ANADOLU TOPRAKLARINDA TASAVVUF KÜLTÜRÜ
Mustafa Kara*

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Anadolu’ya bakmadan önce dünyaya bakalım ve ilk genellememizi yapalım: Mistisizm dinler arasından akıp gelen bir ruh nehridir. Bu cümle bize şu gerçeği fısıldıyor: Bütün dinlerin mistik bir damarı vardır. Bu damarın oluşumu ise dinin mukaddes metinlerinde yer alan bazı cümlelerin/tesbitlerin mistik yorumuna çok şey borçludur. Söz konusu yorumlar zamanla karşımıza mistik yollar/tarikatlar olarak çıkacaktır. Şimdi ikinci genellememizi yapabiliriz: Bütün dinlerin tarikatları vardır, tarikatı olmayan din yoktur. Hristiyanlık için Katoliklik, Ortodoksluk, Protestanlık mezhepleri ne kadar gerçekse, Fransisiken, Cizvit, Dominiken tarikatları da o kadar gerçektir. Bugün Hristiyanlık’ın yaşadığı her coğrafyada bu mezhep ve tarikatlar da yaşamaktadır. Kısaca bir yerde din varsa onun mistik yorumu da vardır. Kalbî, derunî ahlâkî boyutu da vardır. Çünkü insan yorum yapan bir varlıktır.

    1071 den önce Anadolu topraklarında yaşayan insanların büyük çoğunluğu Hristiyan olduğuna göre bu toprakların mistisizm tarihiyle sözkonusu din arasında bir ilişki olacağı açıktır. Farklı şehirlerde hâlâ ayakta olan manastırlar bunun açık belgesidir. Malazgirt muharebesinden sonra başlayan İslamlaşma hareketiyle birlikte kiliselerin yanında camiler, manastırların yanında zaviyeler yapılmaya başlanmıştır. Mesela Malazgirt zaferinden çok kısa bir müddet sonra 1080’li yıllarda fethedilen Tokat’ta yapılan zaviyeler varlığını bugün de korumaktadır.

    Daha önceki yüzyıllarda Mekke Şam Bağdat Buhara hattında oluşan tasavvufî kültür Türkleri de etkisi altına almıştır. İlk olarak XII. yüzyılda Ahmed Yesevî’nin (ö.1166) his fikir ve hikmet dolu Türkçe mısralarıyla bu manevî zevk, ilahî aşka susayan gönüllere aktarılmıştır. O gün bugün “Mekke’de Muhammed Türkistan’da Ahmed” sadası bu coğrafyada yankılanmaktadır. Hemen ilave edelim. 2016 bütün dünyada Yesevî yılı olarak ihya edilecektir.

    Divân-ı Hikmet’te, dünyaya geliş sebebi şeriat tarikat hakikat terimleriyle birlikte anlatılmaktadır: Didar/Sevgili/Cemalullah. İşte bugünkü ifade ile birkaç dörtlük:

    Karanlık şehristandan dağlar aşıp

    Bu dünyaya didâr için geldim dostlar

    Mahabbetin deryası gibi kaynayıp taşıp

    Bu dünyaya didâr için geldim dostlar

    Şeriatın şerbetinden doyasıya içip

    Tarikatta seyran kılıp, özden geçip

    Hakikatta hu hu diye candan geçip

    Bu dünyaya didâr için geldim dostlar

    Dünya için bu dünyaya geldiğim yok

    Ukba için tarikata girdiğim yok

    Hak’tan özge sevdaları bildiğim yok

    Bu dünyaya didâr için geldim dostlar

    Kaynak eserlerde tekrar edilen “Anadolu’yu Yesevî dervişleri fethetti.” cümlesi aslında genel olarak tasavvufî şahsiyetlerin bütününü ifade etmektedir. Yesevî dervişleriyle Kübrevî dervişleri bir müddet sonra yanlarına Halvetî, Nakşibendî dervişlerini de alarak Batı’ya doğru yürüyüşlerine devam etmişlerdir. Bu gönül adamlarının bir adı da Horasan erenleridir. Horasan ise bilindiği gibi güneşin doğduğu yer demektir.

    Yesevî dervişi Ahmed Hazinî’nin, gönül eğitiminin ilkelerini, Yeseviyye’nin esaslarını Türkçe ve Farsça anlattığı Cevâhiru’l-ebrâr min emvâci’l-bihâr adlı eseri (Nşr. Cihan Okuyucu Kayseri 1993) Necmuddin Kübra’nın müridi Necmuddin Dâye’nin Farsça Mirsâdü’l-ibâd adlı eseri bu topraklarda kaleme alınmıştır. (Trc. Halil Baltacı İstanbul 2013) Nakşbediliği Türkistan’dan Balkanlara yani Avrupa’ya taşıyan Kütahya/Simavlı Abdullah İlâhî (ö.1487) yazdığı Türkçe eserlerle ve kurduğu dergâhlarla bu kıtanın gönül dünyasına doğrudan tesir etmiş erenlerdendir. Dolayısıyla Anadolu sahasının gönül fatihleri, bir taraftan söz ve sohbetleriyle bir taraftan hâl ve davranışlarıyla bir taraftan da inşa ettikleri kurumlarla mesajlarına süreklilik kazandırmışlardır.

    Tasavvufî kültürün yaygınlığı konusunda bölgenin diğer İslam ülkeleriyle mukayese edilmesi mümkün müdür? Bu konuda kesin bir hüküm vermek için yeterli belge elimizde yoktur. Fakat çok farklı bir durumun olmadığını düşünmek gerekir. Çünkü Müslüman toplumlardaki tasavvufî kültürün canlılığı, siyasî, iktisadî ve ictimaî şartlara göre değişiklik göstermektedir. İlmî ve siyasî otoriteler bazen gelişip serpilmenin yollarını açarken bazen da içe kapanmaya sebep olmaktadırlar. Bazan sultanın kurduğu vakıftan güç alan tekkenin bir sonraki şeyhi çok farklı bir muamele ile karşılaşabilmektedir. Bu anlamda Kahire ile Konya, Malatya ile Merakeş, Buhara ile Bursa farklı değildir.

    Bu benzerliğin bir sebebi de gönül adamlarının kültür coğrafyamızdaki cevelanı olmalıdır. Aynı kişileri veya eserlerini farklı şehirlerde görmek/okumak mümkündür. Mesela Diyarbakırlı İbrahim Gülşenî, tasavvufî terbiyesini Tebriz’de Aydınlı Dede Ömer Rûşenî’nin yanında tamamlamış dergâhını Kahire’de kurmuştur. Bosna’lı Abdullah Efendi tasavvufî eğitimini Bursa’da Hasan Kabadûz’un yanında tamamlamış, İbn Arabî kültürünün peşine düşmüş, yıllarca Şam’da yaşamış, ömrünün son yıllarında Konya’ya dönmüş ve Ekberiye’nin ikinci piri Sadreddin Konevî’nin yanına defnedilmiştir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.

    Anadolu’da tasavvufî kültürün mayalanma dönemi olan XIII. yüzyıla tasavvufî şahsiyetlerin celâl-cemâl tecellisi adını verdikleri açıdan da bakılabilir. Onlara göre hayatta iki temel tecelli vardır: Celâl ve cemâl. Toplumdaki savaş, sıkıntı ve şiddetle iç içe olan olaylar celâli tecellileri, barış, refah ve huzur ise cemali tecellileri ifade eder. Sûfiler devamla bir şey daha söylerler: Celalin içinde cemal, cemalin içinde celal vardır. En sıkıntılı olaylar dahi içinde bir güzellik barındırır. Dışarıdan şer olarak görünen şey hayra gebe olabilir. İyilik gibi algılanan olumsuzluklara kapı aralayabilir. Bu düşünce tarzını özetleyen en iyi beytlerden biri de Malatya’da doğan, Mısır’da yaşayan, tasavvufî terbiyesini Antalya/Elmalı’da tamamlayan, dergâhını Bursa’da kuran nihayet 1694’te Limni’de vefat eden Niyazî-i Mısrî’ye aittir:

    Cemâli zâhir olsa tîz celâli yakalar onu

    Nerde bir gül açılsa yanında hâr olur peyda

    Şimdi bu açıdan sözkonusu yüzyıla bakıldığında en büyük celâli tecelli Batı’dan gelen Haçlılar, Doğu’dan gelen Moğollar ve bu topraklardaki Babaîler hareketidir. Haçlı seferlerinin bataklığında yeşeren gül Endülüslü Muhyiddin İbn Arabî, Moğol istilasının karanlığında doğan güneş Afganistanlı Mevlânâ Celâleddin Rumî, Babailerin açtığı yaraları tedavi eden gönül doktoru ise Yunus Emre’mizdir. Bir diğer ifade ile Haçlı barbarlığından Arapça Fusûs’l-hikem, Moğol yağmalarından Farsça Mesnevî-i Şerif, iç sıkıntılardan da Yunus’un Türkçe mısraları doğmuştur. Cemali tecelliyi bugüne taşıyalım ve şöyle diyelim: Medeniyetimizin üç temel diliyle kaleme alınan bu üç eseri Doğulular da Batılılar da aşkla şevkle okumaktadırlar öyle görülüyor ki kıyamete kadar da okuyacaklardır.

    XIII. yüzyılda Anadolu’da yaşayan, eser ve fikirleriyle yetiştirdikleri gönül adamlarıyla yaşamaya devam edenlerden birkaç isim daha verilebilir:

    Şemseddin Tebrizî

    Bahauddin Veled

    Sultan Veled

    Ahi Evran

    Hacı Bektaş Veli

    Sadreddin Konevî

    Fahreddin Irakî

    Evhaduddin Kirmanî

    Burhaneddin Tirmizî

    Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled babasının yolunda yürürken, Şeyh-i ekber lakablı İbn Arabî’nin üvey oğlu Sadreddin Konevî Ekberiyye’nin Konya’da ikinci mürşidi olmuştur. Kırşehirli Ahi Evran (Evren) iktisadî hayatın ana kuruluşu olan ahiliğin, Buharalı Hacı Bektaş ise Bektaşiliğin fikrî temellerini atmıştır. Selçuklu yüzyıllarıyla birlikte Kâzerunî, Vefâî, Rifâî, Kâdirî, Yesevî, Suhreverdî, Kalenderî… dervişleriyle tanışan bu topraklar “Osmanlı çınarı” için bereketli bir zemin teşkil etmiştir. Selçuklu yüzyıllarında bu topraklarda temeli atılan Mevleviye, Bektaşiye gibi tarikatlar diğer tarikatlarla birlikte Balkanlar’a intikal etmiş ve gönül dünyasının cevabını aradığı sorulara karşılık vermiştir. Osmanlı kültüründe kabul gören “Bayramiyye devlet-i aliyyenin, Bektaşiyye ordu-yı hümayun’un tarikatıdır” görüşü de mühim bir noktaya işaret etmektedir. Dervişlerin nefesleriyle örülen bu “koza” hayatiyetini bugün de belli oranda sürdürmektedir.

    Tasavvuf kültürünün bu derece yaygınlaşması ve benimsenmesinin, ‘çınar’ın dallarının Kahire, Kırım, Kosova’ya uzanmasının manevî/kültürel sebepleri aranacaksa yukarıda isimleri verilen üç büyük dehadan başlamak üzere aranmalıdır. Onların eserleri sekiz asırdan beri yedi iklim dört köşede okunuyorsa, diğer dünya dillerine çevriliyorsa burada bütün insanlığı ilgilendiren güçlü bir mesajın varlığı söz konusu demektir. Üçlerden sonra yediler, daha sonra da kırklar..

    Yunus’un (ö.1326) aşağıdaki mısraları, insan gönlünün yaşayabileceği bütün hâlleri, değişim ve dönüşümleri çok açık bir dille ifade etmektedir:

    Hak bir gönül verdi bana haa demeden hayran olur

    Bir dem gelir şâdî olur bir dem gelir giryan olur

    Bir dem sanasın kış gibi şol zemheri olmuş gibi

    Bir dem beşaretten doğar hoş bağile bostan olur

    Bir dem gelir söyleyemez bir sözü şerh eyleyemez

    Bir dem dilinden dür döker dertlilere derman olur

    Bir dem çıkar arş üzere bir dem iner tahte’s-sera

    Bir dem sanasun katredür bir dem taşar umman olur

    Bir dem cehalette kalur hiç nesneyi bilmez olur

    Bir dem dalar hikmetlere Câlinus u Lokman olur

    Bir dem dev olur ya peri viraneler olur yeri

    Bir dem uçar Belkıs ile sultan-ı ins u can olur

    Bir dem varur mescidlere yüz sürer anda yerlere

    Bir dem varur deyre girer İncil okur ruhban olur

    Bir dem gelir İsa gibi ölmüşleri diri kılar

    Bir dem girer kibr evine Firavn ile Haman olur

    Bir dem döner Cebrail’e rahmet saçar her mahfile

    Bir dem gelir gümrah olur miskin Yunus hayran olur

    Yunus’un vefatından hemen sonra Anadolu’nun tam ortasında 1330 yılında Horasan erenlerinden Baba İlyas’ın torunu Âşık Paşa tarafından 12.000 beyt olarak kaleme alınan Türkçe Garibnâme ile (Nşr Kemal Yavuz Ankara 2000) bu toprakların ilim fikir ve sanat hayatı arasında, vahdet, siyaset ve firaset arasında doğrudan bir ilişki vardır.

    Âşık Paşa’nın torunu Âşıkpaşazâde ise XV. yüzyılda kaleme aldığı meşhur Tarih’inde (Nşr. Kemal Yavuz İstanbul, 2003) bu coğrafyada var olan insan guruplarını dört başlık altında toplamıştır:

    l.Abdalân-ı rum (Anadolu abdalları)

    2.Ahiyân-ı rum (Anadolu ahileri)

    3.Bâcıyân-ı rum (Anadolu bacıları)

    4.Gâziyân-ı rum (Anadolu gâzileri)

    İlk Osmanlı padişahları için özellikle kullanılan “gâzi” kelimesinin ihtiva ettiği manâ ve mefhumu daha iyi anlayabilmek için Garibnâme’yi açıp okumak gerekir. İnsanımızın gönül dünyasını olgunlaştıran eserlerin başında yer alan bu kaynağa göre gâzide bulunması gereken şartlar şunlardır:

    1. Cesaret

    2. Yürek

    3. Pazu kuvveti

    4. Gayret

    5. İyi bir at

    6. Özel elbise

    7. Yay

    8. İyi bir kılıç

    9. Süngü

    10. İyi bir arkadaş

    Bu noktadan Anadolu’da tasavvufî kültürün zemin bulmasının ana sebepleri ne geçilebilir.

    1. Siyasî sebep: Konuya şu cümle ile başlamak gerekir: Selçuklu yönetimi tasavvufî kültüre sıcak bakmıştır. Bundan dolayı başkent Konya âlim ve ariflerin, sûfi ve dervişlerin buluşma ve tanışma yeri olmuştur. Başkentlerin cazibe merkezi oluşlarıyla üst yöneticilerin tavırları arasında doğrudan ilişki vardır.

    2. İktisadî-ticarî sebep: Tekke ve zaviyelerde sunulan hizmetlerin sürekliliği konusunda devlet adamlarından sonraki sırayı ticaret adamları alır. Vakıflar yoluyla onların yürüttükleri hizmetlerin “es” geçilmesi mümkün değildir. Vakıf kurucularının isimlerinin önünde yer alan “hoca” kelimesi tüccar anlamındadır. İktisadî hayatın omurgası olan fütüvvet teşkilatı ile tekke teşkilatı arasında sağlam bir bağ vardır.Fütüvvetnameler bu ortak kültürün belgesidir.

    3. Ahlakî sebep: Tasavvufî düşüncenin insan fıtratına uygun olan, gönül dünyasının sorularına cevap bulan, his dünyasının doyumu olmayan ufuklarına doğru kanat çırpan güzellikleri de konumuzla ilgilidir. Böyle gönüllere sahip olanlar dergâhlarının kapısını bütün insanlığa açmış ve “gel” davetiyesi çıkarmıştır. İslam ahlakını hürmet,merhamet ve hizmet diye üç terimle özetleyen Nurettin Topçu’ya hak vermek gerekir.

    4. Bediî sebep: İnsanın gönlünü kemal noktasına taşıyan “alet”lerden biri de güzel sanatlardır. Medeniyet sahamızda var olan güzel sanatların en önünde şiir, mûsıkî ve hat gelmektedir. Dergâhlar bütün güzel sanatların hamisi olmuş, onlara kol kanat germiştir. Sanat, insanoğlunun ortak dili olduğu için söz konusu güfte ve besteler hayatiyetini bugün de korumaktadır.

    Bu ana sebeplerden başka söz konusu kültür, zihniyet ve yaşama tarzının yaygınlık kazanmasında bizzat tasavvufî ahlâktan beslenen sebepler neler olabilir? Bu konuda da dört başlık açılabilir:

    1. Tekke ve zaviyelerde verilen terbiyenin özünü kavrayabilenler dünya ile ilgili hesap-kitaplarını doğru bir şekilde yaptıkları için bütün faaliyetlerini “Allah için” yapabilmekte gönülden Yesevî ve Yunus’un öğrettiği gibi “bana seni gerek seni” diyebilmektedirler.

    2. Her an “Allah’a aidiz ve O’na döneceğiz” (Bakara 2/156) düşüncesiyle yaşayanlar içlerinde barındırdıkları aşk ateşini dünyanın dört bucağına taşımak için gece gündüz çalışabilmekte ve “varımı ben Hakka verdim dû cihanım kalmadı” diyebilmektedirler.

    3. Evliyaullahın yolundan gidenler “Yaradan’dan dolayı yaratılanı hoş” görenler, kızmak, hiddetlenmek, bağırmak, çağırmak gibi hasletleri edebsizlik olarak değerlendirmekte ve alçak gönüllü olmanın bütün gereklerini yerine getirebilmektedirler. Bu yolda ego ve ene en büyük engel olurken tevazu ve alçakgönüllülük ise insanları fetheden en büyük “güç” olabilmektedir.

    4. Bilindiği gibi dinin temel terimi imandır ve imanın yeri gönüldür. Dergâhlarda verilen gönül eğitimi ile, müminlerin -Hz. Peygamber’in ifadesiyle- “imanın tadını tatma” noktasına yükseldikleri söylenebilir. Onların diliyle bu makamın adı “ballar balını buldum kovanım yağma olsun” makamıdır.

    Evet, son soru, tasavvufî kültür nasıl bir mümin tipini hedefliyor. Bu soruya Kur’ân-ı Kerîm ile cevap aramak gerekir:

    İşte hedefimizi gösteren tesbit, teşhis ve uyarılardan birkaç tanesi: “Onlara Rahman’ın ayetleri okunduğu zaman secdeye kapanırlar ve ağlarlar.” (Meryem suresi, 19/58) “Bir aşgözlülük saplantısı içindesiniz” (Tekasür suresi, 102:1) “Yazıklar olsun, kalpleri Allah’ı anmak hususunda katılaşmış olanlara..” (Zümer suresi, 39:22) “Allah sözlerin en güzelini indirmiştir. Allah’ın vahiy yoluyla gönderdiği bu söz her tarafı birbirini tutan,gerçekleri farklı uslublarla tekrar eden bir kitaptır. Rablerine tazim edenlerin derileri onu okuyup dinlerken ürperti duyar. Sonra derileri ve kalpleri Allah’ı anmakla ısınıp yumuşar, sükünet bulur…” (Zümer suresi, 39/23) “Rabbını içinden yalvararak yüksek olmayan bir sesle sabah akşam zikret!” (A’raf suresi, 7/55) “Kim Allah’a tevekkül ederse O ona yeter, onu ummadığı yerden rızıklandırır.” (Talak suresi, 65/3) “İyi biliniz ki kalbler Allah’ı zikretmekle tatmin olur.” (Ra’d suresi, 13/28)

    * Prof. Dr., Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Tarihi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi