzerinde tarif edildiğinden musiki nazariyatı ilm-i edvar adını almış; makam, vezn ve usul kelimeleri neredeyse kullanımdan kaldırılmıştır. Sultan Abdülmecid döneminde Osmanlı sarayının serhanendesi ve aynı zamanda İsmail Dede’nin talebesi olan Haşim Bey’in yazdığı mucmua ile edvar geleneği XIX. yüzyıla kadar devam etmiştir.

    Sâfiyuddîn Urmevî

    Sâfiyuddîn Abdü’l-Mümin ibn Fâhir el-Urmevî tahminen 1217 yılında Urmiye şehrinde doğmuştur. İlk eseri yazdığı on iki fasıldan ibaret Kitabu’l-Edvar olduğundan edvar bahsinde ilk akla gelen isim Sâfiyuddîn’dir.

    Tahsil hayatı Bağdat’ta geçmiş, üstün kabiliyetiyle Abbasi Halifesi Mutasım Billah’ın dikkatini çekerek saraya müzisyen olmuş, çok sevdigi talebesi, vezirin oğlu Şereffeddin’e ithaf ettiği Şerefiyye risalesini yazmıştır. Her iki eserinde de başta ney, ud olmak üzere musiki aletleri, ses perdeleri, frekans ölçüleri, ahenk, nağmeler ve tesirleri gibi konular işlenmiştir. Sâfiyuddîn Urmevî’nin Kitab-ul Edvar’ına daha sonra hocaların hocası (Hâce-i Hâcegân) ve musikimizin atası olarak bilinen Abdulkadir Merâgî bir şerh yazmıştır. Bağdat’ı yağma eden Moğol hükümdarı Hülagû onun söhretini duyduğundan kendisi ve ailesini özellikle korumuştur. Birçok bestesi olduğu söylense de, günümüzde sadece Kantemir tarafından notaya alınan Nevruz ve Gevest makamında iki saz eseri bilinmektedir.

    Abdulkadir Merâgî

    Timur sonrası dönemin en önemli ismi elbette ki klasik anlamda makam musikisinin kurucusu olan Hoca Abdulkadir Merâgî’dir. Ünlü müzik âlimimiz Rauf Yekta Bey’e göre 1353 yılında Merâga şehrinde doğmuştur.

    İlk musiki derslerini Kur’ân-ı Kerîm’i daha güzel kıraat edebilmesi için babası İbn Gaybî vermiş, ilk şöhretini merkezi Tebriz olan Celayirliler sultanlarının sarayında yapmış, hatta Sultan Hüseyin Celayirî talebesi olmuştur. İçi su doldurulmuş çini taslardan oluşan bir muzik enstrümanı icat ettiği de söylenir. Yine aynı devirde, bir iddia üzerine ramazan ayının her günü için o devrin en büyük beste formu olan Növbet-i Müretteb (Arapça ve Farsça dillerinde değişik şiir formlarından oluşan beste) bestelemiş ve bu başarısı karşılığında büyük bir ödüul kazanmıştır.

    Celayirliler devrinin üç sultanı Uveys, Hüseyin ve Ahmet’in nedimi olan Merâgî, onların musikiye olan ilgilerini ve onlardan gördüğü iltifatı kitaplarında anlatır. Hatta Sultan Ahmed Celayir’e Sâfiyuddîn Urmevî’nin Kitabu’l-Edvar’ını okuttuğunu nakleder. 1386’da Timur’un Tebriz’i alması sonucu bu huzurlu devir sona ermiş, Merâgî Bağdat’a kaçmış, ancak birçok seçkin sanatkâr ile birlikte yakalanarak Timur’un huzuruna getirilmiş, affedilerek Semerkand’a yollanmıştır. Merâgî’nin en verimli dönemi Timur’un ölümünden sonra oğulları Miranşah ve Şahruh’un Herat’taki sarayında geçirdiği yıllardır.

    Klasik Osmanlı musikisinin temel formu olan Kâr’ı keşfeden Merâgî olduğu gibi, günümüze ulaşan 23 bestesi de müzik tarihimizin temelidir. Eserlerinin tümü Farsçadır. İslam medeniyetinde Farsça Türkler de dâhil tüm halklar için her zaman edebiyat ve sanat dili olmuştur.

    Nuruosmaniye Kütüphanesi’nde bulunan orijinal eseri Camiu’l-Elhan nazari bilgiler, Sâfiyuddîn Urmevî’nin edvarından nakiller, o devirde bilinen 12 makam, ud sazı hakkında teknik bilgiler, Merâgî’nin kendi bulduğu ika (ritim) devirleri dâhil olmak üzere birçok usul içerir. Makasidü’l-Elhan adlı eserinin orijinal nüshası önceleri Rauf Yekta Bey’in kütüphanesinde iken, sonra bestekâr İsmail Baha Sürelsan’a ödünç verilmiş ve bir daha da geri gelmemiş; daha sonra benim de şahsen tanıdığım Pakistan asıllı antikacı Beşir Muhammed tarafından Londra’da satılarak kayıplara karışmıştır. Güzel sesle Kur’an okumaya teşvik edici hadisler, musikinin konusu, seslerin orantıları, musikinin adabı, musikinin verdiği hisler, müzik enstrümanları üzerine teknik bilgiler de içeren bu kıymetli eserin yapılan birkaç kopyası İran, İngiltere ve Hollanda’daki kütüphanelere dağılmıştır. Yine bir kopyanın Konya’daki Mevlana Dergâhı’nda olduğu bilinmektedir.

    Merâgî’nin ayrıca tetkik ettiği, hatta talebelerine öğrettiği Sâfiyuddîn Urmevî’nin Kitabu’l-Edvar’ına yazdıgı Şerhü’l-Kitabu’l-Edvar’ın orijinal nüshası Topkapı Sarayı’ndadır. Musiki üzerine bazı hadisleri, on iki makamı, ud icrasının kurallarını ve musiki formlarını anlatan bir diğer eseri ise orijinal nüshası Nuruosmaniye Kütüphanesi’nde bulunan Fevâid-i Aşere’dir. Zübdetü’l-Edvar ve Kenzu’l-Elhan adlı iki diğer eseri maalesef kayıptır. Ancak bence Merâgî’nin en büyük eseri günümüze kadar onun açtıgı yoldan giden, keşfettiği formlarda eserler veren bestekâr ve musikîşinaslardır.

    Timur döneminde Merâgî ile başlayan Horasan ekolünün ne kadar yüce olduğu Timur’un torunlarından müzisyen bestekâr, minyatürist, hattat, şair, âlim Hüseyin Baykara’ya ve yine onun sarayındaki isimlere bakıldıgında anlaşılabilir. Ali Şir Nevâî Baykara’nın çocukluk arkadaşı, Molla Câmî şeyhülislamı, Minyatür üstadı Behzad musahibi ve daha birçok şair, musikişinas âlim onun sarayının müdavimidir. Evliya Çelebi dahi âlimlerin sohbetini Hüseyin Baykara faslı diye anar.

    Mevlevî tarikatının XIV. yüzyıldan itibaren bestelenmis olan ayinlerinden, Gazi Giray, Devletşah, Benli Hasan Ağa, Hafız Post, Ebûbekir Ağa, Buhurizade Itrî, Nâyî Osman Dede, Seyyid Nuh, Tab’i Mustafa Efendi gibi bestekârlarla İsmail Dede’ye kadar gelen Osmanlı klasik musikisinin tarih boyu yolculuğu böylesine zengindir.

    Tarihî bağlar sayesinde, kültürel mirasımızın sınırları siyasal sınırlarımızdan çok daha geniştir. Evrenselleşmenin tek yolu yalnızca XVIII. yüzyıldan beri ilişkide oldugumuz Batı kültürüne erişmek değil, on asırdan fazladır ilişkide olduğumuz Hindistan’dan Orta Avrupa’ya uzanan kültürel coğrafyaya da ulaşmak olmalıdır.

    Kaynaklar :

    La Musique Arabe / Baron Rodolphe D’Erlanger

    Maragalı Abdülkadir / Murat Bardakçı

    Esâtîz-i Elhân / Rauf Yekta